Önce İsveç’te, ardından Hollanda’da Kur’an kitabını (Mushaf) yakma gösterileri, beklenebileceği gibi, birçok Müslüman toplumda, bu arada Türkiye’de de infial uyandırdı. Bu arada Türkiye hükümeti bunu aynı zamanda bir diplomatik meseleye dönüştürdü.
Bu müessif olaylar ayrıca ifade özgürlüğünün mahiyeti ve sınırları meselesini yeniden gündeme getirdi. Bu konudaki baskın anlayışa göre, toplumun genelinin kutsal saydığı değer ve sembollere saygısızlık ifade eden söz, yazı ve gösteriler ifade özgürlüğü sayılmaz ve dolayısıyla hukukun koruması altında değildir. Medyadaki haber ve yorumlara bakılırsa, Türkiye’de aydınların ve hukukçu olanları dahil olmak üzere bilim insanlarının çoğunluğu da aynı kanaattedir.
2001 yılından beri ifade özgürlüğünün anlamı, önemi ve sınırlarıyla ilgili o kadar çok yazı yazdım ki, aynı konuyu bir kere daha ele almak zorunda kalmayı hiç istemezdim. Yine de, Batı demokrasilerinde de ifade özgürlüğünün anlaşılışında sorunlar var olmakla beraber Türkiye’nin durumu ‘’sorun’’lu olmanın da ötesindedir, hatta ifade özgürlüğü neredeyse kategorik olarak reddeden bir düşünce iklimimiz var bizim. Onun için, ‘’elim mahkûm’’, bu meseleyi bir kere daha ele alacağım.
Önce ifade özgürlüğü terimindeki ‘’ifade’’ kelimesinden başlayalım. İfade bir inanç, görüş, kanaat veya bilginin sözle, yazıyla veya sanat eseri aracılığıyla dış dünyaya yansıtılması; algılanabilir, gözlenebilir veya hissedilebilir bir haricî varlığa kavuşturulmasıdır. Bu durumda ifade özgürlüğü de bir inanç, görüş, kanaat veya bilginin başkalarının erişebileceği şekilde açıklanmasının serbest olması demektir.
İnanç, görüş veya kanaatini açıklayan kişi bakımından ifade özgürlüğü bir kendini-gerçekleştirme biçimidir. İfade özgürlüğünün kişiler ve genel olarak toplum bakımından başka bilinen yararları bulunmakla beraber, onu temel bir değer yapan asıl niteliği, bireyin özerk ahlâkî failliğinin gerçekleşmesine aracılık etmesidir.
İfade özgürlüğü temel ve genel bir ilke olan bireysel özgürlüğün görünüm biçimlerinden biridir, dolayısıyla onunla aynı değere, aynı ahlâkî ve hukukî statüye sahiptir. Bunun pratik sonucu ise ister entelektüel, ister akademik, isterse sanatsal olsun ifadenin serbestliğinin esas olmasıdır, yani ifade özgürlüğü default pozisyondur. Başka bir deyişle, ifade özgürlüğünden yana bir karine vardır. Bu şu anlama gelir: Yasaklanmasını gerektiren çok güçlü ve ikna edici nedenler var olmadığı sürece her türlü ifade serbesttir.
Öyleyse, bir inanç, düşünce, görüş veya kanaat ifadesinin yahut sanatsal bir ifadenin yasaklanabilmesi için, özgürlük genel ilkesini o somut durumda geçersiz kılacak ağırlıkta bir nedenin gösterilmesi şarttır. Bu neden ise özgürlük kullanımının başkalarına somut, ölçülebilir bir zarar vermesidir. Ancak, bu kriterin ifade özgürlüğüne uygulanabilirliği kuşkuludur; çünkü açıklanan bir inanç, bilgi, görüşü veya sanat eseri bazı insanları rahatsız edebilirse de; o kendi başına -yani sırf bir inanç, görüş veya sanat eseri olmak itibariyle- onlara herhangi bir gerçek zarar vermez, veremez.
