Editörden,
Bizimki gibi sürekli sorunlarla boğuşan toplumlarda seçimler iyimser gelecek beklentileri yaratan taze başlangıçlar olarak görülmek istenir. Ne var ki, Türkiye geçen ay sonuçları bakımından maalesef pek ümitvar olmayan bir genel seçimi daha geride bıraktı. İktidardaki Cumhur İttifakı 14 Mayıs’ta yapılan ilk oylamada zaten yasama organında çoğunluğu almışken, ikinci tura kalan ve 28 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini de aynı İttifak’ın adayı Tayyip Erdoğan ‘’üçüncü defa’’ (!) kazanmış oldu. Ünlem işareti koyma ihtiyacı duyduğum ‘’üçüncü defa’’ ifadesi ortadaki tuhaflığı yeterince gösteriyor olsa gerek: Anayasal olarak ‘’en fazla iki defa’’ cumhurbaşkanı seçilmesi mümkün olan kişi bu makama üçüncü defa seçilmiş oldu!
Bu durumun Türkiye’nin carî rejimi için sembolik bir anlamı var: Mayıs 2023 çifte seçimi hem evrensel demokratik standartlar hem de Türkiye’nin kendi anayasal düzeni açısından fevkalâde problemli bir seçim olmuştur. Nitekim bu seçimlerin iktidar ile muhalefet arasında âdil rekabet şartlarında cereyan etmediği Avrupa kurumları tarafından da teyit edilmiş bulunuyor. Esasen, halihazırda siyasî yönetim pozisyonlarının iyi-kötü seçimle belirlenmesi dışındaki liberal-demokratik esaslara neredeyse hiç riayet edilmediği, bir meslektaşımız tarafından ‘’post-faşizm’’ olarak nitelenen bir rejime sahip olduğumuz gerçeği karşısında, bu yarım-yamalak demokratik seçimlerin siyasî statükoya meşruluk görüntüsü sağlamaktan başka bir işe yaramadığı da ortaya çıkmış bulunuyor.
Gel gör ki, seçim sonuçları seçmen çoğunluğunun ülkeyi içine saplanmış olduğu halihazırdaki kriz batağından kurtarma işini yine bu krizin faillerine havale ettiğini göstermektedir. Gerçi, daha iyimser bir yorumla, bu durumu çoğunluğun Erdoğan ve ortaklarına işleri düzeltmek için yeni bir şans verdiği şeklinde de yorumlayabiliriz. O zaman da mesele, ülkeyi krize sürükleyen siyasî kadronun kendilerine verilen bu şansı hak ettiklerini gösterip gösteremeyecekleri, bunun için gerekli donanım ve iradeye sahip olup olmadıklarıdır.
Ne var ki, şu ana kadar, Erdoğan ve ortaklarının ülkeyi bu çok-yönlü krize sürüklemiş olan temel politik ve ekonomik perspektiften vazgeçmeye hazır olduklarını gösteren dikkate değer bir çıkış yapmadıkları nazara alındığında, kendilerinden beklenen görevi (tamir-telâfi işini) yerine getiremeyecekler gibi görünmektedirler. Oysa, devlet yönetiminde sadakati ehliyet ve liyakatin önüne geçiren ve ekonomik göstergeleri emir-komuta yoluyla değiştirebileceğini varsayan halihazırdaki pre-modern yönetim zihniyeti temelden değişmediği sürece bu krizin daha da derinleşmesi kaçınılmazdır.
Bu arada ekonomi yönetiminin başına şu veya bu kişiyi getirmekle de ekonomide mucizeler yaratmak mümkün değildir; bütün kamusal alanda olduğu gibi burada da asıl mesele son yıllarda sebep olunan kurumsal tahribatın giderilmesidir. Esasen, iktidardaki siyasî ekibin zihinsel donanımlarında bir şekilde bir ‘’aydınlanma’’ gerçekleşse ve her alanda doğru politikalar belirleyip uygulamaya başlasalar bile, en azından kısa vadede ülkeyi bu bataktan kurtarmaları ve siyaseti, hukuku, ekonomiyi yeniden yoluna koymaları ne yazık ki mümkün değildir.
Öyle görünüyor ki, Türkiye toplumunun özgürlük, adalet, barış ve refah özlemleri bir kere daha hüsrana uğrayacak. Kısaca, Türkiye’nin önünde çok zor geçecek aylar, hatta yıllar var.
