Editör’den,

Prof. Dr. Mustafa Erdoğan

Son haftalarda cereyan eden kimi siyasî gelişmeler iktidar ortakları AKP ile MHP arasında bir süredir en hafif tabiriyle bir gerilim yaşandığını göstermektedir. Yargıtay’ın iş insanı Osman Kavala davasıyla ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymamasıyla başlayan ve geçen hafta sonuçlanan Yargıtay Başkanı seçimiyle iyice belirginleşen AKP-MHP rekabeti ‘’suç örgütü lideri’’ Ayhan Bora Kaplan’ın gözaltına alınması dolayısıyla iki ortak arasındaki ilişkileri neredeyse kopma noktasına getirmiş bulunuyor. Bu arada, MHP’nin Sinan Ateş davasını da AKP’nin kendisine yönelik bir hamlesi olarak gördüğü söylenmektedir.

Bora Kaplan’la ilgili olarak işaret edilen bir husus onun eski İçişleri Bakanı ve AKP içindeki MHP eğilimli isimlerden olduğu söylenen Süleyman Soylu’yla çok yakın ilişkileri olduğudur. Bu yakınlığın önemli bir göstergesi olarak ta ‘’suç örgütü lideri’’ Kaplan’ın 15 Temmuz gecesi devlete ait bazı kayıp silâhları kendi adamlarına dağıttığı ve elinde otomatik silah olduğu halde Süleyman Soylu’yla birlikte poz verdiği zikredilmektedir. 

Ayhan Bora Kaplan’ın yakalanması İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın göreve geldikten sonra yasa dışı örgütlenmeler ve suç örgütleri aleyhine yürütmekte olduğu operasyonlar zincirinin yeni bir halkası olarak görünmektedir. Ancak, kimi gözlemciler bu operasyonların MHP’nin ve Soylu’nun ‘’sokaktaki ve devletteki gücü’’nü zayıflatma amacı güttüğünü ileri sürmektedirler.  Soruşturması devam eden Bora Kaplan da ‘’ben yanarsam herkesi yakarım’’ şeklindeki ilginç konuşmasıyla kimi siyasîlere mesaj verdi, ancak mesajın muhatabının tam olarak kim veya kimler olduğu belli değil. 

Bu arada, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada Bora Kaplan soruşturması kapsamında ortaya çıkan -iki emniyetçinin görevden alınması dahil- gelişmeleri ‘’AKP, Cumhur ittifakı ve son tahlilde Türkiye’yi hedef alan emniyet ve yargı odaklı darbe girişimi’’ olarak niteledi ve buna göz yummayacaklarını söyledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da yaptığı bir açıklamayla hem Bahçeli’yi onaylar gibi yaptı, hem de onun ‘’endişesi’’ni yatıştırır şekilde konuştu. Erdoğan böylece ‘’bürokratik vesayetin tekrar nüksetmesine fırsat vermeyecek’’leri ve yasal görev sınırlarını aşanlardan ‘’hukuk zemininde’’ hesap soracakları konusunda Bahçeli’ye adeta güvence verdi. 

Bu arada iktidar koalisyonunun perde arkasındaki ortaklarından olduğu söylenen Doğu Perinçek’ten de konuyla ilgili olarak ilginç bir açıklama geldi. Perinçek’e göre, AKP Sinan Güneş davasıyla başlayan gelişmelerle MHP’yi yalnızlaştırmayı ve CHP’yi kendi ortağı yapmayı planlamaktadır. Eğer bu gözlem doğruysa, AKP ve Erdoğan’ın bir süredir yeni liderinin şahsında CHP’ye yönelik olarak başlattığı ‘’yumuşama’’ siyasetinin de bu planın bir parçası olduğu ve sahici bir yumuşama niyetini yansıtmadığı söylenebilir. Kısaca, AKP ile MHP arasında süren bu taktik savaşının nasıl sonuçlanacağı ve bunun yakın vadede Türkiye toplumunun özgürlük ve demokrasi arayışına nasıl etki yapacağı şimdilik belli değildir.

