Editör’den
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
Son haftalarda Türkiye siyasetinde bir durgunluk gözleniyor, ülkenin gerçek gündemi adeta askıya alınmış durumda. Gerçi AKP Genel Başkan Vekili Efgan Alâ’nın açıkladığına göre, hükümet bugünlerde yeni bir ‘’reform paketi’’ hazırlığı içindedir ama kamuoyuna yansıyan haberlere bakıldığında bu hazırlıkların ülkenin gerçek ve acil gündemiyle pek ilgili olmadığı anlaşılıyor. Hükümetin bütün eleştiri ve uyarılara rağmen yakınlarda yürürlüğe koyduğu dinsel ağırlıklı ilk ve orta öğretim müfredatı AKP-MHP iktidarının eğitim konusuna bu ‘’ilgisizliği’’nin ve ülkenin sahici gündeminden büsbütün sapmış olduğunun yeni bir kanıtı durumda.
Oysa, hepsi de hükümetin acilen inisiyatif almasını gerektiren bu gündemin neleri içerdiği, iyi niyetle bakıldığında gayet açıktır: Anayasa’dan başlayarak hukuk sisteminin liberalizasyonu ve hukuka saygının sağlanması, tek-adam rejiminin terk edilmesi, temel hak ihlâllerinden vazgeçilmesi, yargıya siyasî müdahaleden kaçınılması ve mahkemelerin bağımsızlık ve tarafsızlığının temini, adil yargılama ve nihayet enflasyonun düşürülmesi ve TL’nin değerinin yeniden normalizasyonu başta olmak üzere ekonominin toparlanması. Bu son nokta öylesine acil ki, yaşanan yüksek enflasyon yüzünden toplumun büyükçe bir kısmını oluşturan sabit ve dar gelirli kesimlerin hayat şartları gerçekten katlanılmaz hale gelmiş bulunuyor.
Öte yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidar ile muhalefet arasında ‘’yumuşama’’ sinyali veren açıklamasının ardından CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in AKP Genel Merkezi’ne yaptığı ziyarete Erdoğan’ın ne zaman karşılık vereceği belirsizliğini korurken, Millî Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredatı hazırlama şeklinin de gösterdiği üzere, iktidarın genel tutumunda pek de yumuşama izleri görülmemektedir. Üstelik tam da iktidar ile muhalefet arasında yumuşamadan söz edilirken, bu sefer iktidar ortaklarının kendi arasında, her ne kadar bugünlerde yatışmış gibi görünse de, Sinan Ateş’in öldürülmesi davasıyla başlayıp ‘’suç örgütü lideri’’ Ayhan Bora Kaplan soruşturmasının yol açtığı gerginliklerle devam eden, bir gerginlik yaşanmaktadır. Ülkenin acil sorunlarının askıya alınmış olması sanki biraz da bu gizli gerginlikle ilgilidir.
Şu var ki, siyasî gerginlikler sadece iktidarla muhalefet arasında veya siyasî partiler arasında değil partilerin içinde de yaşanabiliyor, hem de söz konusu partinin en fazla durulmuş olmasının beklendiği bir konjonktürde… CHP’yle ilgili son gelişmeyi kast ediyoruz. CHP’ nin eski genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Partisinin eylül ayında yapılması beklenen Tüzük Kurultayı’ yla bağlantılı olarak bir televizyona yaptığı ve Parti içinde şaşkınlıkla karşılanan açıklamada, ‘’Yeniden kurultayda Genel Başkan adayı gösterirlerse o zaman cesurlar bir adım öne çıksın diyeceğiz’’ sözüyle tekrar genel başkanlık yarışına girebileceği mesajını verdi. Kılıçdaroğlu bu arada Tayyip Erdoğan’a karşı kaybedilen Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından Parti yönetiminin değiştirilmesi için harekete geçenleri de kendisine vefasız davranmakla suçladı. Eski genel başkanın bu çıkışının, önümüzdeki “tüzük kurultayı”nı bir seçimli kurultaya dönüştürmeye çalışacağı ve bunda başarısız olması halinde ayrı bir parti kurabileceğinin işareti olduğu yolunda tahminler yapılıyor. Öyle görünüyor ki, CHP’de henüz sular durulmamış ve eylül ayında Parti yeni çalkantılar yaşayacak…
Sırada yargı var. Siyasetteki tuhaf veya nahoş olaylara çoktandır alışmış durumdayız ama benzer olayların yargı camiasında da ortaya çıkmaya başladığını görmek yargının saygınlığı bakımından şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de. Böyle hissetmemize neden olan son olay, İzmir’de görev yapan kıdemli bir yargıcın makam odasında teşhir ettiği -aralarında uzun menzilli olanların da bulunduğu- silahlarla birlikte fotoğraf çektirmiş olması. Daha da ilginci, söz konusu fotoğraf karesinde Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun bazı üyelerinin de yargıca eşlik ediyor olmaları!
