Editör’den,

Son birkaç haftadır Türkiye siyasetinin öne çıkan tartışma konusunu, ekonominin geneldeki kötüye gidişi ve buna paralel olarak döviz kurundaki aşırı yükselme oluşturmaktadır. Hükûmetin, daha doğrusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın izlediği yanlış ekonomik politikanın sonucu olarak Türk Lirasının Amerikan Doları ve Euro gibi önde gelen yabancı paralar karşısında değerinin günden güne azalması ve enflasyonun yükselmeye devam etmesi toplumun bütünüyle gitgide yoksullaşmasına neden olmaktadır.

Bu politika en çok ta, düzenli geliri olmayanlar başta olmak üzere dar gelirliler ile son bir ay içinde ücret veya maaşlarının değeri yarı yarıya azalan kamu kesiminde veya özel kesimde çalışan memur ve işçiler ile emeklileri zorlu bir geçim sıkıntısıyla karşı karşıya bırakmış bulunuyor. Bu arada, hükûmetin ‘’asgarî ücret’’i %50 oranında artırmasının istenen sonucu vereceği de şüpheli görünüyor. Nitekim uzmanlar bu durumun işsizliğe ve kayıt dışılığa yol açma ihtimaline dikkat çekiyorlar.

Öte yandan, hayat pahalılığının artmasından öğrenciler de çeşitli şekillerde zarar görüyorlar. Özellikle ailelerinden uzakta okumak durumunda olan yükseköğretim öğrencileri, mevcut yurt kapasitesinin yetersizliğinin de katkısıyla,  en temel ihtiyaç olan barınma sorunuyla karşı karşıya kalmakta; işin kötüsü, öğrencilerin sorunlarını yetkili makamlara duyurma çabaları da kolluk kuvvetleri tarafından şiddet kullanılarak engellenmektedir.   

Rejimin baskıcılığı başka konularla ilgili olarak ta kendisini göstermeye devam ediyor. AKP yönetiminin dünya görüşü ve hayat tarzından hazzetmediği kesimler ve onların sivil temsilcileri üzerindeki baskısı yeni örneklerle devam etmektedir. Kamu makamlarının son zamanlarda bu amaçla en fazla kullandıkları araç bu sayfalarda daha önce birkaç defa atıfta bulunduğumuz 7262 sayılı ‘’Kitle İmha Silâhlarının Yayılmasının ve Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun’’dur. İlgili makamların bu Kanunun öngördüğü denetim mekanizmasını, kendilerince yanlış amaçlar güden sivil toplum örgütleri üzerinde ‘’Demokles Kılıcı’’ gibi kullanma uygulamasını son zamanlarda LGBT+ grupların dernekleri üzerinde yoğunlaştırdığı dikkati çekmektedir. Buna karşılık, muhafazakâr eğilimli derneklerin bu tür denetimlerden pek rahatsız olmamaları da şaşırtıcı değildir. 

Geçen haftanın başka bir önemli olayı da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, gazeteci Nazlı Ilıcak’ın ‘’FETÖ’’ üyesi olduğu ve 15 Temmuz darbe girişimini desteklediği isnatlarıyla gözaltına alınıp uzun süre tutuklu kalmasının kendisinin hem ‘’özgürlük ve güvenlik’’ hakkını (m. 5/2), hem de ‘’ifade hürriyeti’’ni (m. 10) ihlâl ettiğine ilişkin kararını açıklaması oldu.

Mahkemeye göre, Nazlı Ilıcak’ın bir terörist örgüt üyesi olduğundan veya hükûmeti devirmeye yahut görevini yerine getirmesini engellemeye teşebbüs suçlarını işlediğinden şüphelenmek için hiçbir makul neden bulunmamaktadır. Ilıcak’a yöneltilen suçlar ve bu arada tutuklanmasının dayandırıldığı yazı ve tweetleri zaten herkesçe bilinen olgular ve olaylara ilişkin olup, olağan özgürlük kullanımları niteliğinde olan bu yazı ve tweetlerin terörist örgütlerin yasadışı amaçlarına katkı yapmak veya hükûmeti yahut anayasal düzeni devirmek gibi amaçlarla da ilgisi yoktur. Belirli bir medya grubunda gazeteci olarak çalışması ve darbe girişiminin muhtemel failleri hakkında şüphe izhar eden tweetler atması tek başına Ilıcak’ın terörist olduğunu göstermez.