Geçen haftanın öne çıkan başka bir gelişmesi iş insanı Osman Kavala ve siyasetçi Selahattin Demirtaş hakkında mahkemelerin verdikleri yeni kararlarıdır. Hatırlanacağı gibi, Osman Kavala Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı olarak müebbet hapse mahkum edilmiş ve mahkumiyet kararı Yargıtay’ca onaylanarak kesinleşmişti. Son olarak Kavala’nın avukatının üçüncü defa yaptığı yeniden yargılanma başvurusu da üyeleri değiştirilmiş olan dava mahkemesi (İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi) tarafından yine reddedildi. Böylece, Osman Kavala tamamen siyasî nedenlerle yedi yıla yakın bir süredir keyfî olarak özgürlüğünden mahrum bırakılmış durumdadır. 

Öte yandan Kobani olayları nedeniyle tutuklu bulunan Kürt siyasetçi Selahattin Demirtaş ta geçen hafta Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 42 yıl hapse mahkum edildi. Mahkeme BDP eş genel başkanı Gülten Kışanak’ın tahliyesine karar verirken, eski HDP eş genel başkanı Figen Yüksekdağ’ı 30 yıl, kıdemli siyasetçi Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ü ise 10 yıl hapisle cezalandırdı. Mahkeme bu arada 12 yıl hapis cezasına çaptırdığı BDP eş genel başkanı Gülten Kışanak’ın adli kontrol şartıyla serbest bırakılmasına karar verdi. 

Kavala ve Demirtaş kararlarının ilginç yanı, bunların AKP’nin sözümona ‘’yumuşama’’ süreci başlattığı ve ‘’sivil, demokratik ve kapsayıcı’’ bir yeni anayasa için siyasî partilere işbirliği çağrısı yaptığı bir süreçte verilmiş olmalarıdır. Daha da ilginç olan nokta, bir yandan Kavala ve Demirtaş AİHM kararlarına rağmen adeta rehine gibi hapiste tutulmaya devam edilirken, öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Şubat sanığı emekli generallerin cezalarını affetmesidir. Birlikte ele alındıklarında bu iki olay AKP ve Erdoğan’ın siyasette yumuşama ve özgürlükçü-çoğulcu-demokratik anayasa vaatlerinde samimi olmadıklarını ve sadece iktidarlarının devamına yarayacak hamleler yapmak peşinde olduklarını düşündürmektedir.   

AKP-MHP iktidarı hak ve özgürlük kavramına zaten pek te sıcak bakmayan yürürlükteki hukuk sistemini bu değerlerden daha da uzaklaştırma yolundaki çabalarına da ara vermeksizin devam ediyor. Siyasî iktidarın gündeminde olan bu yöndeki en son girişim, ‘’yargı reformu’’ adı altında Ceza Kanunu’na ancak totaliter sistemlerde söz konusu olabilecek ‘’etki ajanlığı suçu’’ diye yeni bir suç tipi ekleme hazırlığıdır. Uydurulan bu yeni suç ‘’devletin güvenliği veya iç ve dış siyasal yararları’’na aykırı faaliyeti merkeze alan bir yaklaşıma dayanmaktadır.  Bu kavrama 2004 tarihli yeni Türk Ceza Kanunu’nun muhtelif maddelerinde de zaten yer verilmiştir. Bu satırların yazarı yeni Ceza Kanunu tasarısının gündemde olduğu sıralarda kaleme aldığı bir yazıda (Temmuz 2004) bu kavramın hem demokratik toplum anlayışına hem de hukukun üstünlüğüne aykırı olduğuna dikkat çekmişti. 

 O zaman yazdığım gibi, bu suç ‘’demokratik devlet ilkesiyle bağdaşmaz; çünkü bir demokraside tartışılmaz, sabit bir ‘temel millî yarar’ olmaz. Demokrasi tam da bu nitelikte olduğu iddia edilen politik tercihlerin veya nelerin bu nitelikte olduğunun tartışılması demektir. Buna rağmen, [sabit] bir ‘millî yarar’ kategorisi oluşturup ona aykırı görülen düşünce ve hareketleri suç haline getirmek, demokratik tartışmayı mahkûm etmek ve demokratik siyaseti imkânsızlaştırmaktır. Ayrıca, bu norm ‘yabancı kişi veya kuruluşlar’la malî portresi olan bir işbirliğine veya ortak faaliyete girişmeyi de açıkça zora koşmaktadır. / Bu hüküm hukuk devleti ilkesiyle de bağdaşmaz; çünkü böyle bir devlette ‘suçların kanunîliği’ veya suç ‘tipi’nin açık bir şekilde tanımlanmış, yani öncelikle maddî unsurunun herhangi bir tartışmaya mahal vermeyecek şekilde belli edilmiş olmasını gerektirir. ‘Temel milli yararlara aykırılık’ın ne olduğu bu şekilde belli edilmiş olmadığına göre, bu hüküm ceza uygulamasında peşin bir keyfîlik ruhsatı anlamına gelecektir.’’