‘’Yargı Etiği İlkeleri’’ne aykırı bulunan bu tutumu nedeniyle hakkında soruşturma başlatılan yargıç İzmir Adli Yargı Adalet Komisyon Başkanlığı görevinden de alındı. Bu olayda yargının bağımsızlığı bakımından asıl endişe verici olan, yargıcın adliye müfettişi soruşturmacılara verdiği ‘’Biz hesabımızı size değil Allah’a veririz’’ şeklindeki cevap. Bu cevaptaki kendinden aşırı emin olma hali, hukukun üstünlüğü ve yargıç sorumluluğu anlayışıyla bağdaşmaması bir yana, soruşturulan yargıcın güçlü siyasî bağlantıları olduğunu da düşündürmektedir ki asıl vahim olan budur! Pek ihtimal vermiyoruz ama umarız yürütülmekte olan soruşturma bu muhtemel bağlantıların gerçek adresini ortaya çıkarır ve bunun gerektirdiği her neyse o yapılır, daha doğrusu yapılabilir.
Bu arada, İsrail’in Gazze saldırıları ve yaptığı seri katliamlarla ilgili olarak dış dünyada meydana gelen bir gelişme Türk hükümetini halk tabiriyle ‘’ofsayta düşürmüş’’ görünüyor. Nitekim Türkiye birkaç hafta öncesine kadar Gazze saldırılarına adeta lojistik destek sağlama anlamına gelen İsrail’le ticaretini sürdüren Türkiye hükümeti yurttaşlarının İsrail’in katliamlarını protesto amaçlı yürüyüş ve gösteriler yapmasını bile yasaklarken, bir yandan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin İsrail Başbakanı Netenyahu hakkında aldığı tutuklama kararını Almanya başta olmak üzere kimi Batılı devletler uygulamaya hazır olduklarını, öbür yandan İspanya, İrlanda ve Norveç te Filistin’i devlet olarak tanıdıklarını açıkladılar. Sırada önümüzdeki günlerde Slovenya’nın da Filistin’i devlet olarak resmen tanıması var.
Bu sayımızda A. Rıza Çoban işçi sendikalarının 1 Mayıs’ta Taksim’de gösteri yapmalarının kolluk kuvvetlerince engellenmesinin yol açtığı olaylar nedeniyle başlatılan soruşturmanın dava iddianamesinin hazırlanması aşamasına gelmesi vesilesiyle, hükümetin bu tutmunun hukuka uygunluğunu Anayasa Mahkemesi’nin aynı konuda geçen yıl verdiği karar ışığında değerlendirmektedir. Caner Gerek ise mevcut krizle bağlantılı olarak yaptığı iktisadî tahlilde, uzun vadede bütçe dengesinin sağlanmasının daha önemli olduğundan hareketle bu kriz döneminde kamunun genişlemesinden kaçınmak gerektiğini ve dolayısıyla kamuda tasarrufu sağlayan ve vergi artışına yer vermeyen bir politika izlenmesini önermektedir. Son olarak Ömer Faruk Şen de Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde Rektörlükçe ‘’Bahar Şenlikleri’’nin yasaklanması örneğinde, AKP-MHP iktidarının genel baskı politikasının üniversitelere yansıyan bir yanını ele alarak değerlendiriyor.
1 Mayıs İddianamesi
Ali Rıza Çoban, Anayasa Hukukçusu
Bilindiği gibi Hükümet geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl da 1 Mayıs Emek ve Dayanışma gününün Taksim meydanında kutlanmasına izin vermedi. Oysa Anayasa Mahkemesi daha geçen yıl Taksim Meydanının kategorik olarak 1 Mayıs kutlamalarına kapatılmasını Anayasaya aykırı bulmuş ve başvurucu sendikaların toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal edildiğine karar vermişti.
