Editör’den,

AKP-MHP iktidarının sosyal medyaya baskı hazırlığı içinde olduğu bir sırada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden yeni bir ibretamiz karar daha çıktı. Mahkeme bu kararında, Türkiye’nin sözde şiddet çağrısı yoluyla –hangisi olduğu belli olmayan-  bir terör örgütünün propagandasını yaptığı isnadıyla bir imamı hem cezaya çarptırmasını, hem de kamu görevinden çıkarmasını, hem ifade özgürlüğünün hem de adil yargılama ilkesinin ihlâli bakımlarından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı buldu.

Türkiye’nin bu meseledeki durumu gerçekten tuhaf! Öyle ya, bir yandan sistematik ve sürekli ifade özgürlüğü ihlâllerinizin Avrupa Konseyi üyeliği çerçevesindeki taahhütlerinizle bağdaşmadığı AİHM tarafından defaatle tespit edilirken, öbür yandan hiç bir şey olmamış gibi halâ sosyal medyaya yeni yasaklar getirme arayışınızı sürdürüyorsunuz! 

Siyasi iktidar açısından buna benzer bir duruma sivil toplumu neredeyse tümüyle kendi kontrolü altına alma çabasını sözde meşrulaştıracak hukukî düzenlemeler yapmaya devam etmesinde tanık olduk. Nitekim geçen ay sonunda Cumhurbaşkanı çıkardığı bir kararnâmeyle kendisine bağlı olan Devlet Denetleme Kurulu’nun (DDK) -zaten sivil alana da uzanan- yetki alanını başka sivil örgütleri de kapsayacak şekilde daha da genişletti. Yapılan değişiklikle, DDK’nın zaten yetki alanında olan ‘’kamuya yararlı’’ dernekler ve vakıflara ek olarak, artık ‘’kooperatiflerde, birliklerde ve bu kurum ve kuruluşların her türlü ortaklık ve iştiraklerinde’’ de denetim yapabilmesini öngörülmektedir. Bu durumun mevcut iktidarın baskıcı eğilimini teyit eden yeni bir gelişme olmasının yanı sıra, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğiyle ve ‘’uluslararası insan hakları hukuku’’yla da bağdaşmadığı açıktır.

AKP’nin baskıcı eğilimini, din istismarını kendi iktidarını tahkim eden bir araç olarak kullanma yolundaki siyasî hamlelerine geçen günlerde bir yenisini daha eklemesinde de gözledik. Nitekim, Cumhurbaşkanı yeni adlî yılı Diyanet İşleri Başkanı’nın okuduğu dua ile başlattı. Bu olay, sadece din istismarı olması ve adalete güveni sarsması açısından değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal bir vasfı olan laikliğe ters düşmesi açısından da yaygın tepki topladı.

Bütün bunlar olurken, siyasetteki gelişmeler 2022 sonbaharı ile 2023 Nisan’ı arasında bir tarihte genel seçime gidilmesinin kuvvetli bir ihtimal olduğunu gösteriyor. AKP-MHP ittifakı cumhurbaşkanlığı ve yasama organı seçimlerini başlıca iki nedenle normal zamanından önce yapmak zorunda. Her şeyden önce, normal zamanında yapılacak bir seçimde Tayyip Erdoğan’ın yeniden aday olmasına anayasal olarak imkân yok. Öte yandan seçmen desteği günden güne eriyen iktidar blokunun çok geç olmadan seçime gitmesi gerekiyor. AKP’nin tek başına yasama organında çoğunluğu elde edemeyeceği ve kendi adayını cumhurbaşkanı seçtiremeyeceği kesin olunca, MHP’nin seçmen desteğindeki gerilemenin ulusal seçim barajı olan % 10’un altına düştüğü gerçeği iktidar bloku için bir alarm niteliği kazanıyor. Öyle görünüyor ki, tam da bunun için Cumhurbaşkanı Erdoğan ulusal barajın % 7’ye düşürüleceğini söylemek suretiyle, gayrı resmî ortağını –ve dolayısıyla kendi partisini de- mukadder kötü akıbetinden kurtarmaya çalışıyor.  