Nitekim son olarak Kavala ve Demirtaş kararları örneğinde de gözlendiği gibi, yeni Ceza Kanunu’nun uygulaması bu endişelerimin doğru olduğunu defaatle ortaya koymuş bulunmaktadır. Özellikle son yılların Ceza Kanunu uygulamasında maalesef hukukî belirlilik ve güvenlilik neredeyse tamamen kalkmış ve bu konuda keyfilik hâkim hale gelmiştir. Bu konu arkadaşımız A. Rıza Çoban tarafından aşağıda ayrıntılı bir şekilde ele alınmaktadır.

Son haftalarda siyasî gündemi işgal eden bir konu da Millî Eğitim Bakanlığının ilk ve orta öğretim müfredatını kendi dünya görüşü doğrultusunda değiştirmek için başlattığı çalışmalardır. Kemalist çevreler ve bir ölçüde CHP’liler bu yolla AKP’nin laikliği ortadan kaldırmayı amaçladığını ileri sürdüler. Bu eleştiride doğruluk payı olmakla beraber, meselenin asıl can alıcı yanını ortaya koymaktan uzaktır.  

Evet, AKP bürokratlarının “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını verdikleri yeni öğretim müfredatında gerçekten de İslam dininin her alandaki gereklerinin belletilmesiyle ilgili dersler geri kalan -fen ve matematik dahil- derslerin toplamıyla neredeyse eşit ağırlıktadır. Bu veriyi Bakanlığın daha önce dinî cemaat ve vakıflarla işbirliği protokolleri yaptığı gerçeğiyle birlikte düşündüğümüzde, AKP’nin çocuklar ve gençlerin zihinlerini kendi din anlayışı doğrultusunda daha ‘’yaşken eğmek’’ istediği açıktır. Başka bir deyişle, AKP’liler farklı inanış, görüş ve hayat tarzına sahip muhtelif unsurlardan oluşan Türkiye toplumunun tümüne ait olan kamusal kaynakları kendi dinî dünya görüşünü desteklemek ve herkese yaymak amacıyla kullanmak istemektedirler. 

Şu var ki, bu Türkiye için yeni bir durum değildir. Türk eğitim sistemi baştan beri ideoloji aşılamak ve tek tip insan yetiştirmek üzere kurgulanmıştır; AKP’nin yaptığı bu durumu değiştirmek değil, sadece resmî ideolojinin yerine kendi dinci dünya görüşünü koymak oldu. Onun için burada mesele sadece hazırlanan programın dinî bir dünya görüşünü dayatmayı amaçlıyor olması değildir; asıl mesele, resmî ideoloji endoktrinasyonuna dayanan eski programlar gibi, bu programın da hayatla baş edebilecek bilgi ve becerilerle donanmış özgür ve özerk bir kuşak yetiştirmek için hiç elverişli olmadığıdır. Bu programla da, maalesef, hak sahibi bir birey olduğu bilincine sahip, kendine güvenen, aktif ve yaratıcı kişiler değil de ‘’hak yok ödev vardır’’ mottosuna şartlanmış, uysal, pasif ve itaatkâr bireyler yetiştirmek amaçlanıyor.

Özgürlük Gündemi’nin bu sayısına Ömer Faruk Şen bazı CHP’li belediyelerin kendi yetki alanlarında faaliyet gösteren esnaf, sanatkâr ve tacirlerin işletmelerine Arapça yazılı ilân ve tabelâ asmalarını yasaklama yoluna gitmelerini eleştirel bağlamda insan hakları açısından değerlendiren yazısıyla katılmakta; Caner Gerek ise yazısında hükûmetin öngördüğü tasarruf tedbirlerinin kamu kesiminde ne ölçüde uygulanabileceği konusunu irdelemektedir.   

