Aşağı yukarı 20. yüzyılın son onyıllarından itibaren devletlerin siyasî sözlüğünün gözde kavranlarından biri, belki de birincisi, ‘’terörizm’’dir.
Terör ve terörizm kavramlarının günümüz devletlerinin gözünde bu ayrıcalıklı yere sahip olmasının başlıca iki nedeni var. Birincisi, bugün ‘’terörizmle mücadele’’ etmeleri -bu ister gerçek olsun, isterse sırf bir algıdan ibaret olsun- galiba devletlere en çok meşruluk sağlayan şeydir. İkincisi, ‘’terörizmle mücadele’’ bahanesi aynı zamanda devletlerin gitgide azmanlaşmalarına ve azmanlaştıkları ölçüde de hak-hukuk tanımamalarına yol açmaktadır.
Başka bir deyişle, günümüz devleti ‘’terörizmle mücadele’’ ettiği ölçüde yetkilerini genişletiyor, ama ne yazık ki bunun bedelini de temel hakları günden güne aşınan bireyler, dolayısıyla toplum ödemektedir. Oysa, terörün gerçek mağduru devlet değil toplumdur ve ‘’terörizmle mücadele’’nin gerçekte toplumun korunması için yapılıyor olması gerekirdi!
Bu bakımdan, terörizm meselesinde en kritik nokta ‘’terör’’ün tanımı ve bu tanımı kimin yaptığıdır. Cevabını hemen vereyim: Terörü devlet (bürokrasi) ve onun işbirlikçisi akademikler ve aydınlar tanımlamaktadırlar. Son on yıllarda üniversitelerde yerden mantar biter gibi ‘’terör uzmanları’’ türemesi ve bu arada güvenlik ve strateji meselelerinin gözde akademik araştırma alanları haline gelmesi devletin en büyük kazançlarındandır!
Bir de daha temelde şöyle bir mesele var: İnsanoğlunun “putunu kendi yapma kendisi tapma” yönündeki kadim eğilimi ‘’terör’’ kavram ve terimine de musallat olmuş durumdadır. Demek istediğim, şu veya bu nedenle belli suç tipleri “terör” terimi altında bir kere kavramlaştırıldıktan sonra, meselenin aslını kolayca unutuveriyoruz.
Oysa başlangıçta meselenin aslı belliydi: Politik amaç güden gruplardan bazıları şiddet eylemleriyle topluma dehşet salmaya başlamışlardı ve toplumu bunlardan korumak gerekiyordu. Ne var ki, alışıldık suç kovuşturma yöntemleri bu gibi suçlar ve suçlularla baş etmeye yetmiyordu veya en azından devletler bize öyle söylüyorlardı. Öyleyse, ‘’terör suçları’’na özgü yasal düzenlemeler yapılmasına, bu suçların takibinde izlenecek özel yöntemlere ve onları kovuşturacak işinin ehli polislere, savcı ve hâkimlere ihtiyaç vardı.
Ne var ki, zamanla mesele cebir ve şiddet yoluyla topluma dehşet saçanları önlemek ve/veya cezalandırmak olmaktan çıkmaya ve ideolojik mesajına kulak verilmek istenmeyen her hareket “terörist” olarak yaftalanıp kamusal tartışmadan dışlanmaya başladı. Dışlanmakla kalmadılar, mensupları ve sempatizanları ‘’etkisiz hale getirildiler.’’ Ayrıca, “bu tür suçlarla olağan yollarla başa çıkmak mümkün değildir” diyerek geliştirilen olağanüstü kontrol ve takip yöntemleri zamanla normalleştirildi ve rutin uygulama halini aldı.
Keza, bu hareketlerin genellikle politik mesajları olmasından yararlanılarak, hem ‘’terörle mücadele’’ toplumu suçlardan korumanın bir aracı olmaktan çok devleti tahkim etmenin bir yolu haline getirildi, hem de devletin onaylamadığı politik amaçlar gütmenin kendi başına kötü bir şey olduğu izlenimi yaratıldı. Sonunda, devletin onaylamadığı bir ideolojik dava gütmek toplum tarafından da lanetli bir şey olarak anlaşılmaya başladı; artık kötülenen, dava uğruna başvurulan terör -eğer varsa tabiî- değil, bir dava gütmenin kendisidir.
Böylece, şiddet eylemlerine ve silâha başvurmak ta terörü tanımlayan bir unsur olmaktan çıktı, terör ve terörist isnadının kendisi devletin varlığından hoşlanmadığı veya varlığına katlanmak istemediği kişi ve gruplara yönelik ‘’insan avı’’nın bir bahanesinden ibaret hale geldi.
Bugün Türkiye’de “terör” kavramı, önemli ölçüde, devletin -veya bazı durumlarda hükümetlerin- “istenmedik” ideolojik grupları, onların hayat tarzlarını ve politik tercihlerini meşruluk çerçevesinin dışına itme veya -hedef grubun özel durumuna bağlı olarak- yok etme stratejisinin bir aracı olarak işlev görmektedir. Gerçekten, Türk mevzuatı “terör”ü büyük ölçüde ideolojik olarak tanımlamakta, onu neredeyse ‘’aykırı’’ veya muhalif düşüncelerle özdeşleştirmektedir.
Onun içindir ki, Türkiye’de “terörist” sayılmanız için cinayet işlemiş, sabotaj eyleminde bulunmuş veya böyle bir tertip içinde yer almış olmanız şart değildir. Nitekim, devletin resmî kayıtlarında, devletle bağlantılı kimi web sitelerinde, hatta sözümona sosyal-siyasal bilim literatürümüzde, toplum hayatının olağan akışı içinde kendisine şu veya bu ölçüde yer bulmuş çeşitli ideolojik eğilimlere mensup lâik veya dinî hareketlerin adlarına, bunlar şiddete bulaşmamış olsalar bile, “terörist’’ örgütler listelerinde rastlayabilirsiniz.
Eskiden hoşlanılmayan dünya görüşleri veya ideolojiler ya “yabancı kökenli” ya da ‘’gerici’’ olmakla suçlanırdı ve bu çoğu kimsenin onlara kötü nazarla bakması için yeterli olurdu. Devletin doğru bilginin ve hakikatin en güvenilir referansı olduğu bizimki gibi bir toplumda artık ‘’yabancı’’, ‘’gayrı millî’’ veya ‘’gerici’’ ideoloji yahut dünya görüşü mensuplarına empati yapmak ve devletin gazabının onlara yönelmesine tepki göstermek için kimsenin bir nedeni kalmazdı.
Şimdi de aynı işlevi “terörist” sıfatı görüyor. Açıkçası, Türkiye’de devlet sözde terörle mücadele ederken, aslında fikirleri, hayat tarzlarını ve bunlara bağlı olanları algı manipülasyonu yoluyla itibarsızlaştırmaya ve/veya şiddet yoluyla bastırmaya çalışmaktadır. Başta belirttiğim terim meselesini kritik hale getiren de esasında budur.
Hasılı, Türkiye’de ‘’terörizm’’ ve ‘’terörist’’ isnadı özellikle Türkiye’de masum değildir.
(Diyalog, 18 Şubat 2024)