Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurunun 10. yılı münasebetiyle yapılan bir toplantıda konuşan sayın Mahkeme Başkanı’nın verdiği bilgilere göre, yüksek mahkemeye yapılmış olan kişisel başvuruların sayısı halihazırda 450 bini aşmış bulunuyor. Mahkeme bugüne kadar bu başvuruların 327 binini, 30 bini ihlâl kararı olmak üzere, karara bağlamış durumda.

Bu verilerde dikkati çeken birkaç nokta var. Bunlardan biri, Mahkemenin başvurucuları haklı bulduğu kararların %70 gibi oldukça yüksek bir çoğunluğunun adil yargılamayla ilgili olması. Yani Anayasa Mahkemesi bu kararların ilgili bulundukları dava mahkemelerindeki yargılamaların çok büyük bir kısmının adaletsiz olduğunu tespit etmiş bulunuyor. Bu, şüphesiz, şimdiye kadar dava yoluyla hak arayışları hüsranla sonuçlanmış olanları değil, mahkemelerde adalet aramayı düşünen başka vatandaşları da maalesef hayal kırıklığına uğratacak kadar yüksek bir oran.

Dikkat çeken başka bir husus, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan 450 bin civarındaki kişisel başvurunun 300 bin kadarının 2016 yılı ve sonrasında yapılmış olmasıdır. Buna elbette şaşırmıyoruz. Bu durum, birçoğumuzun kendi acı tecrübelerinden zaten bildiği gibi, 15 Temmuz darbe girişimini takip eden anayasa dışı, haksız-hukuksuz ve ne yazık ki etkileri halâ devam eden keyfî yönetim döneminde, kişiler için temel hak güvensizliğinin ne kadar dramatik boyutlara vardırıldığını göstermektedir.

Nihayet, adil yargılamayla ilgili ihlâllerin büyük çoğunluğunun davaların gereğinden fazla uzamasından kaynaklandığı da dikkati çeken başka bir önemli nokta. Bu durum büyük ölçüde Türkiye’de dava mahkemelerinde uygulanan yargılama usulünün arkasında yatan yasal düzenlemelerle ve bu yasal arka plana dayalı olarak oluşmuş bulunan yargısal davranış geleneğiyle ilgilidir. 

Bu sorununun üstesinden gelmek için yerleşik yargısal davranışın kısa sürede değişmesini beklemek gerçekçi olmaz ama ilgili mevzuatın davaların gereksiz yere uzamasını önleyecek şekilde revize edilmesi acil bir ihtiyaç olarak ortadadır. Umulur ki, yasal alt yapıdaki değişiklik zamanla yargıçların eski düzende oluşmuş bulunan alışkanlıklarını da değiştirecektir.

Elbette adil yargılamayla ilgili sorunumuz davaların karara bağlanmasının gereksiz yere uzamasından ibaret değildir. Bizim bir de yargıç ve savcı sorunumuz var. Yeterli oranda iyi eğitimli, donanımlı ve sadece ‘’hak ve adalet duygusu’’yla hareket edecek yargıç ve savcıların olmadığı yerde yargılama sürecinin adil bir şekilde yürümesini beklemek gerçekçi olmaz. Son yıllarda olduğu gibi, yargıya meslekî personel alımında siyasî saik ve kaygıların etkili olduğu bir sistemde hak ve adalet duygusuyla hareket edecek, tarafsız hâkim ve savcılarla ancak şans eseri muhatap olabilirsiniz.

Bu durum, başka konularda olduğu gibi, adil yargılama bakımından da Türkiye’nin bugünkü acil ihtiyacının 15-20 Temmuz Süreci’nin yargı üzerindeki menfî etkilerini ortadan kaldıracak yeni bir siyasî iklimin bir an önce tesisi edilmesi olduğunu göstermektedir. Bu iklimin hem bu dönemin toplumun aşağı yukarı yarısında açtığı derin yaraların tamir ve telâfisi, hem de anayasal ve hukukî bir yenilenme için elverişli bir zemin oluşturması gerekir.

Bir ülkede/bu ülkede mahkemelerin gerçekten ‘’adalet dağıtması’’nın en başta biz yurttaşlar için bir temel hak ve adalet meselesi olduğuna şüphe yok. Ama toplumun mahkemelerin adalet dağıttığına inancını yitirmesinin aynı zamanda o çok önemsedikleri ‘’devletin bekâsı’’ meselesinin de kalbinde yattığını idrak etmekte devletlu taifesi ve siyasetçilerimiz umarım çok geç kalmazlar.

Bu meselede elbette Anayasa Mahkemesi’ne de görev düşmektedir. Yargısal kararların ‘’hak-eksenli’’ bir zeminde oluşturulmasını öteden beri önemseyen bir sayın akademisyenin Başkanlığı döneminde yüksek mahkemenin kararlarında ‘’hak ve adalet’’i önceleyen bir çizgide daha kararlı -eğer yakışık alırsa ekleyeyim, ve cesur- davranması beklenir. Umarım, bu arada, partizan güç siyasetinin Mahkemeyi etkilemesine izin veren bugünkü şartlar da yukarıda sözünü ettiğim muhtemel ‘’iklim değişikliği’’ne paralel olarak kısa zamanda ortadan kalkar. (Diyalog, 25 Eylül 2022)

Önceki İçerikMuhalefetin Cumhurbaşkanı Adayı Kim Olsun?
Sonraki İçerikAkp’nin Patrimoniyalizm Mirası
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)