Anayasa Mahkemesi, “belirli bir mekânda düzenlenmek istenen bir toplantıya yapılan müdahaleyi değerlendirirken müdahalenin Anayasa’nın 34. maddesine uygun olarak makul, dikkatli ve iyi niyetle yapılıp yapılmadığını ve müdahalenin haklılığı için ikna edici bir gerekçe sunulup sunulmadığını göz önünde bulunduracağını ve kamu otoritesinin müdahalesinin zorunlu bir sosyal ihtiyaçtan kaynaklanıp kaynaklanmadığını ve orantılı olup olmadığını da inceleyeceğini” hatırlatmıştır (para. 58). 1 Mayıs kutlamalarının Taksim Meydanında yapılmasının önemini ise Mahkeme şöyle açıklamıştır: “İşçi ve sendika kültürünün yapı taşlarından biri olan Taksim Meydanı yalnızca 1 Mayıs günü orada bulunanların dayanışmasını değil aynı zamanda emekçilerin ortak hafızasının varlığını göstermektedir. Bu durumda kendisini o kültürün bir parçası olarak gören her kişinin 1 Mayıs günlerinde Taksim Meydanı’nın ifade ettiği anlamı doğrudan tecrübe etmek ve edindiği tecrübeyi kuşaklar boyunca aktarmak için orada bulunma hakkı vardır. 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı ile özdeşleşmesi nedeniyle anılan mekânın sınırlanması aktarılmak istenen düşüncenin de sınırlanmasına neden olmaktadır.” (para. 67). Dolayısıyla Mahkeme, başka bir alanda yapılan kutlamanın, Taksim Meydanında yapılan kutlamanın vermek istediği mesajı veremeyeceğini kabul etmiştir. İdarenin, İstanbul’da yapılacak toplantı ve gösteri yürüyüşleri alanları içinde Taksim Meydanı’nın yer almaması nedenine dayalı yasaklama kararı, mekân seçme serbestîsinin kategorik olarak yasaklanması olarak nitelendirilmiş ve toplantı ve gösteri yürüyüşünün düzenlenmesindeki hedeflenen amaçlara ulaşabilmesi için mekânın önemi gözetildiğinde bu kategorik yasaklama Anayasa bakımından kabul edilemez bulunmuştur.
Mahkeme ayrıca, gösteri yürüyüşleri henüz başlamadan kolluk güçlerince müdahale edildiğini hatırlatarak gerçekten müdahaleyi zorunlu kılan bir nedenin varlığının ne idare ne de yargı organlarınca ortaya konulmadığını belirtmiştir. Mahkeme, somut olayda idarenin 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılmasını mutlak surette yasaklamasını gerektirecek gerçek bir tehlikenin varlığını açıklamadan ve katılımcıların anılan yerde etkinlik yapabilmeleri için mümkün olan önlemler bulunup bulunmadığını irdelemeden tercih edilen mekânda toplanmayı yasakladığını belirtmiştir. Ayrıca kolluk güçlerinin de yasaklama kararlarına dayanarak anılan hakkın kullanılabilmesine yönelik hiçbir tolerans göstermeden gruplara müdahale ettiklerini hatırlatmıştır.
Anayasa Mahkemesi Genel Kurulunun bu yeni kararı bütün hatırlatmalara rağmen idare tarafından dikkate alınmamış, somut bir tehdit bulunduğu ortaya konulmadan Taksim Meydanında kutlama yapılması yasaklanmıştır. Kararda sözü edildiği gibi bu yıl da kolluk güçleri Taksim Meydanına yürümek isteyen kişi ve gruplara müdahale etmiştir. Bu nedenle çıkan olaylar nedeniyle 42 kişi tutuklanmıştır.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, tutuklanan 42 kişi hakkında “görevi yaptırmamak için direnme”, “kanuna aykırı toplantı ve yürüyüşlere silahsız katılarak ihtara rağmen kendiliğinden dağılmama”, “kasten yaralama” ve “kamu malına zarar verme” suçlarından iddianame düzenlemiş ve sanıkların 3 yıl 9 aydan 13 yıl 6 aya kadar hapisle cezalandırılmalarını talep etmiştir. Sanık sayısının fazla olduğu gerekçesiyle iki ayrı iddianame düzenlenmiş ve ilk iddianamede 30, ikinci iddianamede ise 12 kişi hakkında dava açılmıştır. İki ayrı iddianameyle yargılanacak 42 kişi için istenen ceza miktarı ise toplamda 567 yılı bulmaktadır. İddianamede 19 polis de müşteki sıfatıyla yer almaktadır.