Etki Ajanlığı Suçu

Ali Rıza Çoban, Anayasa Hukukçusu

31 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin uğradığı ciddi oy kaybının ardından sertlik politikalarına mı yöneleceği yoksa normalleşme yönünde adımlar mı atacağı tartışmaları sürerken Hükümet, kamuoyuna sızdırdığı 9. Yargı Paketi kapsamına dahil ettiği yeni bir suç tipi ile takip edeceği politikaların yönü konusunda kamuoyuna iyi bir ipucu vermiş bulunuyor. Anka ajansının yayınladığı metne göre, Türk Ceza Kanunu’nun Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk Suçlarına ilişkin bölümüne “Diğer Faaliyetler” başlıklı yeni bir madde (339/A maddesi) eklenmesi öngörülmektedir. Buna göre, Devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda gerçekleştirilen bazı fiiller suç haline getirilmektedir. Öngörülen taslak madde şöyledir: 

“Diğer faaliyetler

Madde 339/A- (1) Bu Bölümde düzenlenen suçları oluşturmamak kaydıyla, Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda;

a) Türk vatandaşları veya kurum ve kuruluşları ya da Türkiye’de bulunan yabancılar hakkında araştırma yapan veya yaptıranlar,

b) Türkiye’de suç işleyenler,

hakkında, üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası verilir. Fiilin, bu Bölümde düzenlenen suçlar dışında başka bir suç oluşturması halinde hem bu suçtan hem de ilgili suçtan dolayı ayrı ayrı cezaya hükmolunur.

(2) Fiil, savaş sırasında işlenmiş veya Devletin savaş hazırlıklarını veya savaş etkinliğini veya askerî hareketlerini tehlikeyle karşı karşıya bırakmış ise faile sekiz yıldan oniki yıla kadar hapis cezası verilir.

(3) Suçun, milli güvenlik açısından stratejik önemi haiz birimler ile proje, tesis ve hizmetleri yerine getiren kurum ve kuruluşlarda görev yapanlar tarafından işlenmesi halinde verilecek ceza bir kat artırılır.

(4) Bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır.”     

Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu metnin kim tarafından hazırlandığı haberlerde yer almamaktadır. Yeni hükümet sisteminin fazileti olarak takdim edilen yasa önerilerinin milletvekillerince hazırlanacağı savının hiç gerçekçi olmadığı ve tüm yasa taslaklarının yürütme ajanlarınca herhangi bir kamusal tartışma olmadan hazırlandığı açıktır. 

Metnin içeriğine bakıldığında, görüldüğü gibi yapılmak istenen düzenlemede hangi fiilin ya da fiillerin suç haline getirildiğini anlamak mümkün değildir. Neyin “devletin güvenliği, iç veya dış siyasal yararları aleyhine” olduğunu belirleyen herhangi bir ölçüt yasa taslağında yer almadığı gibi, bir eylemin ne zaman “başka bir devlet ya da organizasyonun stratejik çıkarlarına” olacağının da objektif bir ölçütü bulunmamaktadır. Ayrıca başka bir devlet veya organizasyonun “talimatı”ndan neyin anlaşılması gerektiği de oldukça muğlaktır. Öte yandan suç konusu iki tür eylem tanımlanmıştır: “araştırma yapmak ya da yaptırmak” ve “suç işlemek”. Bu iki eylem tipinin de kapsamı belirsizdir. Dolayısıyla, bu metinden suçun maddi ve manevi unsurlarının ne olduğunu öngörmek mümkün değildir. 

Madde gerekçesinde metin tekrarlanmakta, devletin yararları ile güvenliği arasında ilişki olduğu vurgulanmakta ve yarar kavramı şöyle tanımlanmaktadır: “Bu kapsamda iktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji gibi diğer yararlar da Devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı içinde kabul edilecektir. Dolayısıyla bu gibi yararlar aleyhine gerçekleştirilen faaliyetler de suçun konusunu oluşturabilecektir.” Görüldüğü gibi bu tanım bazı yarar türlerini saymanın ötesinde herhangi bir ölçüt içermemektedir. 