Öte yandan, Ilıcak’ın belirli hükûmet görevlilerine yönelik yolsuzluk suçlamalarıyla ilgili olan 17-25 Aralık 2013 olayları hakkında makaleler ve mülâkatlar yayımlaması ve bu arada hükûmetin pozisyonuna aykırı görüşler dâhil olmak üzere çeşitli bakış açıları hakkında kamuyu bilgilendirmesi de normal bir gazetecilik görevidir. Kaldı ki, Ilıcak’ın hakkında yorum ve değerlendirme yaptığı konular Türkiye’de ve dünyada siyasî partilerin, basının, hükûmet-dışı organizasyonların, sivil toplum temsilcilerinin ve uluslararası kamusal örgütlerin katıldığı geniş bir kamusal tartışmanın konusu olmuştur.

Bu ve Gülen Cemaatiyle bağlantılı olarak AİHM’nin son zamanlarda verdiği diğer kararlar ‘’FETÖ’’ kimliği ve üyeliği etrafında şekillenen başka davaları da etkileme potansiyeline sahiptir. Ayrıca, hükûmetin 15 Temmuz darbe girişimi hakkındaki resmî yorumunun doğruluğundan kuşku duyanlar da bu kararları kendi pozisyonlarına yapılan yargısal bir destek olarak okuyabilirler.

Barınamayanlar Hareketi’nden 30 Kişi Gözaltına Alındı

Ekonomik krizin en ağır biçimde vurduğu kesimlerin başında öğrenciler geliyor. Özellikle büyük şehirlerde kira fiyatlarının yükselmesi birçok öğrenciyi barınma sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Hayat pahalılığının yanı sıra devlet yurtlarının yetersiz kalmasıyla birlikte birçok öğrenci barınma ihtiyacının karşılayamamaktadır. Hükümetin etkin olmayan politikalarını eleştiren ‘’Barınamıyoruz Hareketi’’ geçtiğimiz yıl boyunca barınma sorununu çeşitli yöntemlerle gündeme getirmeye çalıştı. Ne var ki, ‘’Barınamıyoruz Hareketi’’nin düzenlediği birçok gösteri yürüyüşü idari engellerle ve kolluk kuvvetlerinin orantısız şiddetiyle karşılaştı.

12 Aralık’ta Ulus’ta basın açıklaması yapmak isteyen ‘’Barınamıyoruz Hareketi’’ ilk olarak Valiliğin yasağı ile karşılaştı. Yasağın yasal bir zemini olmadığını ileri süren ‘’Barınamıyoruz Hareketi’’ üyesi bir grup öğrenci Ankara’ya gelme kararından vazgeçmedi. Bunun üzerine Ankara girişinde otobüsü durdurulan 30 öğrenci polisin sert müdahalesiyle karşılaştı ve daha sonra plastik kelepçeyle gözaltına alındı. Öğrenciler gözaltı sırasında 10 arkadaşlarının ağır darbe aldığını dile getirdiler. Kolluk kuvvetlerinin gözaltına aldıkları arasında olayı görüntüleyen Nebiye Arı, Yağmur Kaya ve Hilal Işık gibi gazeteciler de vardı.

Özellikle son yıllarda hükümetin var olan sorunları çözmeye yönelik kapsamlı bir yaklaşım sergilemekten çok kamusal alanda sorunları dile getiren ve gündem oluşturmaya çalışan insanları hedef almaya mesai harcadığını görüyoruz. Hükümetin ‘’Barınamayanlar Hareketi’’nin düzenlediği protestoları barınma sorununun bir tezahürü olarak görmek yerine kendi varoluşuna tehdit olarak görmesi, onun hem gerçeklikten ne kadar koptuğunu hem de kendine tehdit gördüğü topluluklara ne kadar acımasızca davranabildiğini göstermektedir.