Anayasa Mahkemesi kararlarının ne idare ne de yargı makamları tarafından dikkate alınmadığının yeni bir göstergesi olan bu iddianame, hükümetin yumuşama, normalleşme ve reform söylemlerinin ne derece gerçekçi ve inandırıcı olduğunu da göstermektedir.
ODTÜ’de Bahar Şenlikleri Yasaklara Rağmen Kutlandı
Ömer Faruk Şen, – Ph.D. – Missouri Üniversitesi
Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) rektörü Verşan Kök 34 yıldır düzenlenen, bir gelenek haline gelmiş olan Bahar Şenlikleri’nin yasakladı. Öğrenci toplulukları arasında büyük tepki çeken bu karara karşı öğrenciler rektörlük binası önünde toplanarak sloganlar attı ve kararın geri çekilmesini talep etti. Yasağa riayet etmeyeceğini ifade eden öğrencilere disiplin soruşturmaları açıldı ve konu ulusal kamuoyunun gündemine taşındı. ODTÜ öğrencilerinin bu eylemine siyasilerden de destek geldi. Başta CHP olmak üzere siyasi partiler ve milletvekilleri, öğrencilerin yanında olduklarını ve üniversitelerin geleneklerinin ve özgürlüğünün korunması gerektiğini dile getirdiler. Öğrenciler şenliklerin organize edilmesi konusunda alternatif yollar aradılar. Rektörlüğün talimatı ile ses ve ışık sistemlerinin kampüse girişi yasaklandı. Neyse ki CHP Milletvekili Deniz Demir, dokunulmazlığının verdiği güvence ile, direksiyon başına geçip bu sistemleri kampüs içine sokabildi ve öğrencilerin alternatif kutlamalarını mümkün kıldı.
İlk olarak, bahar şenlikleri gibi etkinliklerin üniversite kültürünün önemli bir parçası olduğunu belirtmek gerekir. Bu tür etkinlikler sayesinde öğrenciler eğlenir, kaynaşır, zorlu final haftası öncesinde bir nefes almak ister. E tabii iktidarın duymak istemeyeceği sloganlar da atılabilir bu şenliklerde. Bu da geleneğin bir parçası haline geldi yıllar içinde. Öğrenciler açısından, kampüs alanı siyasi fikirlerini göstermek, iktidarın kararlarını protesto etmek için göreli bir özerklik alanı sağlıyor neticede. Geçtiğimiz yıllarda ODTÜ mezuniyet törenlerindeki pankartların kampüs dışında açılması tahayyül bile edilemezdi. Fakat öğrencilerin, mezuniyetleri ile ilişkili olmasa da mezuniyet töreninin onlara sağladığı göreli özgürlük alanında bunu yapabilmesi iktidar tarafında, ülke genelinde halihazırda yok edilen gösteri ve yürüyüş hakkının kampüslerde de yok edilmesi eğilimi doğurdu.
Tabii bu kararın salt rektörün inisiyatifiyle mi yoksa yukarıdan gelen bir talimat doğrultusunda mı alındığını bilemiyoruz. İki senaryo da olabilir ve ikisi de aslında özerk olması gereken kurumların işleyişi konusunda büyük bir problemi gözler önüne seriyor. Rektörün kendi başına aldığı bir karar ise bu, rektör kendi üniversitesinin markasına, geleneğine zarar vermiş, soruşturma açarak kendi öğrencilerini sindirmeye çalışmış demektir. Yine, rektörün kendi başına aldığı bir karar ise bu, iktidarın ülke genelinde yürüttüğü hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı kararlarını kampüs içine taşıyarak, rektör olarak önerilen üç kişi arasından Cumhurbaşkanı tarafından neden özellikle onun atandığını göstermiştir. Rektör Kök “yukarıdan” talimat ile bu spesifik kararı aldıysa, zaten bunun üzerine konuşacak bir şey yok. Başka üniversitelerin başına gelenlerden biliyoruz ki, AKP kendi iradesinden özerk hiçbir kurumu, o kurum içindeki kendisine “aykırı (!)” gelen gelenekleri yaşatmak istemiyor. ODTÜ de bundan nasibini aldı, tıpkı Boğaziçi Üniversitesi, Ankara Üniversitesi gibi.
