‘’Toplum’’ dediğimiz ortak varoluş tarzı herkesi yararlandıran bir işbirliği girişimidir. Toplum olmaktan elde edilecek olan ortak yararın veya kazancın garantisi ise barıştır. Başka bir anlatımla, barış toplumun insanca var oluşunun şartlarından biridir; toplum barış içinde bir işbirliği düzenidir. Barışın olmadığı yerde ne insanların özgürlüğü güven altındadır, ne adalet sağlanabilir, ne de refah.

Barışçı toplum içte de dışta da şiddeti ilkesel olarak reddeden toplumdur; doğrudan doğruya kendisine bir saldırı olmadıkça şiddete başvurmanın yanlış olduğunu kabul eder. Barışçı bir toplum başka halklara karşı saldırgan ve yayılmacı emeller beslemez; onların da kendi kaderlerini belirleme hakkına saygı duyar.

Barışçı toplum aynı zamanda açık toplumdur; dünyaya açık olan, başka toplumlarla iktisadî ve kültürel ilişkilere girmekten çekinmeyen, aksine bunu bir kazanç addeden toplumdur. Esasen, bir toplum yeryüzü halklarıyla ilişkilerini anlayış ve karşılıklı yarar esasına dayandırdığı sürece de şiddetli çatışma ve savaş ihtimali azalır.

Türkiye’ye gelirsek, ‘’yurtta sulh, dünyada sulh’’ resmî mottosuna rağmen Türkiye’nin tutarlı bir barış siyaseti izlediği söylenemez. Aslına bakılırsa, verdiği ilk izlenimin aksine, bu söz barışa kategorik ve/veya ilkesel bir bağlılığı yansıtmaktan ziyade, yeterli güç toplayıncaya kadar dışa dönük olarak aktif olunmayacağını belirten taktik bir çıkış gibidir. Bunun yeni ve önemli bir işaretini, son yıllarda Türkiye’nin yakın çevresine karşı hiç de barışçı olmayan bir hareketlilik sergilemiş olmasında görüyoruz. Türkiye ellerini başka bir ülkenin (Suriye’nin) içlerine kadar uzatmaktan çekinmemiş, hatta başlangıçta bu ülkenin rejimini devirmeye çalışmıştır.

Yaklaşık üç yıl önce başka bir vesileyle yazmıştım: ‘’(İ)ktidarının son yıllarında AKP yönetimi […] özellikle güney sınırındaki ülkelerde askerî güç kullanma yoluyla nüfuz kurma gayretleri içine girdi. Türkiye'nin Orta-Doğu'da bir nüfuz alanı oluşturma ve bu amaçla askerî operasyonlara girme yönelimini, Irak ve Suriye'deki son harekâtları sözkonusu olduğunda, sadece PKK ve uzantılarının buralardaki etkisini kırma stratejisiyle ilgili görmek yanıltıcıdır. Bu, daha genel olarak, kendi yönetimindeki Türkiye'yi Osmanlı devletinin meşru vârisi olarak gören AKP'nin İslam dünyasının lideri ve hâmisi olma politikasıyla da ilgilidir. Bu aslında yayılmacı, emperyalist bir dış politika yöneliminin sözde hayırhah görünümlü bir söylemle kamufle edilmesinden başka bir şey değildir.’’

Bir ay kadar önce bu gazetede yazdığım gibi, ‘’başta çevremizde özerk ve güçlü bir Kürt siyasî varlığı oluşma ihtimalinden devletin duyduğu korkunun ve AKP’nin yayılmacı-Osmanlıcı emellerinin de etkisiyle, Türkiye bir süredir dışta da barışçı olmayan maceralara girişmektedir.’’ Bunu, şu haberle birlikte okursanız taşlar daha iyi yerine oturacaktır sanırım: Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz Türkiye’nin Suriye’ye yaptığı son harekâtla ilgili olarak, ‘Yapılan harekât bir yandan da denize çıkışı olan sözde bir Kürdistan devletinin kurulmasına engel olacaktır. Türkiye de bu değerlendirmeyi yaptığı içindir ki bu harekâta geç de olsa karar vermiştir’ dedi.‘’ (Cumhuriyet, 12 Ekim 2019)

Şükür ki, uluslararası güç dengesinin zorlamasıyla da olsa, Türkiye bu harekâtı daha fazla acıya ve zayiata sebep olmadan sona erdirmiştir. Şu var ki, Türkiye’nin sadece dış siyaseti değil iç siyaseti de epey bir süredir barışçı olmaktan uzaktır. Son 5-6 yılda Türkiye’de iç barış gerçekten de büyük yara almıştır. Burada mesele, Kürt sorununun barışçı bir şekilde çözülmesi projesinden vazgeçilerek şiddeti öne çıkaran güvenlikçi perspektife (yani, çözümsüzlüğe) dönülmüş olmasından ibaret de değildir. Buna, aşağı yukarı 2013 sonlarından başlayıp 2016 Temmuzundaki darbe girişiminden sonra hız ve yoğunluk kazanarak devam eden başka bir baskıcı siyaset de eşlik etmiştir. Bu furyada sadece Fethullah Gülen’in darbe şüphelisi adamları ve sempatizanları değil, başta AKP iktidarına muhalefetiyle öne çıkanlar olmak üzere her ‘’meşrep ve mezhepten’’ binlerce başka yurttaş da çeşitli şekillerde mağdur olmuştur.

Başa dönersek, resmî sözcüleri ‘’yurtta sulh dünyada sulh’’ vecizesini ağızlarından düşürmemelerine rağmen, Türkiye iç ve dış barışın insanî ve medenî bir toplumsal var oluşun, bu arada özgürlük, adalet ve refahın ön şartı olduğunu maalesef idrak edememiş görünüyor.

Önceki İçerikSavaşa Dair
Sonraki İçerikDin Dayatma Ilkelliği
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)