AİHM Nazlı Ilıcak’ın Tutuklanmasının Sözleşmeyi İhlal Ettiğine Karar Verdi

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gazeteci Nazlı Ilıcak tarafından yapılan bireysel başvuruya ilişkin 14 Aralık 2021 tarihli kararında başvurucunun Sözleşmenin 5 ve. 10. Maddelerinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkı ile ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi.[1] Nazlı Ilıcak 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen başarısız darbe girişiminden sonra terör örgütüne üyelik, hükümeti devirmeye teşebbüs ve anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçlamaları ile tutuklanmıştır. Bu suçlamaların dayanağı olarak başvurucunun Gülen yapılanmasına ait gazete ve televizyonlarda çalışması, 17-25 Aralık 2013 operasyonlarını övücü yayınlar yapması, bu operasyonları yürüten savcı ve polis şefleri ile röportajlar yapması ve Gülen yapılanmasına mensup kişilerle irtibatının olması gibi nedenler ileri sürülmüştür. Mahkeme öncelikle ömür boyu hapis cezasını gerektiren bu ağır suçlamalara dayanak olarak gösterilen hususların objektif üçüncü kişileri ikna edecek makul bir suç şüphesi olarak kabul edilip edilemeyeceğini değerlendirmiştir.

Bu çerçevede Mahkeme, yasal olarak faaliyet yürüten medya organlarında çalışmanın tek başına bir suç şüphesi oluşturmayacağı tespitinde bulunmuştur. İkinci olarak 17-25 Aralık 2013 operasyonlarının tüm medyanın ve muhalefet partilerinin gündeminde olduğunu, bu konuda parlamentoda bir soruşturma komisyonu kurulduğunu, tüm muhalefet partilerine mensup milletvekillerinin soruşturma açılması gerektiği yönünde oy kullandığını, soruşturma açılmasının iktidar çoğunluğunun oylarıyla reddedildiğini hatırlatan Mahkeme bu konuda yayın yapmanın gazeteciliğin gereği olduğunu belirtmiştir. Bu yayınların herhangi bir gazetecinin yapması gerektiği gibi kamu yararını ilgilendiren bir konuda hükümetin bakış açısından farklı da olsa çeşitli bakış açılarının kamuoyunun bilgisine sunulması rolünün gereği olduğunu hatırlatmıştır. Aynı şekilde söz konusu operasyonları yürüten savcı ve polis müdürleri ile röportaj yapmanın da gazetecilik faaliyeti olduğunu belirten Mahkeme söz konusu tarihte bu kişilerin terör örgütü mensubu olduğuna yönelik bir suçlama ya da karar bulunmadığını vurgulamıştır.  Sonradan bu kişilerin örgüt üyeliği ile suçlanmış olmasının ya da söz konusu yayınların sonradan muhalefet ya da örgütlerce hükümeti eleştirmek için kullanılmasının bu yayınların kamusal tartışmaya katkısını ve gazetecilik değerini azaltmayacağını belirten Mahkeme, ayrıca başvurucunun bu yayınları örgütün talimatıyla ve şiddet kullanmayı meşrulaştırmak amacıyla yaptığına dair kamu otoritelerinin somut bir delil ortaya koyamadığına da işaret etmiştir.[2]

Sonuç olarak Mahkeme, başvurucunun belirli medya organlarında çalışması ve önemli bir kamusal tartışmaya katkı niteliğindeki yayınlarının kamu otoriteleri tarafından terör örgütü ve darbeyle ilişkilendirilmesinin kabul edilebilir bir değerlendirme olmadığına karar vermiştir.

Daha sonra Mahkeme başvurucunun suçlanmasına dayanak oluşturan darbe girişimi sonrasında attığı tweetleri incelemiştir. Tweetleri üç kategoride ele alan Mahkeme, birinci kategorinin darbe teşebbüsünün arkasında hangi grupların olduğuna dair sorgulamaları içerdiğini, ikinci kategorinin hükümetin FETÖ/PDY ile mücadelede aldığı tedbirleri eleştirdiğini, üçüncü kategorinin ise hükümetin darbe teşebbüsü öncesi ve sonrası uygulama ve politikalarının demokratik hukuk devleti ilkelerine uygunluğunu tartıştığını belirtmiştir. Bu tweetlerin tamamının bir gazeteci ve köşe yazarı olan başvurucunun önemli bir kamusal tartışmaya katkısı niteliğinde olduğu, herhangi bir şekilde şiddete teşviki içermediği ve darbe teşebbüsünü meşrulaştırma amacı gütmediğini tespit eden Mahkeme, bu görüşlerin hükümetin yaklaşımını eleştiren muhalif bir pozisyonu yansıttığını ve benzer görüşlerin hem ulusal hem de uluslararası düzeyde basın, siyasetçiler ve sivil toplum tarafından da dile getirildiğini belirtmiştir.[3]

Son olarak, başvurucuya yöneltilen Gülen yapılanması içindeki üst düzey gazeteciler, yayın yönetmenleri, program yapımcıları ile görüşmeler, çalıştığı gazete ve televizyonlardan aldığı maaşlar, el konulan bilgisayarında bulunan bazı siyasi ve yargısal olaylara ilişkin tarihler, çeşitli, fotoğraflar gibi delilleri değerlendiren Mahkeme, bunların olağan gazetecilik faaliyetleri olduğu ve suç delili olarak kabul edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır.