Bazı inanç, düşünce, kanaat veya hatta bilgi açıklamalarının kimi kişi ve grupları rahatsız etmesi, incitmesi, hatta şoke etmesi elbette mümkündür; ama incinmek veya rahatsız olmak ifade sahibinin ifade özgürlüğü hakkını ortadan kaldırmak için bir gerekçe olamaz. Esasen herkes bir şeylerden rahatsız olur, incinir; hiç kimsenin incinmeme diye bir hakkı yoktur ve buna kutsallık alanı da dahildir. Eğer ‘’incinmeme hakkı’’ diye bir şey olsaydı, bir kişinin kendini gerçekleştirme çabası başkalarının izin ve onayına tâbi olurdu. Ayrıca, hoşumuza gitmeyen düşünsel, bilimsel veya sanatsal ifadelere aynı veya benzer yollarla cevap vermek mümkünken, onları yasaklamak medenî bir davranış biçimi olmadığı gibi, bilimsel gelişme ve ilerleme için de ciddî bir engeldir.
İfade özgürlüğü meselesinde genellikle yapılan en büyük yanlış, ahlâkîlik, nezaket veya görgünün gerekleriyle hukukî düzenleme konusunu birbirine karıştırmaktır. Hukuk ‘’ahlâkın cebren icrası’’nın (enforcement of morals) alanı veya aracı değildir. Ahlâkî buyrukları hukukî emir ve yasaklara dönüştürmek tekilci bir dayatma olduğu için ahlâkî çoğulculukla ve kültürel çeşitlilikle bağdaşmaz ve tam da bu nedenden dolayı toplumsal barışı da tehdit eder. Onun için, başkalarıyla ilişkilerimizde medenî davranış ve nezaket ölçülerine riayet etmek elbette tavsiyeye değerdir, ama bu bir hukuk meselesi değildir.
Zevk için veya eğlence olsun diye başkalarının inanç ve kanaatlerine sözlü veya görüntülü olarak saldırmak suretiyle onları üzmek, kırmak, incitmek elbette münasebetsizcedir; ama münasebetsizlik veya saygısızlık onun hedefi olan kişilere, görüş ve kanaat açıklamalarının hukuken yasaklanmasını gerektirecek türden gerçek bir zarar vermez. Kaldı ki, dediğimiz gibi, özgür bilgi ve hakikat arayışında pek çok kimsenin incinmesi kaçınılmazdır. Tarih bize, insanlık için çoğu önemli bilgilerin başlangıçta birçok kişi, grup veya topluluğu inciten birer ifade/önerme olarak ortaya çıkmış olduklarını göstermektedir. Meselâ, bir zamanlar dünyanın evrenin merkezi olmadığı düşüncesi pek çok dindarı dehşete düşürüyor, bu Tanrıya bir hakaret olarak algılanıyordu.
İnanç, düşünce ve kanaatin ‘’provokatif’’ bir biçimde açıklanması da ifade özgürlüğünün bir istisnası değildir. Kışkırtıcılık veya tahrik edicilik çoğu ifadenin doğasında vardır ve ona suçla mukabele edilmesini haklı göstermez. Hoşlanmadığı bir ifadeden bu anlamda provoke olan veya ‘’provokasyona gelen’’ varsa, onun seçeceği mukabele tarzının veya işleyeceği suçun sorumluluğu kendisini sözümona kışkırtana değil, doğrudan doğruya kendisine aittir.
Yok eğer ‘’provoke olmak’’la suç işlemeyi kast etmiyorsanız, o zaman yasakçılığı savunmak ve devleti yardıma çağırmak yerine, sizi provoke edenlere karşı siz de barışçı ifade özgürlüğü hakkınızı kullanabilirsiniz. Elbette, tahrik edenin olduğu gibi, tahrik edilenin de ifade özgürlüğüne hakkı vardır. (Diyalog, 5 Şubat 2023)