‘’Rejim Sorunu’’ benim 1999 yılında yayımlanan bir kitabımın adıdır. Rejim sorunu ibaresiyle kastettiğim, siyasal sistem ve hükûmet sistemindeki, iktidardaki partiler ve siyasal kadrolarındaki ve kamu siyasetlerindeki büyüklü-küçüklü değişmelere rağmen, Türkiye’nin yerleşik düzeninin Cumhuriyetin başından beri esaslı bir değişikliğe uğramadan devam edegelmiş olmasıdır. Aslında bu düzenin fikrî ve kurumsal temelleri daha önce İttihat-Terakki döneminde atılmıştır.

Türkiye’nin rejim sorununun özünde şu iki unsur yer almaktadır: (1) Toplumun etnik-kültürel bakımdan türdeş bir ulus (Türk ulusu veya milleti) olarak tasarlanması, (2) Devletin toplum karşısındaki önceliğine ve devlet-toplum hiyerarşisine dayanan anlayış ve uygulama.

Oysa, her şeyden önce, Türkiye toplumu etnik-kültürel olarak homojen değil, heterojendir. Bu heterojen ve çoğulcu yapıda çoğunluğu oluşturan ento-kültürel topluluklar olarak Türkleri Kürtler izlemektedir. Türkiye’de, bu iki büyük topluluğa ek olarak, daha birçok irili-ufaklı etnik-kültürel grup veya topluluk ta yaşamaktadır. Devletin, resmî söylemi, hukuku ve uygulamasıyla Türkiye toplumunun bu kültürel çeşitliliğini yok sayması onu baskıcı olmaya iten ana nedenlerden biridir.

Türkiye’de rejimin baskıcılığını ortaya çıkaran diğer etken, devletin toplum karşısındaki önceliği ve devlet-toplum hiyerarşisidir. Bu hiyerarşiyi doğuran, devletin yurttaşlarını ‘’doğal haklar’’a sahip özgür ve özerk bireyler olarak görmemesi ve, bununla tutarlı olarak, bütün bir topluma vesayet etme iddiası gütmesidir. Başka bir deyişle, resmî görüş açısından, yurttaşlar topluluğu devletin kurucu özneleri olmaktan ziyade, pasif veya güdülen bir ‘’tebaa’’ oluşturmaktadır.

Bu nedenle, Türkiye’de kamu gücü kullananların yurttaşlara saygı duymamaları ve onlara eşitleri değil de astlarıymışlar gibi davranmaları hiç te şaşırtıcı değildir. Devlet nominal olarak ‘’Türklerindir’’ (Sünnî Türklerin) ama onları bile ‘’başıboş’’ bırakacak kadar değil. Onun için, devlet nazarında Sünnî Türklerin bile vesayetçi bir seçkinler zümresinin gözetimine ihtiyacı vardır.

Yerleşik düzenin dayandığı bu düşünsel arka planın ideolojik görünümü ise hikmet-i hükûmet felsefesiyle pekiştirilmiş bir ideolojik Kemalizmdir. Bu ideolojik bileşim ‘’hikmetinden sual olunamaz’’ olan Türk Devletine çok güçlü bir sorgulanamazlık bahşetmektedir. Bu, Türkiye’de demokrasinin gerçekleşme şansını azaltan temel bir nedendir. ‘’Rejim’’in dokunulmazlığı, sarsılmaz iradesi ve kendi kendine verdiği ‘’ebediyyen var olma’’ garantisi de aynı hikmet-i hükümetçi ve Kemalist ideolojik bagajın tartışılmazlığından beslenmektedir.  

Şu var ki, tarif etmeye çalıştığım bu siyasî anlayış sadece ‘’devlet seçkinleri’’nin kafalarındaki bir tasavvurdan ibaret de değildir. Yürürlüğe konduğu tarihten buyana uğradığı şunca değişikliğe rağmen, yürürlükteki anayasal ve hukukî düzen bu anlayışın garantileriyle doludur. Statüko güçlerinin Anayasa’nın ilk dört maddesi ile 66. maddesinin değişmezliği üstündeki ısrarları bunun sembolik bir anlatımıdır.  

Bunları, elbette, insanlara rejimin iyi yönde değişmesi için hiçbir ümidin var olmadığı yolunda bir çaresizliği aşılamak için yazmıyorum. Amacım sadece herkesi gerçekçi olmaya davet etmektir. Aslında, eğer yapılabilirse, ‘’imkânsızı başarmak’’ için bile gerçekçi olmaya ihtiyacımız vardır. Yapabileceklerimizin sınırlarını bilmeden büyük beklentilerle işe koyulmak, en iyi ihtimalle, hayal kırıklığından başka bir şey getirmez.

Ayrıca, ‘’yapabileceklerimiz’’in sınırı da, sadece, statükonun -ideolojisiyle ve kendine özgü ‘’hukuku’’yla- tahkim edilmiş olması değildir. Bu işte referansımız demokrasi olduğuna göre, ‘’yapacak’’ olan öznenin (‘’halk’’ın) bu yönde demokratik irade göstermeye ne ölçüde hazır olduğu da en az o kadar önemlidir. Hata denebilir ki, demokratik olarak yapabileceklerimizin, yerleşik düzeni daha insanî ve medenî yönde demokratik yoldan dönüştürme çabamızın asıl sınırı budur.

Bununla beraber, kısa vadede, her iki sınırı da -tümüyle kaldıramasak bile- bir ölçüde gevşetmek için önümüzde potansiyel bir imkân vardır. Bu da Avrupa Birliği’nin ipine yeniden ve sımsıkı sarılmaktır. Yine de, Türkiye’nin rejiminin görünür gelecekte Batılı liberal-demokratik rejim standartlarına ulaşacağını beklemesek iyi olur.  Çünkü, Türkiye’nin ‘’çağdaş uygarlık’’ hedefi ‘’ yaşam tarzı’’ dönüşümüyle sınırlı olup, devlet sistemini kapsamamaktadır. Türkiye’nin rejimi halkın ‘’heva ve hevesleri’’ne bırakılamayacak kadar önemlidir.

(Diyalog, 28 Mayıs 2023)

Önceki İçerikÖzgürlük Gündemi Sayı 37
Sonraki İçerikÖzel İletişim Vergisi Tarihi ve Hukukî Niteliği
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)