Bu nedenle Mahkeme, başvurucunun suç işlediğine dair makul bir şüphe bulunmadan özgürlüğünden yoksun bırakıldığı ve meşru gazetecilik faaliyetleri nedeniyle suçlandığı gerekçesiyle özgürlük ve güvenlik hakkının ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir.

Türk Lirası için Yeni Bir Kara Hafta

13 Aralık 2021 haftası hem dünya ekonomisi hem de Türkiye ekonomisi açısından oldukça hızlı geçti. Yılın sonuna yaklaşılırken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomi politikası da olumsuz etkilerini oldukça hızlı bir şekilde göstermeye başladı. Tabii bu etki kendini en çok da döviz kuru üzerinde gösterdi. Pazartesi günü yurtiçi piyasalar açılmadan önce 13,82 seviyesinde işlem gören USD/TL kuru piyasanın açılmasıyla birlikte çok hızlı bir şekilde yüzde 5,34 oranında artarak 14,56 seviyelerine geldi. Piyasa kapanışında ise kur yüzde 6,17 azalarak 13,66 seviyelerinden günü kapattı. Bu kadar ayrıntının birçok anlamı var. Sadece bir iş günü içerisinde yani dokuz saatte kurun bu denli oynak olması gerçekten inanılmaz bir dengesizlik ve öngörülebilirlik sorunu yaratıyor.

Oynaklık sadece hafta başında yaşananlarla sınırlı kalmadı. Çarşamba günü FED’in FOMC toplantısından çıkan kararlar da büyük oranda gelişmekte olan ülkelerin para birimlerine, ama en çok da Türk lirasına darbe vurdu. FED sürekli geçici olarak gördüğünü belirttiği enflasyonun artık geçici olmayabileceğini kabul etti ve varlık alımı azaltma programını da hızlandırdı. Genel olarak 2022 içerisinde üç kez faiz indirimi yapacağına ilişkin beklentiler pekişti. Bu nedenle Perşembe günü piyasalar açıldığında dolar TL’ye karşı bir atak daha yaptı.

Peki, aynı gün toplanan TCMB Para Politikası Kurulu ne yaptı?… Tüm bu yaşananlara ve emarelere rağmen politika faizinde 100 baz puan (bps) indirim yaptı. Bu nedenle TL daha da zayıfladı ve bir dolar 15 TL oldu. Tarihî rekorlar üst üste geldi. Hafta kapanırken dolar 16,40 civarlarından işlem görüyordu. İşin kötü yani bir yıl vadeli USD/TRY kontratları ise 23 TL civarından işlem görmeye devam etmektedir. Serbest piyasanın hiçbir ölçütüne uymayan bir bakış açısını adeta kılıç gibi elinde sallayan iktidar Türkiye’nin geleceğine güveni her geçen gün daha da sarsmaya devam ediyor. Bu da dışarıdan yabancı para girişi olmamasına ve piyasanın sığ seyretmesine neden oluyor. Yerli de elindeki dövizi satmadığı zaman fiyat üzerinde yukarı yönlü baskı oluşuyor. İşlerin rayına girmesi için iktidarın olabilecek en kısa sürede bu yeni modelden vazgeçip hızlıca ekonomi yönetimini tamamen saygın isimlerle yeniden kurması ve iktisat bilimi aksine hareketlerine son vereceğini çok güçlü bir şekilde açıklaması gerekiyor.