Metinde kovuşturmanın bakanlık iznine tabi tutulması bir güvence gibi sunulmuştur. Ancak cumhurbaşkanına hakareti düzenleyen TCK m. 299’a ilişkin uygulama kovuşturma izninin herhangi bir güvence teşkil etmediğini göstermektedir. 

Bir ceza normu, suç olarak düzenlenen eylemi açık bir şekilde tanımlamıyorsa, o düzenlemenin suçların ve cezaların kanuniliği ilkesine uygun olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Bu derece muğlak bir metnin uygulamada keyfiliğe yol açacağı açıktır. Esasen amacın da bu olduğu anlaşılmaktadır. Zira yasalaşması halinde bu metin, iktidarın hoşuna gitmeyen her faaliyeti suç, hoşlanmadığı her kişiyi suçlu ilan etmesine ve cezalandırmasına olanak tanıyacaktır. Başta medya ve sivil toplum olmak üzere, akademik araştırmacılar, insan hakları savunucuları, muhalif siyasi partiler, hatta bireysel sosyal medya kullanıcıları bu düzenlemeden olumsuz etkilenecek, hatta faaliyetlerini yapamaz hale geleceklerdir. Bu düzenlemenin, ifade ve örgütlenme özgürlükleri üzerinde yaratacağı caydırıcı etki nedeniyle bu haklar fiilen askıya alınmış olacaktır. 

Bütün otoriter rejimlerde muhalif sesleri kısmak için benzer düzenlemeler yapılmaktadır. Başta Rusya olmak üzere pek çok baskıcı rejim, benzeri düzenlemelerle sivil toplumu yok etmiş, toplumsal ve siyasi muhalefeti susturmuştur. Ne var ki, ironik bir şekilde, muhalefeti ceza tehdidiyle susturmak ülkenin ve devletin yararına değildir. 

Arapça Tabela Tartışması

Ömer Faruk Şen, Ph.D. – Missouri Üniversitesi

31 Mart seçimlerinden sonra AKP’den CHP’ye geçen bazı belediyelerde, başkanlar bulundukları ilçelerde bulunan Arapça ilan ve tabelaları sökme kararı aldı, hatta bazı belediye başkanları bizzat kendileri bu ilanları söküp yırttı. Sosyal medyada geniş yankı uyandıran bu girişimleri CHP Genel Başkanı Özgür Özel değerlendirdi.  Bu yaklaşımı popülist olmakla nitelendiren Özel, 6 milyon vatandaşın anadilinin Arapça olduğunu dile getirdi. Öte yandan Özel, “O tabelada ne yazdığına bakmak da lazım. Bir insanın anadilinde aldığı hizmeti anlamasını kolaylaştırıyorsa bu bir haktır. Ben belediye başkanlarımı da uyardım.” ifadelerini kullandı. 

Özel’in bu tutumunun makul, hakları gözeten bir tutum olduğunu belirtmek gerekir. Zira bazı Belediye başkanlarının Arapça tabelaları sökme kararı, dil ve ifade özgürlüğü, kültürel haklar ve ayrımcılık yasağı gibi hak ve özgürlüklerin ihlâli anlamına gelmektedir. Üstelik belediye başkanlarının belediyenin verdiği hizmetlerde bile değil, piyasa ilişkileri içinde bu tercihte bulunan esnaflara yönelik böyle bir girişimde bulunmasının hukuka aykırı olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca İngilizce, Rusça, Almanca tabelalarda olduğu gibi Arapça tabelalar da o dili konuşan turist ve müşterilere hitap etme ihtiyacından ortaya çıkmaktadır ve dolayısıyla işletmelerin ticarî faaliyetleri için önem arz etmektedir. 

Öte yandan Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar ve Anayasa dil ve ifade özgürlüğünü güvence altına almaktadır. Bu bağlamda, Arapça tabelaların varlığını diğer diller için de geçerli olan hukukî bir hak olarak değerlendirmek gerekir. Anayasanın 10. maddesi herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu belirtir. Buna ek olarak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesi de ifade özgürlüğünü güvence altına alır ve herkesin düşüncelerini açıklama ve yayma özgürlüğüne sahip olduğunu belirtir. Bu kapsamda, Arapça tabelalar da ifade özgürlüğünün bir parçası olarak değerlendirilmeli ve yasal olarak korunmalıdır.

Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için tekrar belirtmek gerekir ki, tabela asan esnafın hakkı tabelanın hangi dilde olduğundan bağımsız olarak korunmalıdır. Ne var ki, Türkiye’de öteden beri kamusal alanda görünür olan dillere dair ayrımcılığı şiar edinmiş neredeyse siyaset üstü bir yaklaşım hâkim. Sahil kasabalarında yabancı Batı dillerinin görünürlüğünün bir ihtiyaçtan kaynaklandığı geniş kesimlerce kabul görürken, Arapça ve (öteden beri) Kürtçe dillerinin görünür olduğu yerlerde negatif ayrımcılık sıklıkla gözlemlenmektedir. Bu ayrımcı tutum, dil ve ifade özgürlüğünün yanı sıra toplumsal eşitlik ve adalet ilkelerine de aykırılık teşkil etmektedir. Siyasetçilerin konunun bu boyutuna vurgu yapması daha faydalı olacaktır. 

Son olarak, Özel’in bu tutumunu temellendirme şeklinin sorunlu olduğunu göz ardı etmemek lazım. “Etkileşim alacağım diye artık Arapça tabelalara karışmayın. Arapça Kur’an dilidir, halk incinir” ifadelerini kullanan Özel, itirazını haklar temelinde değil de partisinin imajı çerçevesinde formüle etme yolunu kullandı. Özel’in ve diğer siyasetçilerin bu tür dini referansları kullanmak yerine konuya insan hakları açısından yaklaşması, toplumun bütün kesimlerinin haklarını ve özgürlüklerini koruma açısından daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Kamu Bütçesindeki Tasarruf Tedbirlerine Bakış

Caner Gerek, Dr.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz 13 Mayıs Pazartesi günü düzenledikleri basın toplantısıyla kamuda tasarruf paketini açıkladılar. Açıklanan pakete göre üç yıl boyunca kamu istihdamında emekli olanlar kadar yeni personel alınacak, üç yıl boyunca yeni araç ve bina alımı/kiralaması yapılmayacak ve kamu çalışanlarının alacağı yönetim kurulu ücretlerine sınırlama getirilecek. Bu kararların alınmasında Cevdet Yılmaz’a göre verimliliğin artışı önemli bir faktör. Yılmaz yaptığı açıklamada sık sık verimliliğe vurgu yaparak zorunlu olmayan harcamaları kısmakla yetinmediklerini, aynı zamanda kamu tüketim ve harcamalarında verimliliği esas aldıklarını vurguladı. Yılmaz ayrıca tasarruflarla kamu bütçe açığının azaltılmaya çalışılacağını ve bu açığın da daha çok deprem sonrası yapılan harcamalardan kaynaklandığını vurguladı. Cevdet Yılmaz’dan sonra söz alan Mehmet Şimşek ise mali disipline vurgu yaparken bunun enflasyonla mücadelenin bir destek mekanizması olduğunu ifade etti. Şimşek’e göre bütçede sağlanan disiplin ile ülke risk primi düşecek ve uygun maliyetle borçlanmak mümkün olacak. 

Açıklanan tasarruf paketi genel olarak olumlu karşılansa da bu etkinin oldukça sınırlı kalacağını söylemek mümkün. Kamuda tasarruf tartışmalarının uzun süredir otomotiv alımları üzerinden yapılması ve basın toplantısında yeni araç alımlarına önemli bir tasarruf kalemi olarak uzunca yer verilmesi beklentilerin düşme nedenlerinden birisi. Nitekim Mehmet Şimşek’in 2015 yılında yaptığı bir açıklamada “Araç saltanatı diyorlar. Bunların hepsini toplasanız Türkiye’nin milli gelirinde, Türkiye’nin bütçesinde çerez parası değil.” ifadeleri tekrar gündeme geldi (1).  Araç alımlarının ön plana çıkarılması asıl tasarruf gerektiren alanlarda tasarruf yapmaktan kaçınıldığının bir sinyali oldu. 

