Benim düşünüş tarzımı çok etkilemiş olan kitaplardan biri, 80’li yıllarda okuduğum Karl Popper’ın Türkçeye Tarihselciliğin Sefaleti (The Poverty of Historicism) olarak çevrilmiş olan ünlü eseridir. Bu eser tarihselci ve hakikat tekelcisi öğretilerin yanlışlığı konusunda bende bir aydınlanmaya yol açmıştı. Daha sonra Isaiah Berlin’in özgürlüğü tehdit eden determinist bir görüş olarak tarihsel kaçınılmazlık öğretilerini tartıştığı ‘’Historical Inevitability’’ başlıklı denemesi de bende benzer bir etki yapmıştı.  

Popper Tarihselciliğin Sefaleti’nde tarihin zorunlu bir akış yönü olduğunu ve bunun ‘’bilimsel olarak’’ bilinebileceğini ileri süren öğretileri eleştirir. Bu tür öğreti veya görüşler bilimsel olarak eleştiriye açıktırlar, çünkü insanoğlu böyle adeta Tanrısal bir bilme kapasitesine sahip değildir. Popper’ın ‘’eleştirel akılcılığı’’ insanoğlunun bilgisinin şatlara bağlı ve sınırlı olduğunu ve daima düzeltilmeye açık olduğunu söyler.

Öte yandan, eğer tarihin zorunlu bir gidiş yönü varsa ve bilinebilirse, o zaman geleceğe dönük olarak doğru öngörülerde bulunmak, bir bakıma geleceği bilmek te mümkündür. Popper işte tam da bu iddiası nedeniyle tarihselci görüşün –daha doğrusu, inancın- sadece yanlış değil, aynı zamanda tehlikeli de olduğunu söyler, bizi bu konuda uyarır. (‘’Görüş’’ yerine ‘’inanç’’tan söz etmekte haklı olduğumu sanıyorum, nitekim Isaiah Berlin de yukarıda andığım denemesinde bunlara ‘’historico-theological systems’’ [tarihsel-dinsel sistemler] diyordu). Bu inanç tehlikelidir; çünkü geleceği bilenler, özellikle de onun insanlık için ‘’aydınlık’’ bir gelecek olduğuna inanıyorlarsa, pekalâ tarihin akışını ‘’hızlandırıp’’ sizi oraya götürmeye kalkabilir veya -Gerald Gaus’un ifadesiyle- bizi kendilerinin vaat edilmiş adalet ülkesine (‘‘Cennet Adası’’na) sürükleyebilirler.

Öte yandan, sadece tarihselci doktrinlerden değil, hakikatin bilgisine sahip olduğuna inananlardan, başka bir deyişle ‘’adalet meselelerini ‘nihaî olarak’ çözen ilkeleri ve kurumsal tasarıları’’ (Gaus) olanlardan da korkmalıyız. Bir anlamda tarihselciler de kesin doğru bilgiye sahip olma iddiası güderler ama tarihselcilikten bağımsız olarak ta hakikati bilme imtiyazına sahip olduklarını vehmedenler bizatihi tehlikelidirler.

İşte totaliter rejimlere yol açan düşünüş veya inanış tarzları en başta bunlardır; yani tarihin kaçınılmaz bir gidiş istikameti olduğunu ve bunu bildiğini iddia eden görüş ile kesin doğru bilgi iddiası güden görüş. Bunlar dinsel veya seküler öğretiler olabilirler. Dikkat edilirse, bazı kalıntıları bugün de varlığını koruyan 20. yüzyılın iki büyük totaliter rejim çeşitlemeleri ya tipik bir tarihselci öğreti olan Marksizm-Leninizmden ya da ‘’kesin inançlı’’ Nasyonel-Sosyalizmden doğmuştur. Bunlar seküler veya dünyevî totaliter sistemlerdi. Her ikisini de teorik olarak olduğundan daha fazla tehlikeli yapan ise, totaliter toplumu kurmayı kolaylaştıran modern iletişim ve gözetim teknolojisidir.

Dinsel totaliterizm örnekleri ise 20. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkmaya başladı. Bu alanda ilk işaret fişeğini yakan 1979 İran Devrimiydi. Mamafih, İran’daki İslamcı rejimin başlangıçtaki totaliter karakteri zamanla zayıfladı, ancak bugün de bu rejim bir tür ‘’demokratik diktatörlük’’ görünümlü otoriter bir sistem özelliğini korumaktadır. Gerek İran Devrimi’nin verdiği ilhamla, gerekse İslamın Talibancı yorumunun popülarite kazanmasının etkisiyle, bugün totaliter İslâmî rejim arayışları çok güçlü olmasa da halâ varlığını sürdürmektedir.

Bu arada, totaliter İslam yorumu Türkiye’de de bir ölçüde etkisini gösterdi. Yetmişli ve seksenli yıllarda yükselen büyüklü-küçüklü radikal İslamcı akımlar Türkiye toplumunu fazla etkileyemedilerse de, bunların bir kısmı 2000’lerin başından itibaren AKP kadroları içinde kendilerine yer bulmayı başardı. Buna bakarak AKP iktidarının İslamcılığın iktidarı olduğunu söylemek elbette doğru değildir, ama bu, iktidarının ilk yıllarından sonra AKP’nin maalesef gitgide otoriterleşmesinde İslamî dünya görüşünün hiç etkili olmadığı anlamına gelmiyor. Çünkü AKP de İslâmı çoğulculukla bağdaşır bir şekilde yorumlamıyor ve otantik İslamın tekçi ve tekelci hakikat anlayışına bağlılığını koruyor. Şu var ki, Türkiye’nin hem rejiminin Kemalist temellerinin sanıldığından güçlü olması, hem de hâlihazırdaki siyasî statükonun şartları AKP’nin dinciliğini frenleyen bir işlev görmektedir. 

Fakat bu durumun bizi pek te rahatlatmaması gerekir. Çünkü, AKP’nin dinci programını uygulayamamasının bedeli resmî ideolojiyle uzlaşması olmuştur. Bu da, Erdoğan rejiminin bugünkü otoriter karakterinin sadece onun totaliter İslam yorumundan kaynaklanmadığı, bu durumun aynı zamanda parti önderliğinin İslamcı duyarlılıklarla devletçi-milliyetçi kaygıları bağdaştırmada gösterdiği ‘’başarı’’sının da bir sonucu olduğu anlamına gelmektedir. AKP’nin bugün ulusalcı kesimle aynı koalisyon içinde yer almasını mümkün kılan da onun gösterdiği, daha doğrusu göstermek zorunda kaldığı bu ideolojik esnekliktir. (Diyalog, 19 Haziran 2022)

Önceki İçerik‘’Vekâleten Demokrasi’’ ile Vekâleten Otokrasi Arasında Türkiye(*)
Sonraki İçerik2021 Yılı Faaliyet Raporu
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)