Asgari Ücret Artışı ve Fiyat Mekanizmasının Bozulma Riski

Bu hafta ayrıca TCMB Para Piyasası Kurulu toplantısından sonra Erdoğan asgari ücrete yüzde 50’yi aşan bir oranda zam yapıldığını açıkladı. Türkiye asgari ücretin çok yanlış anlaşıldığı ve bu ücret tipinin neredeyse standart ücret haline geldiği bir ülke. Ücretli çalışanların yaklaşık yüzde 55’i asgari ücretle çalışmakta ve asgari ücret sürekli ortalama ücrete yaklaşmaktadır. Daha doğrusu ücretlerin genel ortalaması asgari ücret seviyesine düşüyor. Buna rağmen asgari ücret açıklaması yapıldıktan sonra birçok küçük ölçekli firmanın işçi çıkarma yoluna gideceğine dair duyum alındı. Bu süreç kayıt-dışı çalışmanın yaygınlaşması sonucunu doğuracak gibi görünüyor.

Peki, işçi çıkaramayan ama verimlilik açısından düşük sektörlerdeki işverenler ne yapacak? Türkiye hâlihazırda yüksek katma değerli ürün üretiminin tüm üretim içerisinde yüzde 2’ler civarında seyrettiği bir ülke. Bu nedenle çoğu sektörde iş aslında küçük kâr marjlarıyla yapılıyor. Hatta bazı sektörler halen emek yoğun bir çalışma sistemine sahipler. Bu gibi nedenlerle, ihracat yapan üretici için kısmen bir rahatlık olsa da halen yerli pazara da iş yapan üreticiler açısından asgari ücretteki bu artış büyük sorunları beraberinde getiriyor. İşverenin önünde iki seçenek bulunmaktadır. İşveren ya işçi çıkarmak ya da kayıt-dışı çalıştırmak durumunda kalacaktır. Denkleme dışarıdan eklenen değişken ise devletin ücretli çalışanlar için işverenleri sübvanse etmesi.

Bu senaryoların hepsi aslında sorunlu. İşveren işçi çıkartırsa işsizlik artacak. Kayıt-dışı çalışma yaygınlaşırsa zaten zor duru%5mda olan Hazine’nin gelirleri azalacak. Hâlihazırda asgarî ücretlilerden gelir vergisi alınmayacağı açıklandı ve bu dahi bütçeye ek bir yük getirdi. Eğer devlet desteği sağlanırsa yine Hazine tarafında yük oluşacak. Tüm bunların dışında hükümetin yeni ekonomi modeli çerçevesinde hem TL’nin değerinin düşmesini sağlayacak hem de tüm bu maliyeti finanse edecek bir yol daha var. Devlet sürekli iç borçlanma senedi çıkaracak. Merkez Bankası para basıp, bankaları fonlayacak. Bankalar da iç borçlanma araçlarıyla Hazine’yi fonlayacak. Ne var ki, eğer bu yöntem uygulanırsa enflasyon akıl almaz noktalara gidebilir.

Yeni STK Yasası Sonrası Yaşananlar II: LGBT+ Dernekleri vs. Hükümet Yanlısı Dernekler

Özgürlük Araştırmaları Derneği olarak Freedom House’un desteğiyle sürdürdüğümüz ‘’Türkiye’de Hukuk Devleti ve Demokrasi İzleme Projesi’’ kapsamında, “7262 Sayılı Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının ve Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun’’ üzerinden geçen bir yılın ardından, sivil toplumun yaşadığı idarî ve siyasî sorunlar ile hissettiklerini kayıt altına almak ve Sonuç Raporlarımız üzerinden savunuculuk faaliyetleri yapmak üzere bir dizi görüşme planladık. Bu bölümde bir LGBT+ derneği ve bir hükümet yanlısı dernek ile gerçekleştirilen görüşmelerden edinilen izlenimler karşılaştırmalı olarak analiz edilecektir.

Özgürlük Araştırmaları ekibinin 7262 sayılı Kanun’u tartışmak üzere hükümete yakınlığı ile bilinen dernekler ile bazı muhafazakâr derneklerden istediği sekiz randevudan sadece bir tanesine olumlu dönüş alındı. Yapılan görüşmede öne çıkan husus, Kanun henüz teklif aşamasındayken, kamuoyundaki tartışmaların da etkisiyle, ilgili Kanunun yurtiçi ve yurtdışında gerçekleştirdikleri yardım faaliyetlerine engel teşkil edebileceğine ilişkin endişelendikleri ancak herhangi bir sorun yaşamadıkları yönünde oldu. Geçtiğimiz yıl boyunca bir kez yurtiçi bir kez de yurtdışında yardım kampanyası düzenleyen derneğin yardım kampanyaları için izin alabilmeleri ve henüz bir denetime girmemiş olmaları da önemli bazı hususlar arasındadır. Her ne kadar Kanunun teklif aşamasında birtakım endişelere meydan vermesi dernek temsilcisi tarafından doğal bulunsa da geldiğimiz noktada derneklerin bu endişesinin yersiz olduğu, Kanunun sivil toplum kuruluşlarının sergilediği dağınık, denetimsiz görüntüyü sonlandırarak, daha disiplinli ve ülkeye daha faydalı bir sivil toplum oluşturmada etkili olacağı belirtildi.