Bu arada, Mısır’la ilişkileri yeniden düzeltme girişiminde olduğu gibi- hükûmetin bir yandan son yıllarda izlediği yanlış dış politikanın neden olduğu hasarı telâfi etmeye çalışırken, öbür yandan Afganistan’daki Taliban iktidarıyla ilişkilerinin nasıl bir zemine oturtacağı konusunda kafa karışıklığı ve tereddüt yaşadığı dikkat çekmektedir. Öyle görünüyor ki, Erdoğan’ın bilinen ideolojik eğilimi Afganistan’la ilgili politikanın belirlenmesinde onu maalesef akıldan çok Taliban’ın dinsel yorumuna (köktenci Sünniliğe) duyduğu sempatiyi esas almaya itmektedir. 

Gelecek sayıda buluşmak üzere.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Seçim Barajının Yüzde 7’ye Düşürüleceğini Açıkladı

Cumhurbaşkanı Erdoğan seçim barajının yüzde 7’ye düşürülmesi konusunda Cumhur İttifakı olarak karar kıldıklarını bildirdi.[1] Cumhur İttifakı’nın diğer ortağı olan MHP lideri Devlet Bahçeli de yaptığı yazılı açıklamada yüzde 7’lik seçim barajının “temsilde adalet” ilkesine derinlik ve canlılık katacağını belirtti.[2] Sayın Bahçeli her ne kadar daha önceki yıllarda seçim barajının düşürülmesi fikrine karşı çıkan bir siyasi figür olarak öne çıkmış olsa da seçim barajının düşürülmesini savunuyor olması demokrasi adına sevindirici bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Öte yandan Bahçeli’nin tutumundaki değişikliğin esas nedeni MHP’nin oy oranlarındaki hızlı düşüş ve seçim anketlerinde yüzde 7-8 civarında seçmen desteğine sahip olması olarak gözüküyor. Seçim barajının ne olması gerektiğine dair tartışmalarda ilk olarak yüzde 5 oranı dile getiriliyordu. Ne var ki, düşük oy oranına sahip olan ve yeni kurulan partilerin bir ittifak kurarak barajı geçmeleri ihtimaline karşılık yüzde 7’de karar kılınmış gibi gözüküyor.

Parlamenter rejimlerde yürütme organına istikrar sağlama amacıyla getirilen seçim barajları Türkiye’de oldukça kesif bir biçimde kullanıldı. Bir olgu olarak, Türkiye demokratik ülkeler arasında en yüksek seçim barajına sahip olan ülke durumundadır. 1982 Anayasasının miras bıraktığı anti demokratik uygulamalardan biri olan yüksek seçim barajı yakın siyasi tarihte büyük temsilde adalet sorunları doğurmuştur. Dahası, Türkiye 2018 yılından itibaren başkanlık sistemine geçmiş olmasına rağmen, başka bir ifadeyle, yürütme yasama çoğunluğundan bağışık olarak artık varlığını sürdürebiliyor olmasına rağmen, seçim barajının tamamen kaldırılması bir yana düşürülmesi dahi iktidarın ajandasında yer almamıştı. İktidar partisi, 2017 referandumuyla birlikte, dünyada benzeri olmayan bir sistem icat etmişti. Nihayetinde, parlamenter ve başkanlık sistemlerinin yürütmeyi güçlendirip temsilde adaleti azaltan kurallarını bir araya getiren bir kurumsal dizayn ortaya koymuştu. Ayrıca partilerin seçim ittifakı kurmaları durumunda, ittifakın toplam oy oranı yüzde 10’u geçmesi halinde o ittifak içinde yer alan düşük oy oranı alan partilerin seçim barajına takılmamalarını sağlayan bir yasal düzenleme gerçekleştirmişlerdi. Bu değişiklik de yine MHP’nin baraja takılmamasını sağlamak ve HDP’nin hiçbir partiyle seçim ittifakı kurmadan yüzde 10 barajına takılması umuduyla gerçekleştirilmişti. Seçim barajının yüzde 7’ye düşmesi yüzde 10 olarak kalmasından daha iyi olsa da seçim barajının düşürülmesi geniş katılımlı, partilerin mutabık kaldığı bir kamusal tartışmanın veya kapsamlı bir demokratik programın bir çıktısı olmaktan çok iktidardaki partinin ve onun müttefikinin siyasi hesaplamaları sonucunda ortaya çıkmıştır.