Bir sonraki Özgürlük Bülteni’nde daha iyimser şartlarda buluşmak üzere, esen kalın.
* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
2023 Seçimleri Bize Neyi Gösterdi?
14-28 Mayıs 2023 tarihlilerinde Türkiye hayati iki seçim gerçekleştirdi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ve Türk demokrasisinin akıbeti açısından hayati öneme sahip bu seçimlerde muhalefetteki Millet İttifakı ile Emek ve Özgürlük ittifakı iktidardaki Cumhur İttifakıyla yarıştı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Emek ve Özgürlük İttifakı ayrı aday çıkarmayıp Millet İttifakının adayı Kemal Kılıçtaroğlu’nu destekledi. Sonuçta, Anayasa gereği birlikte yapılan parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin her ikisinin de açıklanan galibi Cumhur İttifakı oldu.
Bu seçimler öncelikle seçimli otoriter sistemlerde muhalefetin seçim kazanmasının hiç te kolay olmadığını gösterdi. Muhalefetin rakibinin sadece karşıdaki siyasi parti ya da aday değil, bütün aygıtlarıyla devlet mekanizması olduğu dikkate alındığında seçimlerin âdil bir şekilde gerçekleştiğini söylemek mümkün değil. Özellikle yargının iktidarın bir aygıtına dönüştüğü hallerde, bir futbol alegorisi yapmak gerekirse, muhalefetin sadece rakibi değil aynı zamanda hakemi de yenmesi gerekiyordu. Bu seçim sürecinde de gerek muhalefetin en önemli cumhurbaşkanlığı adaylarından birinin siyasi yasak tehdidi altına sokulması, gerek seçimlerde anahtar bir role sahip olacağı öngörülen bir partiye kapatma davası açılması ve dava sürecinin devam etmekte olması, gerek muhaliflere yönelik soruşturma ve kovuşturmalar gibi hamlelerle yargı iktidara alan açmaktan geri kalmadı.
Öte yandan, hem Cumhurbaşkanının üçüncü kez aday olmasına, hem de bakanların ve Cumhurbaşkanı yardımcısının istifa etmeden milletvekili adayı olmasına Anayasaya aykırı olarak izin verilmesi gibi kararlarla da Yüksek Seçim Kurulu ister istemez iktidara avantaj sağlamış oldu. Elbette seçim kampanyası sürecinde iktidara karşı oldukça müsamahakâr davranan soruşturma ve kovuşturma makamlarının, muhalefet söz konusu olduğunda şahin bir tutum sergilemesi de seçimin adaletini etkiledi. İktidarın açık dezenformasyonlarına karşı hiçbir soruşturma açılmazken iktidarın usulsüzlüklerini ya da yolsuzluklarını dile getirenler hızlıca yargı eliyle susturuldu.
Seçimin adaletini etkileyen elbette sadece yargının tutumu değildi. Bütün devlet imkânlarının doğrudan seçim propagandası amacıyla kullanılmasını önleyecek hiçbir mekanizma yoktu ve bu imkânlar sonuna kadar kullanıldı. Devletin yayın kuruluşu TRT açık bir şekilde iktidarın propaganda aracına dönüştürüldü. RTÜK seçim gecesi yayın yapan tüm muhalif TV kanalları aleyhine inceleme başlattığını açıkladı. İktidarın kontrolündeki medya (toplam medyanın % 95’inden fazlası) sürekli tek yanlı propaganda aracı gibi çalıştı. Muhalefeti terör örgütleri ile işbirliği içinde gösterdi. Özellikle sosyal medyaya erişimi olmayan kırsal kesimde yaşayan belli bir yaşın üzerindeki seçmen tamamen bu tek yönlü propagandaya maruz bırakıldı. Sosyal medyada da iktidarın özel olarak hedeflenmiş gruplara yönelik reklamlara çok yüksek para harcadığı biliniyor. Dolayısıyla seçimlerin eşit koşullarda ve adaletli bir şekilde gerçekleştiğini söylemek mümkün değil.
Bütün bunlara rağmen muhalefetin seçimi kazanmasının imkânsız olduğu da söylenemez. Öncelikle ülkenin içinde bulunduğu koşullar toplumda çok güçlü bir değişim talebini besliyor. Ekonomik çöküntü, dış politikadaki başarısızlıklar, ülkedeki adaletsizlikler, eşitsizlikler, liyakatsiz yöneticiler, yolsuzluklar, kamu hizmetlerinin verimsizliği gibi başarısızlıklar iktidarın toplumsal desteğini önemli ölçüde zayıflatmış durumda.
