“Eğer hükümet gençlere gelecek, vatandaşlara refah ve uluslararası yatırımcılara güven vermek istiyorsa bunlar için öncelikli olarak ifade ve basın özgürlüğünü güvence altına alması gerekmektedir. Bu güvence, hükümetin ve onun siyasi ajandasını takip eden RTÜK gibi devlet kurumlarının keyfi ve öngörülemez uygulamalarıyla değil, ancak bağımsız mahkemelerce sağlanabilir.”

‘Özgürlük Gündemi’ adlı bültenin dördüncü sayısına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz!

http://bit.ly/2J20pTh

RTÜK Medya Kuruluşlarına Ceza Vermeye Devam Ediyor

28 Kasım 2020 tarihinde HaberTürk kanalında yayımlanan bir tartışma programında CHP Mersin milletvekili Ali Mahir Başarır Tank Palet Fabrikası’nın Katar’a satılmasını ima ederek “ilk kez devletin ordusu Katar’a satılmış” ifadelerini kullandı. Bu, yaklaşık bir hafta süren siyasi polemik başlatmış oldu. AKP Başarır’ı hedef alarak ağır sözlerle karşılık verdi. MHP lideri Bahçeli ise vatan hainliği ile suçladı. Ne var ki, tartışmalar partiler arası polemiklerle sınırlı kalmadı; devlet kurumları harekete geçerek milletvekili Başarır’ı ve programın yapıldığı kanalı cezalandırma girişiminde bulundu. İlk olarak, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı milletvekili Başarır hakkında resen soruşturma başlattı. Geçmişte siyasi saiklerle açılan birçok soruşturmada referans gösterilen TCK’nın 301. Maddesi bu kez tekrar gerekçe gösterilmiş ve Başarır “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ve devletin askeri teşkilatını alenen aşağılama” suçları ile isnat edilmiştir.  

Daha sonra, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tartışmaya ev sahipliği yapan HaberTürk kanalına 5 kez program durdurma ve en üst sınırdan para cezasına karar verdi. HaberTürk’e verilen ceza ile RTÜK hem ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünün özüne dokunmakta hem de, eğer ortada bir suç varsa dahi, suçun şahsiliği ilkesini ihlal etmektedir. 

RTÜK’ün son yıllarda giderek artan sansür ve muhalif medyayı sindirme politikaları, Türkiye’nin uluslararası indekslerde düşen sıralamasının başlıca unsurları arasında yer almaktadır. Eğer hükümet gençlere gelecek, vatandaşlara refah ve uluslararası yatırımcılara güven vermek istiyorsa bunlar için öncelikli olarak ifade ve basın özgürlüğünü güvence altına alması gerekmektedir. Bu güvence hükümetin ve onun siyasi ajandasını takip eden RTÜK gibi devlet kurumlarının keyfi ve öngörülemez uygulamalarıyla değil, ancak bağımsız mahkemelerce sağlanabilir.

COVID-19 Verilerine Dair Şüpheler Devam Ediyor

Pandeminin Türkiye’yi etkisi altına aldığı mart ayından itibaren Sağlık Bakanlığı’nın paylaştığı günlük koronavirüs verilerine hem ulusal hem uluslararası kamuoyunda şüpheyle yaklaşılıyordu. Önlemlerin büyük oranda hafifletildiği yaz aylarında günlük vaka ve ölüm sayıları oldukça düşük ve sabit düzeyde seyretmiş, muhalefet partilerinden ve sivil toplum kuruluşlarından gelen baskılara rağmen hükümet inandırıcı bir açıklama getirememişti. Dahası, hükümet 29 Temmuz uluslararası standartlara uymayan bir biçimde “vaka” ve “hasta” ayrımı yapmış, semptom göstermeyen fakat COVID-19 pozitif olan kişileri günlük verilerin dışında bırakmıştı.

Artan ulusal ve uluslararası baskılar karşısında hükümet en sonunda 25 Kasım’da “vaka sayılarını” açıklama kararı aldı. Bir gün içinde açıklanan vaka sayılarının 22 bin yükselmesi şimdiye kadar var olan şüphelerin haklılığını doğrular niteliktedir. Sayıların olduğundan düşük gösterilmesi koronavirüs ile mücadelede zafiyetler yarattı. Gazi Üniversitesi’nden Esin Davutoğlu Şenol’un da belirttiği gibi o veriler bilinse tüm hastaneler pandemi koşullarında çalışmaya devam edecekti; okullarda öğretmeler ve veliler hastalanmayacaktı.

Günlük vaka sayılarında gerçeğe yakın verilerin paylaşılması sevindirici bir gelişme olsa da ölüm sayılarına dair şüpheler devam ediyor. Sağlık Bakanlığı’na göre geçtiğimiz 9 ayda Türkiye genelinde koronavirüs nedeniyle hayatını kaybeden kişi sayısı 12 bin 672 iken İBB’nin açıkladığı verilere göre aynı zaman diliminde yalnızca İstanbul’da 11 bin 600 kişi bulaşıcı hastalıklardan dolayı vefat etmiş olması, kamuoyunda var olan şüphelerin temelsiz olmadığını gösteriyor.