Son olarak, üniversiteler, özgür düşüncenin ve akademik özgürlüğün beşiği olarak kabul edilir. Akademik özgürlük, bilimsel araştırmaların ve entelektüel faaliyetlerin baskıdan uzak bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlar. Bu bağlamda, ODTÜ’de yaşanan protesto, üniversitelerin bu temel ilkelerden sapmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. Öğrencilerin demokratik haklarını kullanarak rektörlüğün kararını protesto etmesi, üniversitelerin sadece eğitim ve araştırma kurumları değil, aynı zamanda demokratik değerlerin yaşatıldığı alanlar olduğunu da göstermektedir. Zira liberal demokratik değerler, ifade özgürlüğü ve toplanma hakkı gibi temel hakları içerir. ODTÜ’deki olay, bu değerlerin korunması ve savunulması gerektiğini ortaya koyuyor.
Öğrencilerin gelenek haline gelen şenliklerin yasaklanmasını barışçıl bir şekilde protesto düzenlemesi ve fikirlerini ifade etmesi, liberal demokrasinin temel unsurlarından biridir. Bu tür eylemler, toplumun farklı kesimlerinin sesini duyurabilmesi ve demokratik süreçlerin işlerliğinin sağlanması açısından kritik öneme sahiptir. Sonuç olarak, ODTÜ’de yaşanan protesto, üniversitelerin özgürlüğü, akademik özerklik ve liberal demokratik değerler açısından önemli bir örnek teşkil etmektedir. Üniversitelerin özgürlüğünün korunması, sadece akademik başarı için değil, aynı zamanda demokratik değerlerin yaşatılması ve toplumun ilerlemesi için de hayati öneme sahiptir.
Kamu Bütçesi Kısılmalı mı Genişletilmeli mi?
Dr. Caner Gerek
Ülke ekonomilerinin kötü performans sergilediği dönemlerde kamu bütçesinin durumu tartışma konusu olmakta. Bu tartışmalarda kamu müdahalesi taraftarları bütçe harcamalarının artmasını savunarak kamu bütçe açığını desteklemekte. Kamunun talep yaratması ve ekonomiyi canlandırması talep edilmekte. Diğer yandan sosyal harcamalarla işsizliğe ve sosyal yardımlara vurgu yapılmakta Serbest piyasa taraftarları ise kamu harcamalarına olumsuz bakarken bütçenin de dengede olmasını savunmakta. Taraflar arasındaki bu tartışma son dönemde tekrar gündemde. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in önceki haftalarda kamuda tasarrufun ön plana çıkarılacağını ifade etmesiyle bu tartışma tekrar alevlenmişti. Bakan Şimşek bu hafta ise özellikle vergilere dair yeni artışların geleceğini vurguladı ve birtakım vergi artışları yavaş yavaş devreye alınmakta. Bu haftanın ekonomi gündemi de tasarruf ve vergiler.
Ekonominin kötü gittiği dönemlerde kamu harcamasının artmasını savunan iktisadi görüşler ekonominin tekrar iyiye gittiği dönemde de kamu harcamalarının azaltılmasını savunmakta. Böylelikle kamu dengeleyici bir rol oynamış olmakta. Fakat sıklıkla tecrübe edildiği üzere kamu harcamaları artırılmaya başladığında ekonomi düzlüğü çıkmış olsa bile bu harcamaları kısmak zordur. Kamu harcamaları arttığında geriye dönüş pek görülmemektedir. Burada iktidarların en büyük yanılgılarından birisi aslında tam da ekonominin iyiye gittiği dönemlerde ekonomiyi doğru yönetmenin getirdiği güvenle bundan sonraki süreçte de bu durumun böyle devam edeceği o nedenle de harcamaları kısmanın gerekli olmadığı düşüncesidir. Carmen Reinhart’ın deyimiyle iktidarlara göre durum bu sefer farklıdır, o nedenle iktidarlar işler iyi giderken harcamaları kısmazlar. Bu duruma en iyi örneklerden birisi Chavez dönemi Venezuela ekonomisi idi. Petrol fiyatlarının yüksek seyrettiği dönemde Chavez kamu harcamalarını kısarak bütçeyi dengelemek yerine harcamaları daha da artırmıştır ve işler tekrar kötüye döndüğünde harcamaları kısamamış ve devamında devasa bütçe açıkları ile karşı karşıya kalınmıştır.