Muhalefetin ikna edici bir iktidar alternatifi ortaya koyması ve bunu seçmene ulaştıracak yolları kullanması halinde başarılı olma ihtimali yüksekti. Ancak, muhalefet partilerinin bu konuda da iktidardaki ittifaka göre daha dezavantajlı bir konumda bulunduğunu kabul etmek gerekir. Zira iktidar kimlik bakımından milliyetçi muhafazakâr, yani homojen bir kitleye hitap ederken, muhalefet cenahı çok çeşitli ve birbiri ile uyumlulaştırılması bir hayli zor olan kimlik gruplarına hitap etmek zorunda kaldı. Yani seküler, Kemalist, ulusalcı kesimleri, Türk milliyetçilerini, çeşitli sol grupları, liberalleri, iktidardan kopmuş muhafazakârları, ulusalcı Kürtleri, muhafazakâr Kürtleri ve diğer toplumsal azınlıkları muhalefetin aynı hedef doğrultusunda birleştirmesi ve güçlerini konsolide etmesi gerekiyordu.
Bunu başarmanın tek yolu da kimliği siyasî bir sorun olmaktan çıkarmaktan, yani herkesin kimliğine saygı duyan, herkesi olduğu gibi kabul eden ancak hiçbir kimliği de bir politik hedef haline getirmeyen bir demokratikleşme programının ortaya konulması ve bunun ısrarla savunulmasından geçiyordu. Bunu yaparken söz konusu kimlik gruplarını temsil iddiasındaki siyasi partilerin açık ve şeffaf süreçlerle iş birliğine davet edilmesi ve uzlaşılan programın söz konusu partiler tarafından kendi kadrolarına ve seçmen tabanlarına anlatılması gerekiyordu. Elbette bu tek başına yeterli değildi, ülkenin güncel sorunlarını çözecek rasyonel kamu politikalarını, bunların bütçelerini, takvimini ve uygulayacak ehil kadroları içeren bir siyasi programın da seçmenin önüne konulmasına ihtiyaç vardı.
‘’Altılı Masa’’nın oluşturulması bu yönde iyi bir başlangıç olmasına rağmen, Masaya dahil olan partilerin iktidarın kimlikçi söyleminden kendilerini kurtaramamaları nedeniyle istikrarlı bir demokratikleşme talebi konusunda topluma güven veremediler ve eklektik söylemlerle yetinmek durumunda kaldılar. Bu arada, bir yandan aday belirleme sürecinin ve yönteminin şeffaf olmaması, öbür yandan adayların belirlenmesinin hem çok geciktirilmesi hem de bir oldu bittiye getirilmesi toplumun güvenini kırdı. Parlamento seçimlerinde iş birliği modellerinin iyi kurgulanmamış olması da sonuçları muhalefet aleyhine etkiledi. Oysa, CHP ve İYİ parti tek bir listeyle seçime girerken, Millet İttifakının diğer dört partisinin ayrı bir liste ile seçime girmesi, TİP ve YSP’nin de tek liste ile seçime girmiş olması halinde parlamento dağılımı muhalefet lehine değişebilirdi. Son olarak sandıklara sahip çıkılamamış ve seçim sonuçlarını takip edecek güvenilir bir yazılım ve sistem kurulamamış olmasının ise muhalefet açısından herhangi bir mazereti olamaz.
* Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu
RTÜK Altı Kanal ile İlgili İnceleme Başlattı
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) 28 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı ikinci turunda yaptıkları yayınlarda YSK yayın yasaklarına uymadığı gerekçesiyle altı kanal hakkında inceleme başlattı.[1] İlginç olan, hakkında ‘’inceleme’’ başlatılan kanalların (HALK TV, TELE 1, KRT, TV4, Flash Haber ve SZC TV) ortak noktasının iktidara muhalif bir yayın politikaları izliyor olmalarıdır. RTÜK duyurusunda FOX TV programcılarından Çiğdem Toker’in “Demokrasi sandıktan ibaret değildir” şeklindeki ifadelerinin kurul tarafından raporlaştırılmaya başlandığı belirtildi. Raporun tamamlanması ile Üst Kurul’un bu konuyu karara bağlayacağı söylendi. Öte yandan, duyuruda “Yine izleyicilerden gelen yoğun şikayetler üzerine sandıkların açılması ve sonuçların belli olmasıyla birlikte halkı aşağılayan hakaret ve saldırılarla necip milletimizi küçük düşürmeye çalışan konuşmalara yer verilen [kanallar] ile ilgili de incelemeler yapılmaktadır” dendi.[2] İnceleme ile ilgili açıklama yapan RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin “Millî iradeye, demokrasiye, seçim sonuçlarına saygı duymayan ve halkımızı aşağılayan, aziz milletimizi küçük düşürmeye çalışanların bu tutumlarına sessiz kalmayacağız” diyerek muhalif kanallara ceza verileceği imasında bulundu.[3]
Öncelikle RTÜK’ün soruşturma başlatmasına yol açan Çiğdem Toker’in “demokrasi sandıktan ibaret değildir” ifadesinin sorunlu olmadığını belirtmek gerekir. Siyaset biliminde ve demokrasi teorisinde bunu savunan büyük bir literatür var. ‘’Demokrasi sandıktan ibaret değildir’’ ifadesi seçimlerin demokratik bir siyasal düzenin zorunlu koşulu olduğunu kabul etmekle beraber, bunun yeterli olmadığı anlamına gelmektedir. Buna göre, hükümetin çoğunluk esasına göre belirlendiği, bununla birlikte bireysel hak ve özgürlüklerin çoğunluğun iradesinden bağımsız olarak, çoğulcu bir yaklaşımla anayasal güvenceyle korunduğu sistemler demokratiktir. Demokrasinin geniş anlamdaki tanımı budur –ki buna literatürde liberal demokrasi denmektedir. Dolayısıyla, bu ifadeyi hükümetin seçim dışı yollarla belirlenmesi veya sonlandırılması hatta darbe iması yapmak şeklinde yorumlamak için, bunu yapanların ya kavram dağarcığının kısıtlı olması ya da kötü niyete sahip olmaları gerekir. RTÜK’ün muhalif kanallara inceleme başlatması pek şaşırtıcı olmadı. Uzun yıllardır hem Kurul Başkanının hem de Kurul kararları her fırsatta muhalif kanalları cezalandırma saikiyle hareket ettiği sır değildir. Oysa, sözde “demokrasiyi koruma (!)” güdüsüyle yapılan, muhalif medya kuruluşlarını cezalandırmaya dönük bu girişiminin trajik bir biçimde demokrasiye zarar verdiğini görmek gerekir. Demokrasi yalnızca ‘’millî irade’’nin tecellisinden ibaret değildir; demokrasi serbest ve adil seçim rekabeti yanında; ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere sivil özgürlükler ile hukukun üstünlüğü, denetler ve dengeler ve yargı bağımsızlığını da içeren geniş bir liberal-demokratik değerler setini bünyesinde barındırır. Bunu göz ardı etmek çoğunluğun tahakkümüne yol açar ve günün sonunda demokrasi dediğimiz sistem kazananın her şeyi kazandığı, kaybedenin her şeyi kaybettiği bir kumar masasına dönüşür.
* Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi
Türkiye Ekonomisinde Şimşek Sesleri
Türkiye 28 Mayıs seçiminde Erdoğan’ı yeniden cumhurbaşkanı olarak seçti. Bu Türkiye için ilginç bir deneyim oldu. Çünkü muhalif kanattaki siyasetçiler ve vatandaşlar, özellikle seçimin ilk turunda, seçimin kendileri tarafından kazanılacağına oldukça eminlerdi. 2019 yılında yapılan belediye seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve İyi Parti’nin (İYİP) öncülüğünde Demokrat Parti (DP) ve Saadet Partisi’nin (SP) de desteklediği Millet İttifakı İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya gibi büyükşehirlerde Adalet ve Kalkınma Partisi’nden (AKP) belediyeleri almıştı. Bu da Erdoğan muhaliflerine büyük bir motivasyon kaynağı olmuştu. Ayrıca İstanbul’da yapılan yerel seçimi Cumhurbaşkanı Erdoğan özel çaba sarf ederek tekrar ettirmiş, yenilenen seçimlerde CHP adayı Ekrem İmamoğlu oy oranını daha da artırarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmuştu.[4] Bu son gelişme de muhaliflerin bir ittifak çatısı altında oldukça başarılı bir performans örneği sergilediğini ortaya koymuştu. Haliyle Erdoğan muhalifleri de 2019 seçimlerinden aldıkları güçle bu genel seçime de Millet İttifakı çatısı altında girmişlerdi. Ne var ki yerel seçimlerde fayda getiren ittifak sistemi genel seçimlerde aynı sonucu vermedi ve üçünü kez Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu.