AİHM Facebook Paylaşımı Nedeniyle Cezalandırılan İmamın Haklarının İhlaline Karar Verdi

İfade özgürlüğünün hiçe sayıldığı, sosyal medyadaki önemsiz ve etkisiz paylaşımlar için bile Türkiye’de ceza davaları açılmakta ve mahkumiyet kararları verilmektedir. Hükümet sosyal medyaya ilişkin yeni yasaklar ve sınırlamalar getirmek için yasa değişikliği çalışmaları yürütürken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sosyal medya paylaşımları dolayısıyla çeşitli yaptırımlara tabi tutulan kişilerin yaptığı başvurularda ihlal kararları vermeye devam ediyor. 31 Ağustos 2021 tarihinde açıkladığı yeni kararında AİHM, Diyarbakır’da imam olarak görev yapan başvurucunun, Facebook hesabından 2015 ve 2016 yıllarında, başkaları tarafından üretilen iki içeriği paylaştığı gerekçesiyle cezalandırılması dolayısıyla ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi.[3] Başvurucunun paylaştığı içeriklerden biri yıkılan binaların önünde duran iki YPG üyesinin fotoğrafını içermektedir.  İkinci paylaşım, bir sokağın ortasında yakılan ateşin önünde bulunan bir gösterici kalabalığının fotoğrafını ve altında yer alan şu cümleyi içermektedir: “Sur’daki kardeşlerimiz rahat etmezse biz de edemeyiz. Herkes tepki için paylaşsın, hiçbir şey yapamıyorsanız hiç değilse herkesin bilmesini sağlayın.” Yerel mahkeme, bu iki yayının şiddet çağrısı niteliği taşıdığını ve bu nedenle başvurucunun eyleminin bir terör örgütünün cebir, şiddet ve tehdit yöntemlerini meşrulaştırdığını ve teşvik ettiğini kabul etmiş ve terör örgütü propagandası yapmaktan bir yıl, altı ay, 22 gün hapis cezasına çarptırarak hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına (HAGB) karar vermiştir.

Daha sonra başvurucu, FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü) ile bağlantısı olduğu iddiasıyla olağanüstü hâl döneminde bir kanun hükmünde kararname ile kamu görevinden ihraç edilmiştir. Ayrıca PKK (Kürdistan İşçi Partisi) ile bağlantısı olduğu iddiasıyla Diyanet İşleri Başkanlığı Disiplin Kurulu tarafından da kamu görevinden ihraç edilmiştir.

Başvurucu adil yargılanma hakkının ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuştur. Anayasa Mahkemesi başvurunun süresinde yapılmadığı gerekçesiyle başvuruyu kabul edilemez bulmuştur. Bunu üzerine başvurucu mahkemeye erişim hakkının ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiği gerekçesiyle AİHM’e başvurmuştur.

AİHM ilk olarak AYM’nin süre aşımı nedeniyle ret kararı vermesinin başvurucunun mahkemeye erişim hakkını ihlal edip etmediğini incelemiştir. AİHM hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı aleyhine yapılan itiraz üzerine verilen ret kararının mahkemenin aksi yöndeki kararına rağmen başvurucuya tebliğ edilmediğini not etmiştir. Hükümet, AYM’nin tebliğ edilmeyen Yargıtay kararlarının yerel mahkemenin dosyasına girişinden itibaren en geç üç ay sonra öğrenmiş sayılacağı yönündeki içtihadını uyguladığını iddia etmiştir. Mahkeme, yasada açık bir tebliğ yükümlülüğü öngörülmediğinden ceza davalarında Yargıtay kararlarının tebliğ edilmemesi yönünde yerleşik bir uygulama varken, HAGB kararına itirazın reddine ilişkin kararların genellikle tebliğ edildiğini tespit etmiştir. Somut olayda itirazı inceleyen mahkemenin tebliğe karar vermesine rağmen dava mahkemesinin kesinleşen kararı başvurucuya tebliğ etmediğini, başvurucunun itiraz tarihinden on ay sonra dava mahkemesine giderek kesinleşme kararını elden tebliğ aldığını, bu sürenin yerel uygulamalar dikkate alındığında makul sayılabileceğini belirten AİHM, AYM’nin süre koşulunu somut olayın özelliklerini dikkate almadan çok şekilci bir şekilde yorumladığına ve başvurucunun mahkemeye erişim hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir.

İfade özgürlüğü yönünden ise, Mahkeme, yerel mahkemenin başvurucunun Facebook hesabından paylaştığı iki içerik ile terör örgütünün cebir şiddet ve tehdit içeren yöntemlerini övdüğünü, meşrulaştırdığını ya da teşvik ettiğini gösteremediklerini belirterek, başvurucunun ifade özgürlüğüne yönelik sınırlamanın demokratik bir toplumda gerekli olduğunu ortaya koyamadığını belirterek Sözleşmenin 10. Maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.

