Geçen yazıda en geç bir yıl içinde gerçekleşmesi muhtemel bir iktidar değişiminin gündeme getirebileceği yeni anayasa yapımında çoğulculuk ve kültürel çeşitliliğin gereklerinin dikkate alınması gerektiğini anlatmaya çalışmıştım. Bugün bu meseleyi ‘’çoğunlukçu demokrasi’’ tuzağına düşmekten kaçınma ihtiyacıyla bağlantılı olarak tekrar ele almak istiyorum. 

Çoğulculuğun aslında iki farklı anlamı var. İlk anlam tasvirîdir ve toplumun kültürel olarak türdeş (homojen) değil heterojen olduğu sosyolojik gerçeğine işaret eder. Gerçekten de modern toplumlar genellikle dünya görüşü, din, dil, ideoloji, hayat tarzı ve çıkarları bakımından birbirinden farklılaşan muhtelif topluluk ve gruplardan oluşur. Türkiye de bu anlamda çoğulcu bir toplumdur.

Özgürlükçü-demokrasiyi kurumlaştırmayı hedef alan bir toplum için bu olgusal durumun normatif siyasî imaları da vardır: Genel olarak toplumun özgürlüğü bu farklı varoluşların barış içinde bir arada yaşayabilmelerine bağlıdır. Bu da, toplumu oluşturan çok sayıdaki siyasî ve kültürel topluluk, grup ve birliklerin varlığının hukuken güvence altında olmasını gerektirmektedir. Buna,  toplumun siyasî-hukukî temel yapısında değişik kimlik ve çıkarların kendilerini serbestçe ifade etmelerine ve iktidar için yarışabilmelerine imkân verecek kurum ve mekanizmaların varlığının eşlik etmesi gerekir. Bundan dolayı, en başta rekabetçi bir siyasî partiler sisteminin varlığı çoğulcu bir demokrasi için zorunludur.

İkinci anlamında çoğulculuk ahlâkî bir kavramdır. Ahlâkî çoğulculuk veya değer çoğulculuğu insanların izleyebilecekleri değer ve amaçların (özgürlük, eşitlik, adalet, etkinlik, fayda vb.) çok ve çeşitli olduğunu ifade eder. Başka bir anlatımla, insanları tek bir “insanî iyi” anlayışı değil, “iyi hayat”ın ne olduğuna ilişkin rakip anlayışlar yönlendirir. Mesele şu ki, bu değer ve anlayışlar çok kere birbiriyle çatışır.

Bu gerçek, değerlerin çatışması durumunda bireylerin zor (maliyetli) tercihler yapmak mecburiyetinde kalacak olmaları yanında, siyasî sistemin insanlık durumunun bu kaçınılmaz özelliğine uygun düşecek şekilde organize edilmesi ihtiyacını da gündeme getirmektedir. İlk nokta, siyasî rejimin sorumluluğu kendilerine ait olmak üzere istedikleri gibi tercihte bulunabilme özgürlüğünü bireylere tanımasını gerektirmektedir. Bu ihtiyacın karşılanması için en makul aday ise, insanları herkesi tek bir değer veya amacı yahut amaçlar hiyerarşisini izlemek zorunda bırakmayan ve onlara kendi hayatlarını sorumluluğu kendilerine ait olan tercihler doğrultusunda yönlendirme özgürlüğü tanıyan liberal çoğulcu demokrasidir. Ahlâkî çoğulculuk görüşünü benimseyenlerin genellikle kültürel çeşitliliğin korunmasından yana olmaları bu nedenle tesadüf değildir.

Kısaca, çoğulcu perspektifin hem sosyolojik hem de ahlâkî türü aynı siyasî rejim biçimini, yani özgürlükçü-çoğulcu demokrasiyi gerektirmektedir. Türkiye’nin geleceğini inşa etme arayışındaki siyasî ekiplerin bunu hep akıllarında tutmaları beklenir, ama bu idrakin demokrasinin kurumlaştırılmasıyla doğrudan doğruya ilgili olan başka bir kavrayışla da tamamlanmasına ihtiyaç vardır: Her iki anlamda da çoğulculuğun en büyük –ve demokrasinin büyük bir- düşmanı çoğunlukçuluk veya ‘’çoğunlukçu demokrasi’’ sapmasıdır.

Öyledir, çünkü çoğunlukçu siyasî düşünce tekçi bir doğruluk anlayışına sahip olduğu için ahlâkî çoğulculukla bağdaşmaz, toplumu yekpare ve türdeş bir bütün olarak gördüğü için de kültürel farklılığı tanımak istemez.

Demokrasi elbette halkın çoğunluğunun desteğini kazanan siyasî ekibin yönetme hakkına sahip olduğunu kabul eder. Ancak, Türkiye’de öteden beri siyasî kadroların bir türlü anlamak istemedikleri bir hakikat var: Çoğunluğun yönetme hakkı mutlak değildir. Çoğunluğun yönetme hakkı çoğunluğu ve onun demokratik temsilcilerini toplumun efendisi, velisi veya vasisi yapmaz.

Bu hak ne çoğunluğun kendince uygun olan her şeyi yapabileceği, ne de kamusallığın ötesine, yani sivil ve özel hayat alanına müdahale edebileceği anlamına gelir. Çoğunluğun yönetme hakkının anayasa ve hukukla sınırlı olduğunu asla unutmamak gerekir. Demokratik siyasî çoğunluk bireylerin temel haklarına olduğu kadar, toplumun çoğulculuk ve çeşitliliğine de saygı göstermek zorundadır. 

İktidara hazırlandıkları 2001 yılından beri yazı ve konuşmalarımla kendilerini uyardığım AKP kadroları maalesef bu konuda çok kötü bir sınav verdiler. Şimdi mesele, yakın gelecekte Türkiye’nin kaderini ellerine almaları beklenen muhalefet kadrolarının ahlâkî çoğulculuğun ve Türkiye’nin kültürel çeşitliliğinin gereklerini kabul etmeye hazır olup olmadıkları ve söz konusu çoğunlukçu sapmadan ne derece uzak durabilecekleridir. (Diyalog, 14 Ağustos 2022)

Önceki İçerikYeni Anayasa, Tarafsızlık Ve Kültürel Çeşitlilik
Sonraki İçerikSeçim Düşünceleri
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)