Kamu harcamalarının ekonominin kötü gittiği dönemde yüksek tutulmasının bir diğer riski de karşılaşılan şoklar olmaktadır. Ekonomiler bugünün dünyasında çok daha fazla şoklarla ve belirsiliklerle karşı karşıya kalmakta. Bütçe açığının yüksek olduğu dönemlerde siyasi ve iktisadi şoklara maruz kalmak geri döndürülmesi çok uzun yıllar alacak bir bütçe problemi ile karşı karşıya bırakabilmektedir. O nedenle de iktidarların bütçe açığı vermektense kamu bütçe dengesini gözetmesi daha doğru olacaktır. Kamunun yaptığı harcamaların genel itibariyle verimsiz harcamalar olması da oldukça önemli bir problemdir. Burada aslında tartışılması daha doğru olacak konu bütçe dengesinin vergi artışlarıyla mı yoksa tasarruflarla mı sağlanacağıdır.
Tasarruf mu vergi mi?
Kamu bütçe açığını dengelemek için vergi artışları yapıldığında genelde kamu borcunun milli gelire oranı artmaktadır. Yani tasarruf için vergi artışı yapmak istenilenin tersi bir sonuç üretmektedir. Çünkü vergilerdeki artış piyasadaki talebi düşürmekte ve daha az işlem gerçekleşmesi nedeniyle de kamunun bütçeyi dengelemek için arzu ettiği vergi gelirleri elde edilememektedir. Halbuki kamu tasarrufa gittiğinde kamu borcunun milli gelire oranı düşmektedir.
İkinci bir nokta ise kamu tasarruflarının etkisi daha kalıcı olurken vergi artışlarının etkisi kalıcı olamamaktadır. Çünkü vergi artışları kamu harcamalarını dengeleme motivasyonu ile yapıldığından reaksiyoner bir yapısı vardır. Reaksiyoner olduğunda ise aslında sürekli (kısılmayan ve hatta artan) kamu harcamalarını takip etmekte, onu kovalamaktadır. Bu yönüyle de vergi artışları süreklilik arz eder. Süreklilik arz eden vergiler ise bir süre sonra GSYH artışının yavaşlamasına yol açar. Milli gelir azaldığı için de borcun milli gelire oranı paydadaki azalış kaynaklı artar. Bu durum da ileriki borçlanmaların daha yüksek maliyetle yapılmasına neden olur.
Piyasa reaksiyonu üzerinden bakıldığında ise kamu harcamalarını kısmak vergi artışlarına göre daha olumlu bir piyasa reaksiyonuna neden olmakta. Vergi artışları başladığında piyasa bunun devam edeceğini düşünürse ekonomiye olan güveni zedelenir, halbuki harcamaların kısıtlanarak tasarrufa gidilmesi piyasa açısından güven artırıcıdır. Üstelik kamu harcamalarının kısılması ileride vergi artışları olmayacağına dair bir sinyal verirse piyasa yine bu duruma olumlu tepki vermektedir.
Vergilerin ve kamu tasarrufunun sıklıkla tartışıldığı bugünlerde özet olarak kamunun genişlemesindense bütçe dengesinin sağlanması uzun vadede daha olumlu sonuçlar üretecektir. Kamu bütçe dengesinin sağlanması ise vergi artışlarından değil asıl tasarruflardan sağlandığında ekonomi daha pozitif etkilenecektir.
1 Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Disk) ve diğerleri [GK], B. No: 2016/14517, 12/10/2023). Karar metnine şuradan erişilebilir: https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2016/14517
2 https://bianet.org/haber/1-mayis-iddianamesi-savci-42-kisi-icin-567-yila-kadar-hapis-istedi-295918
3https://www.aa.com.tr/tr/politika/ak-partide-yeni-reform-donemi-icin-hazirliklar-basladi/3233749