Liberallerin çoğuna anlaşılabilir gelmeyen bir olgu var: ‘’Uygarlığımızın da temellerini
oluşturan bireysel özgürlük ve özerklik; herkesin özgürlük ve dokunulmazlık temel haklarına
ve hukukun üstünlüğüne dayanan hür bir siyasî düzen; hoşgörü ve farklılığa saygı; barış ve
adalet; ekonomik özgürlük ve refah; devletçiliğe karşı sivillik ve sivil toplum değer ve
ideallerini savunan liberalizm neden geniş kitlelere cazip gelmiyor da insanlar halâ
sosyalizm, milliyetçilik veya dinciliğe koşuyorlar?’’
Aşağıda bu soruya daha analitik bir cevap vermeye çalışacağım ama bir ilk gözlem olarak
şunu belirteyim ki, sorunun cevabı bir anlamda kendi içindedir. Şöyle ki: Tıpkı ‘’ol mahîler ki
derya içredir deryayı bilmezler’’ ünlü dizesinin ima ettiği gibi, modern insan zaten içinde
yaşamakta olduğu ve her gün teneffüs ettiği bu değerleri insanlık durumunun olağan bir
özelliğiymiş gibi görme eğilimindedir. Başka bir ifadeyle, çoğu insan bu değerleri peşin bir
veri olarak alıyor, bunları her zaman var olmuş ve gelecekte de hep var olacak olan ‘’doğal’’
kazanımlar sanıyor.
Ama insanların çoğunun farkında olmadığı şey, bu değer veya kazanımların aslında
liberalizmin üçyüz yıllık fikrî-siyasî birikim ve çabasının ürünü oldukları ve bunların varlığını
korumanın da siyasî irade ve çaba gerektirdiğidir. Bu siyasî irade ise ancak demokratik yolla
ortaya konabilir. Fakat demokrasinin aksi yöndeki bir iradeye aracılık etmesi ve
uygarlığımızın temel değerlerini tahribe götürmesi de maalesef mümkündür. Nitekim, bugün
Türkiye özelinde aşağı-yukarı böyle bir şey yaşıyoruz.
Bu ters yöndeki gidişat kabaca şu yanlış fikirlere dayanmaktadır:
(1) İnsanlar genel olarak “iyi sonuçlar”ın, onları elde etmek için başvurulan araçların uygunluk
ve elverişliliğinden ziyade, iyi niyete bağlı olduğunu düşünmeye meylederler. Onlara göre,
meselâ, yoksulluk varsa bunun nedeni kötü niyetli kapitalistlerin böyle olmasını istemesidir.
İnsanların ihtiyaçlarını karşılayacak üretimin yapılması ve refahın yaygınlaşması üretim
araçlarının özel mülkiyetine dayalı piyasa ekonomisinin varlığından çok, iyi niyetli, müşfik
kadroların (‘’yani’’, sosyalistlerin) iktidara gelmesine bağlıdır.
(2) Genel bir eğilim olarak insanlar her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten, hayırhah bir
merkezî otoritenin bütün kötülükleri kaldırıp dünyayı iyileştirebileceğine, bu yolla dünyanın
‘’cennet’’e dönüştürülebileceğine inanırlar. Tersi de doğrudur: Dünya eğer ‘’cennet’’ değilse,
bunun da yine sınırsız bilgili, herşeye kâdir ama bedhah bir merkezî el yüzünden olduğu
varsayılır. Ütopya denen kolektivist karabasanlar da insanlara genellikle bundan dolayı cazip
gelir. Oysa, dünyada “cennet”i kurmaya yönelik her girişimin kaçınılmaz sonu “yeryüzünde
kâbus”tur.
(3) Çoğu insan “kıtlık” diye büyük bir beşerî problemin varlığının idrakinde değildir. İnsanlar
ihtiyaç duyulan her şeyin dünyada kendiliğinden hem genel erişime hazır olduğuna, hem de
bol miktarda bulunduğuna inanırlar. Yeryüzünün Tanrı veya doğa vergisi “nimet”lerle dolu
olduğu sanılır. Öyle olunca da, insanların ihtiyaç duydukları mal ve hizmetlerin nasıl
üretileceği mesele olmaktan çıkar, bunun yerine zaten hazır olduğu varsayılan bu “nimetler”in
nasıl paylaşılacağına odaklanılır. Mal ve hizmetlerin çoğunun verili “nimetler” olmayıp
insanlar tarafından üretildiğinin idrakinde olmayınca da, bu “nimetler”den bazı kimselerin az
yararlanması veya hiç yararlanamaması komplocu bir iradenin eseri olarak görülür.
(4) Her ne kadar “külfetsiz nimet olmaz” vecizesinin doğruluğuna herkes inanır gözükse de,
tam tersine insanlar genellikle zahmetsiz ve külfetsiz nimetlere özlem duyarlar. Her “nimet”in
(mal veya hizmetin) bir bedeli olduğunu çoğu insan anlamak istemez. “Bedava” olduğunu
sandıkları yemeğin bedelini aslında başkalarının ödemiş olduğunun veya ödeyeceğinin çoğu
kimse bilincinde değildir.
(5) Girişimin yaratıcı ve üretken bir etkinlik, girişimciliğin ise bir erdem olduğunun çok az
insan farkındadır. Çoğu kimse girişimcileri yeni fırsatları keşfedip onları insanlar için mal ve
hizmete dönüştüren yaratıcılar olarak değil de parazitler olarak görme eğilimindedir. Sanılır
ki, fırsatları keşfedecek, üretim araçlarını üretken bir şekilde organize ve koordine edecek
girişimci veya girişimciler olmasa, diğer “üretim faktörleri” ihtiyaç duyulan mal ve hizmetleri
kendiliğinden üretecektir.
(6) Çoğu kimsenin devletin cebrî yeniden-dağıtım politikasını olağan bir ‘’dayanışma’’ olarak
görmesinin arkasında, toplumun bir tür ‘’genişlemiş aile’’ olduğu düşüncesi yatmaktadır.
Hayek’in birçok vesileyle işaret ettiği gibi, bu aslında insanoğlunun çok eski kabileci
döneminden tevarüs ettiği zihinsel bir tutum veya şartlanmadır. Oysa toplum aile veya kabile
gibi cemaatçi bir yapı değildir. Toplum amaçları, ilgileri, özlemleri, çıkarları, inanış ve
kanaatleri farklı olan ve çoğu birbirini tanımayan neredeyse sonsuz sayıda bireylerden
oluşan amorf bir formasyondur.
Yurttaşlık adı verilen, aynı siyasî topluma üyelik de ne kardeşliktir, ne de tanımı gereği
akrabalık, arkadaşlık veya dostluk demektir. Onun için, toplumu (‘’halk’’, ‘’ulus’’, ‘’millet’’ her
neyse) oluşturan birbirini tanımayan bireylerin, sözleşme ilişkisi yoluyla veya başka bir
şekilde gönüllü olarak üstlendikleri dışında, birbirlerine karşı hiçbir pozitif yükümlülüğü yoktur.
Herhangi bir kişinin başka herhangi bir kişiye karşı yegâne borcu, onun hayat ve özgürlüğüne
saygı göstermekten ibarettir.