HSK 13 Hâkim ve Savcıyı Meslekten İhraç Etti 

Resmî Gazetenin 3 Aralık 2020 tarihli nüshasında yayınlanan 27.11.2020 tarihli HSK kararı uyarınca 13 hâkim ve savcı FETÖ/PDY Terör örgütü ile irtibat ve iltisakları dolayısıyla meslekten çıkarılmışlardır. Bu karar 7145 sayılı Kanun’un 26. maddesi ile 375 sayılı KHK ya eklenen Geçici 35 maddeye dayanılarak verilmiştir. Bu kural ile HSK’ya olağanüstü halin kaldırılmasından itibaren üç yıl boyunca terör örgütleri ile irtibat veya iltisakı tespit edilen hâkim ve savcıları meslekten çıkarma yetkisi tanınmıştır. HSK 2020 yılında bu yetkisine dayanarak toplam dört seferde 28 hâkim ve savcıyı görevden atmıştır. Daha önceki kararlarda olduğu gibi son HSK kararında da her bir hâkim ve savcı hakkında hangi delillerin bulunduğuna dair herhangi bir açıklamaya yer verilmemiştir. Üstelik kararda HSK’nın değerlendirmesinin adli suç ya da disiplin suçu niteliğindeki somut bir eylemin soruşturması niteliğinde olmayıp hâkim ve savcıların MGK tarafından devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyelik, mensubiyet, irtibat veya iltisak şeklinde bir bağlantılarının bulunup bulunmadığına ilişkin bir değerlendirme olduğu ve sosyal çevre bilgisi,  ihbar ve şikayetler, kovuşturma ve soruşturmalarda elde edilen bilgiler, Emniyet Genel Müdürlüğü analiz raporları ve Bylock içeriklerine dayanarak karar verildiği açıklanmaktadır. Karardan her hâkim ve savcının yazılı savunmasının alındığı anlaşılmakla birlikte kişisel somut suçlamaların bildirilip bildirilmediği belli değildir. Somut bir eyleme dayanmadan bir hâkim veya savcının meslekten çıkarılması açık bir şekilde hukuka aykırı olduğu gibi Anayasanın hakimlik teminatı ilkesini de zedeleyici niteliktedir. Ayrıca bu ihraçlar tüm hâkim ve savcılar üzerinde korku iklimi yaratarak soruşturma ve kovuşturma altında olan bireylerin adil yargılanma hakkını ihlal etmektedir

Bakanlar Komitesi Kavala’nın Derhal Serbest Bırakılmasını İstedi

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 1-3 Aralık 2020 tarihleri arasında gerçekleştirdiği 1390. toplantısında Türk makamlarını derhal Kavala’nın tahliyesini sağlamaya davet etmiştir. İşadamı ve sivil toplumcu Osman Kavala 18 Ekim 2017 tarihinde Gezi olayları soruşturması kapsamında cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya teşebbüs (Türk Ceza Kanunu m. 312)  ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü ile ilgili olarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs (TCK m. 309) suçlamaları ile tutuklanmıştır.

AİHM 10.12.2019 tarihinde başvurucunun suç işlediğine dair makul şüpheyi destekleyecek delillerin yokluğunda tutuklandığına (AİHS m. 5 /1 ihlali) karar vermiştir. Ayrıca Mahkeme Türkiye aleyhine ikinci defa Sözleşmenin 18. maddesinin ihlal edildiğine yani tutuklamanın amacı dışında başvurucuyu susturma ve diğer insan hakları savunucularını caydırma “gizli amacı güttüğüne” karar vermiş ve başvurucunun derhal salıverilmesine hükmetmiştir. Ancak Kavala serbest bırakılmamış, 18 Şubat 2020 tarihinde Gezi davasından beraat etmesinden sonra bu suçtan tahliye edilmiş, ancak aynı gün 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili suçlamalar nedeniyle yeniden tutuklanmıştır. Bu suçlama ile ilgili soruşturma sürecindeki tutukluluk süresinin dolması üzerine bu suçtan tahliye edilmiş, ancak fiilen serbest bırakılmadan bu sefer casusluk suçlamasıyla 9 Mart 2020 tarihinde yeniden tutuklanmıştır. Bakanlar Komitesi Kavala’ya yönelik suçlamaların AİHM’in ihlal tespit ettiği nedenlere dayalı olduğu yönünde güçlü karineler bulunduğunu belirterek Mahkeme kararının yerine getirilmesi için Kavala’nın derhal serbest bırakılmasını talep etmiştir. Ancak Kavala hâlâ tutukludur.  