Geçtiğimiz hafta yayınlanan Özgürlük Gündemi #26’da 7262 sayılı Kanun’dan sonra artan denetimler sonucu kimi derneklerin aynı yıl içinde ikinci kez denetlendiği ve yurtdışından hibe alan bazı derneklerin de İçişleri Bakanlığına bağlı Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü tarafından hedef alındığı belirtilmişti. Görüşme yapılan LGBT+ derneğine gelen denetmenlerin yaklaşık iki hafta boyunca ofiste, ardından bir buçuk ay boyunca da uzaktan bilgi ve belge isteyerek yaklaşık iki ay süren denetimleri bu son yaşananları daha da tartışmalı hale getirmektedir. Denetim süreci boyunca ofiste derneğin gündelik işleyişi tamamen durmuş ve derneğin düzenlediği eğitimlerin tüm içeriklerinin yazılı fotokopileri, önlü arkalı dahi olmaması gerektiği belirtilerek istenmiştir.

Denetim sonucunda herhangi bir yaptırımla karşılaşmayan dernek yine de partner ve üye ilişkilerinde ciddi düzenlemelere gitmek zorunda kalmış. İlk olarak 20 kadar üyenin Kanun’dan sonra üyelikten ayrıldığının ve yönetim kurulu üyelerinden bazılarının muhalif içerikli sosyal medya paylaşımlarından ötürü yönetim kurulu üyeliğinden istifa etmek istediklerinin altı çizildi. Buradaki en önemli sebep 7262 Sayılı Kanun’un 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu’na yaptığı atıftır. Terör tanımı o kadar geniş yorumlanmaktadır ki bir derneğin yönetim kurulu üyesi sosyal medya paylaşımlardan ötürü kolayca terör soruşturmasına konu olup, bir daha hiçbir derneğin karar organlarına giremez hale gelebilir; bu arada Derneğe de önce kayyum tayin edilip ardından mal varlığına el konabilir.  Üyelik başvurularının son yıllarda hızla azaldığı belirtilirken, aynı zamanda hükümetin ve hükümet yanlısı medyanın sık sık LGBT’li, LGBT Üyesi gibi sıfatlar kullanarak LGBT+’ları marjinalleştirme ve suç unsuru gibi gösterme çabasının da üyelik sayılarında ciddi düşüşe sebebiyet verdiği belirtildi.

Yardım kampanyaları için izin alamayacaklarına inanan dernek, LBGT+’lar için yardım kampanyaları organize etmeyi bırakmak zorunda kalmış ve sadece kampanya haberlerini paylaşmakla yetinmiştir. Son olarak üye aidatlarının çok düşük olması ve gelir getirici herhangi bir etkinlikleri olmadığını belirten Dernek yetkilisi, bu sürecin en büyük zararlarından birini yurtdışı fonları ve uluslararası iş birliklerine verdiğini belirtti. Kanun sonrasında yurtdışı partnerlerinin projelerde her türlü bilgi ve belgenin İngilizce çevirisini istemesi ve en ufak tartışmalı hususların reddedilmesi nedeniyle bu iş birliklerinin siyasi ilişkilere feda edilmesi sonucuna sebebiyet verebileceği belirtildi. Görüşmede ayrıca “7262 Sayılı Kanun sonrası bizim gibi, bugün bile meşruluğu sürekli sorgulanan gruplarla (LGBT+) çalışan sivil toplum kuruluşlarının hiçbir finansal kaynak bulamamasına kadar gidecek bir sürece girmiş olmaktan korkuyoruz.” denildi.


[1] Ilıcak/Türkiye (No:2), B. No:1210/17, 14.12.2021

[2] Para. 142-143

[3] Para. 144-150.

Önceki İçerikTürkiye’de Katılımcı Demokrasinin Durumu: Örgütlenme ve Toplanma Hakkı
Sonraki İçerikÖzgürlük Gündemi Sayı 28