Son 8-9 yıldır Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetlerinin siyasî avantaj elde etmek için dinî değer ve sembolleri kullanmayı alışkanlık haline getirdikleri kimsenin meçhulü değil. Daha önce yazdığım gibi, dinî değerlerin AKP tarafından siyasî kullanımı ‘’kimi zaman dinin popülist siyasetler için bağımsız bir referans olarak gösterilmesi, kimi zaman popülist fikir veya siyasetlerin din kılığına büründürülmesi, kimi zaman da kamusal alanda sergilenen kişisel dindarlık gösterileri şeklinde ortaya çıkmıştır. Bunlara, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın AKP iktidarının payandası olarak kullanılmasını da eklemeliyiz.’’ (‘’Türkiye’de Populist Otoriterlik’’, LiberPlus, No. 17, 2018)).

Aslına bakılırsa, dinin siyasî amaçlarla kullanılması (‘’din istismarı’’) çok-partili hayata geçtikten sonra Türkiye siyasetinin -özellikle sağcı partiler tarafından başvurulan-olağan bir özelliği olmuştur. Doğrusunu söylemek gerekirse, toplumda muhafazakâr değerlerin baskın olması veya muhafazakâr hayat tarzına bağlı olanların toplumun çoğunluğunu oluşturması ölçüsünde, politik figürlerin -hatta ‘’devlet adamları’’nın- dinî değerlere referansa yapmalarından veya dindarlık gösterilerine başvurmalarından büsbütün kaçınmak mümkün değildir.

Fakat burada AKP tecrübesine özgü olan problem, bu partinin zamanla din istismarını arızî bir gerçeklik olmaktan çıkararak olağan siyaset ve yönetim tarzına dönüştürmüş olmasıdır. Daha önemlisi, AKP’nin bu meselede -son birkaç yılda MHP’nin de desteğiyle- izlemekte olduğu siyaset Türkiye’nin neredeyse bir din devletine dönüştüğü izlenimi vermektedir.

AKP iktidarı bu yönde o kadar ileri gitmiştir ki, Türkiye’de artık dayanağı açıkça veya zımnen (alkollü içkilerin fiyatlandırılmasında izlenen politikada olduğu gibi) şer’î hükümler olan kamusal kararlar alınması alışıldık bir uygulama haline gelmiştir. Kamusal söylemde dinî hitabet (‘’yurttaşlar’’ı değil ‘’mü’minler’’i veya ‘’din kardeşleri’’ni muhatap alan resmî beyanlar) olağan hale gelmiş, başta devlet başkanı olmak üzere pek çok kamusal otorite yapıp ettiklerini dinî terminolojiyle açıklamaya ve dinsel olarak meşrulaştırmaya başlamışlardır.

Bütün bunların Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘’laik’’ bir devlet olma iddiasıyla sert bir şekilde çeliştiğini belirtmeme herhalde gerek yoktur. Fakat meselenin, sahip olduğu hayatî önem bakımından buna benzeyen başka bir yönü daha vardır, o da AKP kökenli kamusal kişi ve makamlar ve MHP’li siyasetçiler tarafından dinci söylemin toplumsal barışı bozacak ve toplumu kutuplaştıracak şekilde kullanılmasıdır.

AKP iktidarının dini yoğun bir şekilde istismar etmesinin siyasî avantaj sağlama (bir tür ‘’din rantçılığı’’) amacının çok ötesine geçtiğini gösteren ürkütücü bir gelişmeden bugünlerde yeni haberdar olduk: İstanbul’daki bir Sulh Ceza Hakimliği, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) talebi üzerine 6 Şubat’ta, ‘’İslam dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar içermekte olduğu’’ gerekçesiyle bir yazarın Kur’an mealinin basım, dağıtım ve satımının yasaklanmasına ve basılı nüshalarının toplatılmasına karar
vermiş.