Türkiye Enflasyon Verilerinde Manipülasyon Şüphesi

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Tüketici Fiyatları Endeksi’nin Kasım ayı sonuçlarını 3 Aralık’ta açıkladı. Türkiye’de enflasyon bu endeks aracılığıyla ölçülür. Kasım ayının verileriyle birlikte Türkiye’de yıllık enflasyon yüzde 14,03 olarak gerçekleşti. Enflasyon verileri özellikle Türkiye’de çok dikkatli bir şekilde takip ediliyor. Zira ekonomistler ve halk arasında resmi otoriteler tarafından gerçek enflasyonun gizlendiğine yönelik bir intiba mevcut. Bunun en büyük sebebi de Türkiye’nin faiz politikası. Erdoğan’ın Merkez Bankasına politika faizlerini artırmaması yönünde yaptığı söylenilen baskı dolaylı olarak enflasyonun da baskılanmasına sebep oluyor. Zira politika faizi enflasyondan düşük olduğu durumlarda faiz geliri negatif olarak gerçekleşmekte ve Türkiye’deki yerleşikler TL varlıklardan ve mevduatlardan çıkıp yabancı para cinsinden varlıklara ve mevduatlara yönelmektedirler. Bu kargaşayı önlemek için verilerin manipüle edildiğine inanan insanların sayısının oldukça yüksek olduğu belirtmek gerekir. Öte yandan tüm bu yapılanlar dahi Türkiye’deki yerleşiklerin dolar vb. araçlarına yönelmesini önleyemedi ve enflasyon verileri manipüle edildiyse de bu hiçbir işe uyaramadı, çünkü piyasa dinamikleri yatırımcıların bilgiyi sadece devlet kurumlarından değil farklı girişimlerden de almasına olanak veriyor.

Son açıklanan verilerde gerçekten de TÜİK’in enflasyonu düşük göstermek için çeşitli yollara başvurmuş olabileceğine ilişkin bir emare karşımıza çıktı. Şöyle ki, Kasım ayı enflasyonu son açıklanan veriler göre bir önceki aya göre yüzde 2,30 olarak gerçekleşmiş görünüyor. Yine tüketici enflasyonu Ekim ayında da 2,13’tü ve hemen ardında bir dizi başka siyasi gelişme sonucu eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak istifa etmişti.  Ondan önceki 8 ay boyunca aylık enflasyon hiçbir zaman yüzde 1,36’yı geçmemişti. Şimdi bu açıklanan son veriler herkes tarafından Albayrak sonrası bir normale dönüş olarak görülüyor. Bu durum maalesef Türkiye’de demokrasinin en önemli kurumlarından olan şeffaflığın ve güvenilir veriye ulaşımın ancak siyasetçiler bunu istediğinde gerçekleşeceğini düşündürtüyor. Bu durumu aşmak için her ne kadar alternatif enflasyon hesapları, alternatif veri araştırma işlemleri yapılsa da devlet kurumlarının manipülasyonu piyasa bozucu etkiler yaratmaya devam ediyor. 

İşsizlik Aslında Neyi İfade Ediyor?

Bu bültende yoğun olarak veri meselelerinden bahsediyoruz. Bunun en temel sebebi yukarıda da ifade ettiğim gibi bu konunun artık vahim noktaları varması ve demokrasinin temel değerleriyle uyumsuzluk gösteren seviyelerde seyretmesi. İşsizlik verileri ise sadece demokrasi için değil aynı zamanda piyasaya ve kamu otoritesine güvenle ilgili bir sorunu da ortaya koyuyor. Enflasyon verilerinin manipüle edilmesi çoğunlukla daha örtük bir duruma işaret ederken işsizlik verilerinin açıklanmasında ise tanım sorunu gibi çok daha temel bir sorun karşımıza çıkıyor. Bu sorun temelde metodoloji ile ilgili. Bu sorunun da esasen kaynağı Türkiye değil. Aynı işsizlik oranı hesaplama yöntemi birçok yerde kullanılıyor. Bu nedenle işsizlik verileri oldukça yanıltıcı olabiliyor. Fakat Türkiye gibi ülkeler bunu bir avantaj olarak kullanma eğiliminde. Gerçeği yansıtmayan bu işsizlik oranları hükümetin açıklamalarında kendine yer bulabiliyor. Halbuki son açıklanan işsizlik verilerinde karşımıza çıkan tablo oldukça vahim. Şöyle ki, Eylül 2020 verilerine göre (son açıklanan veriler bunlar) Türkiye’de çalışabilecek durumdaki insanların sadece yüzde 50,5’i işgücüne katılıyor. İşsizlik oranı ise işgücüne katılıp da iş bulamayanları kapsıyor sadece. Halbuki iş aramaktan umudunu kesip iş aramadığı için işgücü istatistiklerin çıkarılan insanlar da geniş işsizlik tanımı içerisinde yer alıyor. Fakat bu konudan hükümet veya hükümete yakın hiçbir kamusal figür bahsetmiyor. Demokratik bir ülkede devlet kurumları, halkın doğru, zamanında ve tam bilgilendirilmesinden sorumludur. İşsizlik verilerinin kamusal tartışmalarda yanlış olmasa dahi eksik yansıtılması demokrasiye yönelik tehditlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. 

Önceki İçerikÖzgürlük Gündemi Sayi 3
Sonraki İçerikCovid-19’un Türkiye Ekonomisine Etkileri ve Politika Önlemlerinin Ekonomik Özgürlükler Açısından Değerlendirilmesi