Ekonomide Kamu Müdahaleciliğine Geri Dönüş Eğilimleri

Türkiye’de 1980’lerden sonra ekonominin dışa açılması ve kamu müdahalelerinin sınırlandırılması yoluyla rekabetçi bir ekonomiye geçiş açısından önemli adımlar atılmıştır. 2000–2010 döneminde geçmişte yerine getirilemeyen fiyat istikrarının sağlanması, özelleştirmeler, bağımsız düzenleyici kurumların oluşturulması, AB’ye uyum ve fiziki altyapının güçlendirilmesi konularında büyük mesafeler alınmıştır. Bu dönemde ekonominin performansı da tatmin edici bir düzeyde gelişmiştir. Ancak bu tarihten sonra Türkiye’yi rekabetçi piyasa ekonomisinden uzaklaştırma etkisi yaratabilen yeni tercihler ve amaçlar ağırlık kazanmaya başlamıştır. Burada cevaplandırılmak istenilen ilk soru hükümetin hangi konularda hangi amaçlarla bu yeni tercihleri yaptığıdır. İkinci soru da bu yeni tercihlerin amaçlara uygun olup olmadığı ve özellikle de rekabetçi piyasa ekonomisi ile ne ölçüde uyuştuğudur. Türkiye’de 2010’dan sonra kamu müdahaleciliğine dönüş ve rekabetçi piyasa ekonomisinden uzaklaşma etkisi yapabilen gelişmeler beş ana noktada toplanabilir. Bunlardan birincisi ayrımcılığın, kayırmacılığın ve yolsuzlukların giderek artmasıdır. İkinci husus, temel hak ve özgürlük ihlallerinin geçmişte görülmemiş boyutlarda artmasıdır. Üçüncüsü Avrupa Birliği perspektifinden uzaklaşılmasıdır. Dördüncü husus, teşvik sisteminin kaynak tahsisini bozucu bir nitelik kazanmaya başlamasıdır. Beşinci husus da darboğaz gidermeye yönelik altyapı anlayışı yerine gösterişli alt yapı hizmetlerine ağırlık verilmeye başlanmasıdır. 2010’dan sonra Türkiye’de ayrımcılığın, kayırmacılığın ve yolsuzluğun artmasına imkan veren çeşitli gelişmeler yaşanmıştır. Bunlardan birincisi ihale yasasında çok sayıda değişiklik yapılmasıdır. İkincisi, Sayıştay denetiminin adeta etkisiz hale getirilmesidir. Bunlara ek olarak 17–25 Aralık yolsuzluk iddialarını çürütecek girişimlerden kaçınılması ve yolsuzlukların üzerine gidilmesinin adeta imkansız hale getirilmesi söz konusudur. Nihayet, kamu yönetimine stratejik eleman alımında sözlü sınav yapılması, yurt dışı gezilere davette ayrımcılık yapılması, çeşitli ruhsat ve izinlerin merkezileştirilmesi gibi yasaları zorlayan hatta çiğneyen adımlar atılmıştır. Düzenleyici kuruluşların bağımsızlığının zedelenmesi de bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu girişimler yandaş bir iş adamları oluşturma çabalarına hizmet edebilecek niteliktedir. Ayrımcılığın, kayırmacılığın ve yolsuzluğun önünün açılması “ahbap çavuş kapitalizmi” olarak adlandırılan bir yapıya sürüklenme anlamına gelmektedir. Böyle bir yapıdan yüksek performans beklenmesi söz konusu değildir. Böyle bir yapıyı milli iradenin bir gereği olarak kabul etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla siyasi iktidarın bu iki amacı arasında bir çelişki söz konusudur. 2010, özellikle 2013 yılından sonra tüm temel hak ve özgürlüklerde ciddi ihlaller yapıldığı görülmüştür. Bu ihlallerin bir bölümü yargı bağımsızlığını ortadan kaldıran düzenleme ve uygulamalardır. Son olarak Danıştay ve Sayıştay’da yapılan personel değiştirme operasyonu bu konuda hiçbir sınır tanınmadığını ortaya koymaktadır. Günlük ihtiyaca göre çıkarılan torba yasalar yoluyla yasama organının işlevsizleştirilmesi ve hukuk devletinin tahribi diğer önemli bir husustur. Kayyımlık müessesesi istismar edilerek yapılan mülkiyet ve akit özgürlüğü alanındaki kısıtlamalar ve ihlaller de bu bağlamda değerlendirilebilir. Kayyımların cezai sorumluluğunun kaldırılması ve yetkilerinin genişletilmesi bu müesseseyi bir “girişim özgürlüğü katili” haline getirmek anlamına gelmektedir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının fiilen kullanılamaz hale gelmesi de önemli bir hak ihlali örneğidir.2010’lardan sonra basın ve ifade özgürlüğünde yapılan ihlaller Türkiye’yi bu alanda dünyanın en geri ülkeleri kulübüne dahil etmiştir. El konulan muhalif gazete ve TV’lerin siyasi iktidarın sözcüsü haline