Kamuda tasarrufa dair önemli bir çalışma yapılmasına rağmen bu tasarrufların bütçeye ne kadarlık bir katkı sağlayacağı konusunda herhangi bir açıklama yapılmadı. Fakat basın toplantısının ertesi günü Bakan Şimşek kamuda tasarruf paketinin bütçede ne kadarlık bir etki yaratacağının yaz sonunda yapılması planlanan Orta Vadeli Program gözden geçirmesinin bir parçası olarak duyurulabileceğini söyledi (2). Dolayısıyla kamuda tasarruf paketinin ne kadarlık bir etki yaratacağına dair henüz bir çalışma yapılmadığı ortaya çıkmış oldu. Bir basın toplantısı ile duyurulan kamu tasarruflarının ne kadar etki yaratacağını kamu tasarrufu yapacak olanlar da henüz bilmemekte.

Bir diğer önemli eksiklik ise kamuda verimsizlik yaratan asıl bütçe harcamalarına dokunulmaması oldu. Bu harcamalardan birisi ihale yoluyla yapılan kamu harcamaları. Sürekli değiştirilen ihale yasaları ile uzun süredir şeffaf olmayan bir şekilde kamu harcaması yapılmakta. Kamuca yapılan bu harcamaların kısılmasına yönelik ve şeffaflaşmaya dair pakette herhangi bir düzenleme yer almamakta. Bu ihalelerin rekabeti engelleyici şekilde düzenlemelere konu olması da serbest piyasa işleyişi ve kamu harcamalarının azalması için oldukça önemli. Kamu ihalelerinde şeffaflığın azaltılmamasına ve tasarruf önlemleri alınmamasına ek olarak kamu teşviklerinde ve vergi istisnalarında şeffaflık ve verimliliğe dair herhangi bir önlem de yer almamakta. Kamu kesimi verimlilik üretmeyen ve hangi kriterlere göre verildiği net olarak açıklanmayan teşvikler ile de yüksek harcamalar yaparken, bu alanda da herhangi bir şeffaflık ya da harcamaları kısmaya yönelik bir adım atılmamış olması kamu tasarruf paketinin çok önemli bir diğer eksikliği oldu. Ayrıca Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in 68 bin öğretmene ihtiyaç duyulduğunu açıklamasına rağmen (3) atama sayısını 20 binle sınırlaması verimlilik odaklı tasarruf politikasına dair kuşkuları artırmakta.

İktidar, yerel seçimler sonrası uygulanan hatalı iktisadi politikaların düzeltilmesi için acı reçetelere başvurmak zorunda. Bunun ilk adımı Merkez Bankası’nın sıkılaştırıcı politikaları ile atıldı. Burada atılan adımlar daha çok vatandaşın etkileneceği adımlardı. Vatandaşa acı reçetenin çıkarıldığı ve onların elini taşın altına koyduğu bir dönemde toplum kamunun da harcamalardan fedakârlık yapması beklenir. Aksi takdirde yazılan acı reçetenin etkinliği azalacaktır. O nedenle açıklanan kamu tasarrufları mevcut haliyle şimdilik toplumun kamudan da beklediği tasarruf önlemlerini göstermelik olarak karşılama çabası olarak gözükmekte. İdeal olan ise vergi artışlarına gerek kalmayacak şekilde hesaplaması yapılmış bir tasarruf politikası uygulamak ve bunu yaparken de rekabetçiliği ön plana çıkararak verimsizliğin oldukça yüksek, şeffaflığın düşük olduğu kamu ihaleleri ve teşvikleri tekrardan gözden geçirmek gerekir.

Kaynaklar

  1. https://www.ekonomim.com/ekonomi/bakan-simsekin-sozleri-yeniden-gundemde-cerez-parasi-bile-degil-haberi-742640
  2. https://www.bloomberght.com/simsek-tasarruf-paketi-rakami-yaz-sonunda-duyurulabilir-2352822
  3. https://www.milliyet.com.tr/egitim/ogretmenlere-atama-mujdesi-7001360#:~:text=%C3%96%C4%9Fretmen%20ihtiyac%C4%B1na%20ili%C5%9Fkin%20net%20bir,%C4%B1n%20da%20destek%20oldu%C4%9Funu%20kaydetti.
Önceki İçerikEğitimle İlgili Asıl Sorun
Sonraki İçerikPİYASA VE ÖZGÜRLÜK