Yıllar önce ‘’İhanet Demeden Konuşamaz Mıyız?’’ başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıyı yazmaya beni sevk eden, Türkiye’de siyasetçilerin birbirlerine karşı çok sıkça ‘’ihanet’’ suçlaması yönelttikleri gerçeği idi. Gerçekten de, ‘ihanet’’ ve ‘‘hain’’ yaftası öteden beri Türkiye’nin hâkim siyasî dilinin vazgeçilmez malzemelerinden biri olmuştur.

Açıktır ki, ‘’ihanet’’ ithamlarının havada uçuştuğu bir ortamda siyasî partilerin ve aydınların kamu siyaseti hakkında soğukkanlı bir tartışma yürütmelerine imkân yoktur. Daha da kötüsü, siyaset dilinin ihanet suçlamasına çok sık başvurması, özellikle de suçlamanın iktidar kanadından geldiği durumlarda, son derece tehlikelidir. Çünkü, bu, siyasî iktidarın kontrolü altındaki devletin cebir aygıtlarını eleştiri ve muhalefeti susturmak için kullanmaya hazır olduğunun işaretidir. Siyaset dilinde ‘’ihanet’’in öncelikle ‘’vatana ihanet’’i ima ettiği ise malumdur.

Sözünü ettiğim yazda (Star, 4 Eylül 2006) belirttiğim gibi, ‘’’vatan haini’ kavramının objektif bir anlamı olduğu çok şüphelidir. Ama, Türkiye’de buna politik mücadele aracı olarak sıkça ve kolaylıkla başvurulması belki de bundan dolayıdır. Demek istediğim, eğer bununla ‘vatana kötülük etmek’ kastediliyorsa, böyle bir kötülüğün gerçekten de var olup olmadığını ‘vatanın iyiliği’yle ilgili politik düşüncelerimizden ve içinde bulunulan şartlardan bağımsız olarak belirlemeye imkân yoktur. Daha da önemlisi, kimin ‘vatan haini’ olduğunu belirleyebilme konumu bilgiye ve gerçeklere dayanan moral bir otoriteyle ilgili olmayıp, çok kere, doğrudan doğruya iktidar mevkinde bulunmanın bir fonksiyonudur.’’

Ama ben bu yazıda asıl, ihanet söyleminin partiler arası siyasetin olağan malzemesi olmasının ötesinde, bu eğilimin genel topluma da sirayet etmeye başlamasına ve bunun ifade ettiği daha büyük tehlikeye dikkat çekmek istiyorum. Bu dil epey bir süredir sadece ‘’FETÖcü’’ denen ve onunla ‘’iltisaklı’’ olduğu iddia edilenlerle ilgili olarak değil, aynı zamanda ‘’KHK’lı’’ olarak anılanlarla, hatta iktidara sempati duymayan veya ona eleştiri yönelten herkesle ilgili olarak, AKP ve ‘’Reis’’ destekçisi taban tarafından da benimsenmiş durumdadır. Bu durumun, bir yanıyla, AKP iktidarının siyaset sahnesine hâkim kıldığı kutuplaşmayı topluma da yayma çabasıyla ilgili olduğu açıktır.

Ne var ki, mesele bundan ibaret değildir. Nitekim, ‘’ihanet’’ suçlaması bugün sadece AKP’lilerin değil AKP muhalifi çevrelerin dilinde de geçer akçe konumundadır. Bu arada, AKP muhaliflerinin bir kısmının da baştan beri AKP’yi ’’hain’’ olarak gördükleri sır değil. Fakat ilginç olan, son Altan kardeşler ve Nazlı Ilıcak olayının da gösterdiği gibi, aynı kesimin AKP’nin ‘’hain’’ olarak gördüklerinin bir kısmına da ‘’hain’’ nazarıyla bakıyor olması. Bu durum sadece AKP’nin toplumu kutuplaştırmış olmasıyla açıklanamaz.

Bu görünüşteki ‘’tuhaflık’’ Türkiye’de siyasetin belirlenmesinde baskın olan başka bir etken dikkate alınmadan anlaşılamaz ve açıklanamaz. Bu etken, Türkiye’de ‘’aydınlar’’ da dahil olmak üzere toplumun tamamına yakınının siyaseti devlet-merkezli kavramaları ve ‘’devlet gözlüğü’’nden görmeleridir. Türkiye toplumu ‘’iyi’’ ve ‘’doğru’’ olan hemen hemen her şeyi ‘’Devlet’’e bağlar, dolayısıyla ‘’Devletin bekâsı’’ –sadece devlet seçkinleri ve siyasetçiler için değil- sokaktaki vatandaş için de en temel meseledir. Türkiye’de, sağcısı-solcusu, Kemalisti, dincisi –hatta bir kısım ‘’liberali’’- ile herkesi devlet kayırmacılığında ve resmî ideolojide birleştiren en temel gerçek budur. Bu , şüphesiz, Devlet adına bir başarıdır.

Devlet bu başarıyı, siyasî geleneğin küçümsenmemesi gereken desteğiyle birlikte, büyük ölçüde resmî eğitim sistemine borçludur. Artık ‘’özel’’ eğitim kurumlarında da –üstelik ‘’Kraldan fazla Kralcı’’ bir psikolojiyle- taklit edilen ve müfredatı ve personeliyle Devlete tapınmayı ‘’preach’’ eden bu eğitim yaratıcılık, inisiyatif, sivillik ve bireysel özerklik gibi değerleri önemseyeneler için tam bir felâkettir. Bu eğitim sisteminin çocuklarımızın zihinlerine ve kalplerine enjekte ettiği yarı-dinsel Devletçi öğreti, sözde sivil medya tarafından da –yine, ‘’Kraldan fazla Kralcı’’ bir şekilde- maalesef desteklenmektedir.

Onun için, Türkiye’de ortalama bir vatandaşın Devletin bekâsının söz konusu olduğu -daha doğrusu, buna inandırıldığı- her durumda, bekâ kaygısının karşısında yer aldığını sandığı kişi ve grupları ‘’vatan haini’’ olarak görmesine şaşmamak gerekir. Devletin varlığının tehlikede olduğuna inandırılan her ‘’Türk’’ün hemen ‘’özgürlük, demokrasi, hak-hukuk, adalet’’ gibi ‘’şeyleri’’ gereksiz ayak bağları olarak görmeye başlamasının da nedeni aynıdır.

Böyle bir ülkede elbette ‘’hainler’’ tükenmez.

Önceki İçerikÇıkış Yok (mu?)
Sonraki İçerikTürkiye’de Örgütlü Çıkar Siyaseti, Sendikalar ve Sivil Toplum
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)