Kararın ‘’ürkütücü’’ olduğunu belirtmemin iki nedeni var. Birincisi, bu karar ifade özgürlüğünün kategorik olarak reddi anlamına gelmektedir; kategorik olarak, çünkü yazarın ortada herhangi bir kişinin hakkını ihlâl eden veya kamu düzenini bozabilecek nitelikte bir eylemi yoktur, var olan sadece bir yorum farkıdır: Yazar Kur’an’ın hükümlerini anlama, açıklama ve yorumlamada bir kamu kurumunun (DİB) aynı konudaki resmî görüşüyle ters düşmüştür. Oysa, ifade özgürlüğü tam da ‘’doğru’’nun ne olduğu konusunda bir tekel, öncelikle de resmî tekel olmasın diye vardır.

İkinci olarak, bu karar bir yargı merciinin hukukî bir ihtilâfın çözümünde idarî bir makamın görüşünü bağlayıcı kabul ettiği için de ürkütücüdür. Gerçekten de, bu olayda Sulh Ceza Hakimliği DİB’in talebinin anayasa ve hukuk açısından doğru olup olmadığı konusunda bir inceleme, araştırma ve tartışma yapmadan onun talep ettiği gibi karar vermiştir. O kadar ki, yargıç ihtilâf konusu eserin bir kitap değil de dergi makalesi olduğunu sanmaktadır, muhtemeldir ki eseri hiç görmemiştir bile. Hakimliğin ihtilâf hakkında bilirkişi incelemesi yaptırmak şöyle dursun, eserin kimliğini tespit etme ihtiyacı bile duymamış olması karşısında insan ne diyeceğini bilemiyor.

Fakat bu olaydaki asıl büyük mesele, Kur’an meallerinin İslam dininin esaslarına uygunluğunu tespit konusunda DİB’e bağlayıcı yetkiyi AKP iktidarının tanımış olmasıdır. Nitekim, AKP hükûmeti tarafından 2018 yılında bir kanun hükmünde kararnameyle DİB’in kuruluş Kanununun 5. maddesine eklenen hükme göre: ‘’İslam Dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı olduğu [Din İşleri Yüksek Kurulu] tarafından tespit edilen meallerin, Başkanlığın yetkili ve görevli mercie müracaatı üzerine basım ve yayımının durdurulmasına, dağıtılmış olanların toplatılmasına ve imha edilmesine karar verilir.’’

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal bir kurum olarak varlığı laikliğe zaten aykırı iken, ona dinin yorumu konusunda tekelci bir otorite tanınması bırakınız laikliğe aykırılığı, basbayağı resmî kilise ihdası anlamına gelmektedir. Açıktır ki, laik bir devlette devlet ve kamu otoriteleri yurttaşlara dünya görüşü ve din dayatma, bu arada onların dinlerini anlama ve uygulamaya ilişkin tercihlerine müdahale etme yetkisine sahip değildir. Kişiler kamu otoritesinin ve başka kişilerin müdahalesinden bağımsız olarak istedikleri din yorumunu benimsemekte serbesttirler. Bu da vatandaşların dinî dogmalar ve hükümlerin anlam ve yorumuna ilişkin olarak farklı seçeneklere sahip olmalarını gerektirmektedir.

Bir kamu kurumunun dinin esaslarını belirlemeye ilişkin tekelci bir otoriteyle donatılması, ona bu konuda Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi statüsü tanınması anlamına gelir. ‘’İslamda Kilise yoktur’’ deniyordu ya, en azından Türkiye’de var olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Aslında, DİB’in kuruluş Kanununun başka bazı hükümleri de, Anayasanın 136. maddesine uygun olanları dahil, anayasal-demokratik devletin (elbette laikliği de içeren) evrensel gerekleriyle bağdaşmamaktadır. Onun için, bu meselenin kökten çözülebilmesi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en azından anayasal bir kurum olmaktançıkarılmasını zorunlu kılmaktadır.

(Diyalog, 26 Şubat 2023)

Önceki İçerikÖzgürlük Gündemi Sayı 31
Sonraki İçerikBüyük Teknoloji Şirketleri İfade Özgürlüğünü Baltalıyor Mu?
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)