’İnsan hakları’’ derken hukukî olmaktan önce ahlâkî bir kategoriyi kast ediyoruz. İnsan hakları kişilerin şu veya bu toplum veya kültürün mensupları yahut bir  hukukî ilişkinin tarafları olarak değil de insanlar olarak sahip oldukları ve onlara ‘’hayata ilişkin kendi plan ve projelerini gerçekleştirmekte özgür oldukları bir ahlâkî mekânı garanti eden” üstün haklardır. İnsan haklarını korumak da, muktedirlerin genellikle söylemekten hoşlandıkları gibi, sırf aydınlara zihinsel tatmin sağlayan soyut bir “iyi” değil, fakat “insanlık durumu”nun somut zaruretlerinin politik alandaki sahici karşılığıdır.

Şöyle de denebilir: İnsan hakları devlet için bir sınır, kişiler için ise özgürlük ve adalet demektir. Çünkü, insan haklarının korunması demek, bireylerin özgürlük alanının genişlemesi yanında, onların devletle ilişkilerinde maruz kalabilecekleri haksızlıkların temellerinin kurutulması da demektir. Bu koruma, ayrıca, kişilerin uğradıkları haksızlıkların doğurduğu maddî ve manevî tahribatın giderilmesini de gerektirir.

Bugün ben bu yazıda sadece ‘’kültürel haklar’’dan söz edeceğim. Kültürel haklar günümüz toplumlarının bir gerçeği olan kültürel çoğulculuk ve çeşitliliğe insan hakları doktrininin verdiği bir cevaptır. Bunlar, esas olarak, ana toplum içerisinde yer alan ve ondan dil, din, kültür veya hayat tarzı bakımından farklılaşan kişiler veya grupların kendi kültürlerini yaşayabilmeleri ve yaşatabilmeleriyle ilgili olan haklardır.

Bu arada, insan hakları teorisi açısından, toplumdaki hâkim kültüre mensup olanların kültürel tercihlerinin de korunması elbette gerekli olmakla beraber, hâkim kültürün kurum ve pratikleri toplumda zaten baskın konumda olduğundan, bu kişilerin kültürel haklarının korunmasına azınlıkta olanlarınkine nispetle daha az ihtiyaç duyulacağı açıktır.

Kültürel hakların ‘’muafiyet hakları’’, ‘’öz-yönetim hakları’’ ve ‘’temsil hakları’’ gibi daha  birçok çeşidi vardır. Amerikan yerlilerinin dinî amaçlı ‘’peyote’’ kullanmasının narkotikler ve halüsinojenleri yasaklayan yasalardan veya Amişlerin bazı trafik düzenlemelerinden ve tıbbı bakıma ilişkin düzenlemelerden muaf olmaları örneklerinde olduğu gib, muafiyet hakları dinî veya kültürel pratikleri yürürlükteki genel bir yasayla bağdaşmayan veya ondan zarar görebilecek olan grup üyelerinin bu yasanın uygulanmasından muaf tutulmalarını sağlar.

Öz-yönetim (self-government) hakları ise, etnik veya kültürel grupların kendilerinin yönetebilecekleri ve çeşitli şekillerde örgütlenen özerk siyasî birimler oluşturma haklarıdır. Başta parlamentolar olmak üzere devletin karar organlarında temsil edilmeyi sağlayan temsil hakları da özerklikle birlikte ve onu tamamlar şekilde olabileceği gibi, ondan bağımsız olarak da uygulanabilirler.

Kültürel haklarla ilgili olarak, pratik sonuçları da olan başlıca iki kavramsal sorun vardır. Bunlardan biri, kültürel hakların öznesinin bireyler mi yoksa gruplar mı olduğudur. Geleneksel görüş, kültürel tercihlerin ve bu arada kültürel kimliğin esas olarak bireysel haklar yoluyla korunabileceğidir. Bu görüş, insan haklarının öznesinin birey olduğuna ve grupları hak sahibi özne konumuna yükselten hak iddialarının genellikle insan haklarıyla çatışacağına ilişkin liberal anlayışa dayanır. Bu anlayışta, kısaca, kültürel haklar şu veya bu ‘’kültür’’ün korunmasından ziyade bireylerin kültürel tercihlerini korurlar.

Son zamanlarda öne çıkan cemaatçi-kolektivist yaklaşım ise, kültürel kimliklerin ancak topluluklara haklar tanımak suretiyle korunabileceğini söyler. Bu anlayıştaki sorun, kimlik ve kültürle ilgili çıkar ve değerlerin grup üyelerinin tercihlerinden bağımsız olduğunu varsaymasıdır. Grup üyesi bireylerin çıkarlarından türeyen veya onların paylaştıkları çıkarı yansıtan bir hakkı kabul etmekte insan hakları açısından elbette bir sorun yoktur. Fakat kolektivist hak anlayışını ayırt eden nokta, grup kimliği adına ileri sürülen ama grubu oluşturan bireylerin (hepsinin veya bir kısmının) çıkarlarıyla bağdaşmayan bir hak iddiasıdır ki, bunun baskıcı olması kaçınılmazdır.

İkinci sorun kültürel hakların nitelik itibariyle negatif mi yoksa pozitif mi olduğu, dolayısıyla negatif olarak mı yoksa pozitif olarak mı korunması gerektiğiyle ilgilidir. Negatif kültürel hak anlayışının amacı azınlık gruplarını ve onların üyelerini ana toplumun baskısından korumak olup, kişinin ve grubun kültürel kimliğini kendi çabasıyla serbestçe ifade edebilmesini öngörür. Böyle bir hak, devletin sivil ve siyasal hakları genel olarak herkese tanıması ve bu haklardan yararlanmada farklı kültürler ve kültürel gruplar arasında ayrım yapmaması yoluyla büyük ölçüde korunabilir. Buna karşılık, pozitif kültürel hak, devletin çoğunluktan farklı kültüre veya kültürlere mensup kişiler veya grupları kendi kültürlerini geliştirme konusunda destekleyici tedbirler almasını gerektirir. Bu yaklaşımın arkasında, toplum içindeki farklı kültürleri korumanın kendi başına değerli olduğu düşüncesi yatmaktadır.

Önceki İçerikDevletten Geçinmek
Sonraki İçerikInsanlar Niçin Liberalizme Koşmuyor?
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)