Öte yandan Erdoğan için artık daha çetin bir sınav var: Ekonomi. Seçim ekonomisi izlemesi ve işsizlik oranını düşürme, % 5.5 büyüme oranı ve 16 bin dolar fert başına millî gelir, depremzedelere avantajlı konutlar yapılması gibi kimi ekonomik vaatlerde bulunması dışında, Erdoğan seçim öncesi propagandasında ekonomik vaatleri pek öne çıkarmadı. Tabiî bu konularda yazılar yazıldı, bildiriler hazırlandı. Fakat Erdoğan’ın hiçbir mitinginde, hiçbir televizyon programında manşette ekonomik gelişmeler yoktu. Kampanya dönemi muhalif ittifakın teröre destek verdiğini iddia ederek geçti çok temelde. Bu söylem işe yaradı mı bilemiyorum, fakat Erdoğan’ın tüm kampanya sürecinde üzerinde durduğu en önemli konunun bu olduğu bir gerçek.
Türkiye’de en yakıcı sorun enflasyon ve Türk lirasında yaşanan değersizleşme iken Erdoğan’ın seçim sürecinde ekonomiden pek bahsetmemesi aslında tüm ekonomistlerin kafasında sorular oluşmasına sebep oldu. Çünkü daha önceki bültenlerde de okuduğunuz gibi Türkiye ekonomisi yüksek enflasyonla, Türk Lirasının değer kaybıyla ve yüksek cari açıkla boğuşuyor. Buna çözüm olarak getirilen “Türkiye Ekonomi Modeli” ve “Liralaşma” stratejisi ise Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) rezervlerini tüketmekten başka neredeyse bir işe yaramıyor. Bu nedenle seçim sonrası Erdoğan’ın bu model üzerine yeniden düşünüp düşünmeyeceği de hep akıllarda bir soru işareti olarak kalıyor.
Erdoğan tarafından yapılan kampanyanın ana ekseninde ekonomi olmaması rağmen seçim sonrasında en çok konuşulan şey ekonominin bu durumdan nasıl çıkacağı oldu ve Erdoğan’ın ekonomi yönetiminin başına kimin getireceği ana gündem maddemiz haline geldi. Bu noktada en çok Mehmet Şimşek ismi konuşulmaya başlandı. Seçim öncesinde Erdoğan Mehmet Şimşek’le birkaç kez görüşmüş hatta bu görüşmelerin yapılacağı da basına özellikle servis edilmişti. Fakat o dönemde bu konuya ilişkin bir gelişme görememiştik.
Mehmet Şimşek Batı sermayesinin de başarılı bir maliye bakanı olarak tanıdığı bir isim. Bir dönem Türkiye ekonomisinin Avrupa’da parladığı zamanlarda Ali Babacan’la birlikte Türkiye ekonomisini yöneten birisi. Hatta Emerging Markets dergisi 2013 yılında Şimşek’i yılın maliye bakanı seçmişti.[5] Yine aynı yıl Foreign Policy dergisi kendisini dünyanın en etkin 500 kişisinden biri olarak seçmişti.[6] Fakat sonradan Türkiye ekonomisi ray değiştirmiş ve başka bir yola girmişti. Özellikle Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak döneminde büyük dönüşüm yaşamıştı. Anlaşılan o ki Erdoğan yine o eski güzel günlere dönmek için Mehmet Şimşek’i yeniden ekonominin başına getirmek istiyor. Fakat bir yandan da “faiz enflasyonun sebebidir” şeklindeki görüşünü de sürdürmeye kararlı görünüyor. Yeniden Ortodoks politikalara mı dönülecek yoksa Şimşek ile Erdoğan arasında bir orta yol mu bulunacak bilemiyoruz. Şimşek’in ekonomi anlayışıyla Erdoğan’ın faiz görüşü bir uyum içinde çalışabilecek mi, bunu ise zaman gösterecek.
* Enes Özkan – Ekonomist, İstanbul Üniversitesi
[1] https://yesilgazete.org/rtukten-secim-sonrasi-alti-muhalif-kanala-inceleme/
4 https://en.wikipedia.org/wiki/2019_Turkish_local_elections
5 https://www.bloomberght.com/haberler/haber/1442233-simseke-yilin-maliye-bakani-odulu
6https://web.archive.org/web/20221106191813/https://powerbase.info/index.php/FP_Power_Map_2013