Karara farklı gerekçe yazan iki yargıç Mahkemenin ifade özgürlüğü ihlaline ilişkin usul yaklaşımının mevcut davada yeterli olmadığını, şikayetlerin esastan incelenerek ifade özgürlüğünün esastan ihlal edildiğinin tespit edilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Yani ihlalin yerel mahkemelerin yeterli gerekçe sunmamasından ziyade, başvurucunun paylaşımlarının içeriğinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğunun tespit edilmesinin, terörle mücadele bahanesiyle ifade özgürlüğünün gereksiz yere kısıtlanmasını önlemek bakımından önemli olduğunu belirtmişlerdir. Diğer bir yargıç da 6. Madde ihlalinin mahkemeye erişim hakkından ziyade gerekçeli karar hakkından verilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Türk lirasına Güvensizlik Devam Ediyor

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) verilerine göre 27 Ağustos’ta biten hafta itibariyle yabancı para cinsinden mevduatlar önemli oranda arttı. 4 milyar 80 milyon dolarlık artışın ardından döviz mevduatı toplam 259,4 milyar dolara yükseldi. Bu artışın ardından yaşanan dolardaki gerilemeye rağmen 2 Eylül itibariyle açıklanan verilerde de döviz cinsinden mevduatların 261,6 milyar dolara yükseldiğini gördük.[4] Peki, Türk lirası dolar karşısında değer kazanırken ve ABD doları neredeyse tüm gelişmekte olan para birimleri karşısında değer kaybederken Türkiye’de neden hala yabancı para cinsinden mevduatların değeri artıyor? Başka bir ifadeyle, insanlar neden hala Türk lirasının bir değer koruma yeteneği kazanamadığını düşünüyorlar? Bunlar çok önemli sorular ve insanların ekonomiye karşı güvenleri dahil olmak üzere birçok iktisadi kararı etkiliyorlar. Bu durumun ortaya çıkmasında iki önemli neden etkili olmuştur.

Birincisi, 3 Eylül tarihinde Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) açıkladığı verilere göre Ağustos ayında Tüketici Fiyat Endeksi yani tüketici enflasyonu %19,25 olarak gerçekleşti.[5] Bu durum mevduat faizlerinin reel getirilerinin eksiye dönmesine sebep oldu. Yani Türkiye’de yaşayan bir insan artık tasarruflarını bankalara koyduğunda parasının reel değeri düşüyor. Daha önceki bültenlerimizde değindiğimiz üzere zaten TÜİK’in enflasyon hesaplarına belli bir güvensizlik vardı ve bu nedenle üstü örtülü de olsa mevduat getirilerinin enflasyon daha düşük olduğu konuşuluyordu. Bu son açıklanan verilerle bu durum resmen gerçekleşti.

İkincisi ise birçok kez gündemimize gelen faiz indirimleri konusu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan her fırsat bulduğunda faizlerin düşmesi gerektiği yönünde açıklamalar yapmaktan çekinmiyor. Doların küresel piyasalarda değer kaybı sonrası Erdoğan, yine faiz indirimi konusunu gündemine almıştı. Fakat döviz cinsinden mevduatların bu denli yüksek olduğu bir ülkede, yani dövize talebin hala sona ermediği bir ülkede faizlerin indirilmesi doların dünyada değer kaybederken Türkiye’de değer kazanması sonucunu doğurabilir.

DDK’nın denetleme alanına kooperatifler ve birlikler ile vakıf, dernek, meslek kuruluşlarının kurduğu ortaklıklar ve iştirakler de eklendi

Sivil toplum kuruluşları üzerinde artan siyasi baskılara bir yenisi daha eklendi. 7262 sayılı Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun’un ardından şimdi de Devlet Denetleme Kurulu meslek kuruluşları, sendikalar, kamuya yararlı dernekler ile vakıfların “denetim kurulunun yetkilerini” kullanabilecek. Temmuz 2018’den bu yana Devlet Denetleme Kurulunun yetki alanı kararnameler ile genişletilmeye devam edilmekteydi. Resmi Gazete’de yayınlanan 20 Ağustos 2021 tarihli kararnameye göre bu yetkilere bir yenisi daha eklenmiş oldu.[6] Bu değişiklik sivil toplumun etki alanına devlet müdahalesinin derinleştirilmesinin söz konusu olması sebebiyle tepki ve tartışmalara yol açtı.