getirilmesi veya piyasa dışına itilmesi hiçbir demokraside görülemeyecek vahim hak ihlalleri örnekleridir. Bu uygulamaların Türkiye’de girişimci güvenliğini yok ettiği muhakkaktır. Bu boyutuyla temel hak ve özgürlük ihlallerinin yabancı sermayeyi caydırıcı, Türk sanayicisini ve iş adamını ürkütücü ve yurt dışına yönlendirici etkiler yapması kaçınılmazdır. Ayrıca bu ihlaller Avrupa birliği perspektifini de zora sokan etkiler yaratmıştır. Ancak bu ihlallerin siyasi iktidara rakipleri üzerinde ezici bir hakimiyet ve baskı kurma imkanı yarattığı muhakkaktır. Avrupa Birliği perspektifi Türkiye açsısından bir istikamet belirlenmesi ve öngörülebilirlik sorunudur. Bu konuda AB ülkelerinin yıllardır ikircikli bir tutum içinde oldukları muhakkaktır. Türkiye’nin de AB ile ilişkilerin gereklerini yerine getirme konusunda çok istekli olmadığı muhakkaktır. İki yönlü olumsuzluklara rağmen zaman içinde Türkiye bu alanda önemli mesafeler almış ve AB mevzuatına uyum konusunda da ilerlemeler kaydetmiştir. Ancak 2010’dan sonra tüm uyarılara rağmen temel hak ve özgürlük ihlallerinin sistematik bir biçimde yapılıyor olması AB ile ilişkileri öngörülemez bir mecraya itmiştir. Göçmen sorunu ve vize serbestisi alışverişinin getirdiği iyimserlik havası da bir anda dağılmıştır. AB ile ilişkilerdeki belirsizliğin yabancı sermaye akımından turist akımına, teknolojik ve ekonomik işbirliğine kadar çok sayıda alanda olumsuz etkiler yaratması söz konusudur. Yani AB ile ilişkilerdeki gerginlik ve belirsizlikler iktisadi gelişmeyi destekleyici sonuçlar doğurmayacağı gibi rekabetçi piyasadan uzaklaşmayı da kolaylaştırmış olacaktır. Türkiye’nin teşvik sisteminde yaptığı değişiklikler de giderek daha müdahaleci ve kaynak taksisini yönlendirici bir doğrultuda gelişmektedir. Teşvik sistemi ile ilgili sorunlardan birisi siyasi iktidarın alım garantili teşvikleri genişletme eğilimidir. Alım garantili teşvikler kaynak tahsisinde ciddi bozukluklar yaratması yanında ayrımcılığa da fevkalade müsaittir. İkinci husus, nokta teşvikleri genişletme eğilimidir. Burada da kaynak tahsisini bozan yolsuzluklara fevkalade açık bir sistem söz konusudur. Cazibe merkezleri projesi de rekabetçi bir ekonomide ciddi rekabet ihlalleri ve kaynak kaybı yapılmadan uygulanması zor bir projedir. Bu çerçevede yeni teşvik sisteminin iktisadi kalkınmaya olumsuz etkileri olumlu etkilerinden daha fazla olacaktır. Türkiye’de darboğaz giderici altyapı yatırımları yerine gösterişli yatırımlara öncelik ve ağırlık verilmeye başlanmasının iktisadi gelişme üzerinde yaratacağı olumsuz ekiler de olumlu etkilerin üzerindedir. Çünkü bu sistemde harcanan büyük kaynakların kendini geri ödemesi uzun yıllara yayılacaktır. Ayrıca bu tür yatırımların yapılması aciliyet yaşayan bazı yatırımların geciktirilmesine neden olacaktır. Siyasi iktidarın yukarıdaki tercihleri yapmasında aşağıdaki beş faktörün etkili olabileceği hipotezi kuvvet kazanmaktadır. İlk olarak siyasi iktidar önceki dönemlere göre yaşanan nispi ekonomik başarısızlığın aşılmasını amaçlamaktadır. İkinci olarak siyasi iktidar kendisinin emrinde bir yeni iş adamları grubu yaratmak ve bu grubun güçlü siyasi desteğini kazanmak istemektedir. Üçüncü olarak siyasi iktidar kendisine tam biat etmeyen iş dünyasının zayıflatılmasını amaçlamaktadır. Dördüncü olarak siyasi iktidar ekonominin gelişmesinde daha fazla söz sahibi olmayı “milli iradenin tecellisinin” bir gereği olarak görmektedir. Beşinci olarak da siyasi iktidar bu tercihlerle AB dışı bir alternatif yaratma imkanlarını test etmek istemektedir. Bu hedeflerin müdahaleci bir devlet anlayışını yansıttığı muhakkaktır. Diğer taraftan bu hedefler arasında bazı çelişkiler de vardır. Nihayet tüm bu politika ve hedeflerin Türkiye’yi rekabetçi piyasa ekonomisinde ulaştığı noktadan geriye götüreceği muhakkaktır.

Önceki İçerik31 Mart’tan 23 Haziran’a Türkiye ve Istanbul’da Yerel Seçimler
Sonraki İçerikAvrupa Insan Hakları Sözleşmesi’ne Giriş – Çeviri