Resmi Gazete’de yer alan değişikliğe göre, Madde 2 uyarınca önceden “derneklerde ve vakıflarda” ibaresi “derneklerde, vakıflarda, kooperatiflerde, birliklerde ve bu kurum ve kuruluşların her türlü ortaklık ve iştiraklerinde” şeklinde değiştirilmiştir. Kararnamenin bir sonraki maddesinde yer alan ifadeye göre ise Cumhurbaşkanlığına bağlı DDK’nın meslek kuruluşları, sendikalar, kamuya yararlı derneklerle vakıfların denetim kurullarının yetkilerini kullanabileceği ön görülmektedir.

CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen, denetlemelerin kendi içinde kötü olmadığı ve sağlanması gerektiği; yalnız bu denetlemenin tek bir elde toplanmasının ve cumhurbaşkanının parti mensubu oluşunun DDK’nın Türkiye’deki sivil toplum örgütlerini, kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerini ‘denetleme sopası’ ile hizaya getirmesini amaçladığını dile getirdi. [7]

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş’un ifadesine göre, ‘Burada aslında, Devlet Denetleme Kuruluna bu yetkilerin genişletilmesiyle birlikte hem meslek örgütleri hem vakıflar ve dernekler gibi toplumsal muhalefetin diri unsurlarına cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin tek adam yetkisiyle denetleme baskısı kurması anlamına geliyor.’ [8]

ÇYDD Yönetim Kurulu Üyesi Sedat Durna ise, DDK tarafından gönderilen denetçilerin derneğin denetim birimlerinin yetkilerine haiz olacağı bu düzenlemenin getirilmesinin olağandışı yaklaşım kaygısı doğurduğuna dikkat çekiyor.[9] Dahası denetleme göreviyle dernekte bulunacak olan yetkililer cumhurbaşkanı tarafından verilecek “diğer işleri” yapmakla yükümlü olmakla beraber her türlü bilgi ve belgeye (açık veya gizli) de erişme hakkına sahip olacak. DDK’nın bir derneğin denetim kurulunun yetkilerini bu şekilde üstlenmelerinin önünün açılması, aynı zamanda DDK’nın olağanüstü genel kurul da isteyebileceği anlamına geldiği için, bu değişiklik Anayasa md.33’te yer alan dernek kurma ve yönetme özgürlüğüne aykırı olduğu ifade edilmektedir.

Hali hazırda İçişleri Bakanlığı 2019/1 sayılı Genelgesine göre 5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 19. maddesinde derneklerin gerek görülen hallerde İçişleri Bakanı ve mülki idare amirleri tarafından denetletileceği belirtilmiş, aynı Kanunun 27. maddesinde kamu yararına çalışma statüsü bulunan derneklerin iki yılda bir denetlenmesi gerektiği hüküm altına alınmıştır. Mevcut denetimler ve siyasi baskılara 7262 sayılı Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun ve DDK’nın dernek denetleme organı gibi çalışabilecek olması eklendiğinde Türkiye sivil toplumunun ve katılımcı demokrasi kültürünün büyük yaralar alması kaçınılmaz olmuştur.


[1] https://www.indyturk.com/node/404956/erdo%C4%9Fan%E2%80%99dan-se%C3%A7im-baraj%C4%B1-a%C3%A7%C4%B1klamas%C4%B1-%C5%9Fu-anda-belirgin-hale-gelen-y%C3%BCzde-7

[2] https://tr.sputniknews.com/20210903/bahceli-yuzde-7-secim-baraji-temsilde-adalet-ilkesine-derinlik-ve-canlilik-katacak-1048591172.html

[3] Üçdağ/Türkiye, no. 23314/19, 31.08.2021, http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-211581

[4] https://www.bddk.org.tr/BultenGunluk/en

[5] https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Consumer-Price-Index-August-2021-37386

[6] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/08/20210820.pdf

[7] https://www.evrensel.net/haber/441307/devlet-denetleme-kurulunun-hangi-yetkileri-genisletildi-degisikligin-anlami-ne

[8] https://www.dw.com/tr/stklar-%C3%BCzerindeki-denetim-yetkisinin-geni%C5%9Fletilmesine-tepki/av-58935671

[9] https://www.dw.com/tr/stklar-%C3%BCzerindeki-denetim-yetkisinin-geni%C5%9Fletilmesine-tepki/av-58935671

Önceki İçerikDSÖ’nün Alkol Tüketimini Düşürmek Amaçlı Aksiyon Planına İlişkin Danışma Raporu
Sonraki İçerikDÜNYA EKONOMİK ÖZGÜRLÜKLER ENDEKSİ