Editör’den,
Geçen iki haftada ulusal siyasetin gündemi çok yoğun değildi. MHP’yle bağlantılı olma ihtimali nedeniyle kamuoyunun ilgisini üzerine çeken Sinan Ateş cinayeti davasıyla ilgili gelişmeler ve hükûmetin çoktandır üzerinde çalıştığı söylenen ‘’9. Yargı Paketi’’ni saymazsak, Türkiye’nin iç siyaseti aşağı yukarı rutininde seyretti.
Sinan Ateş cinayeti davasının bu ayın başında yapılan duruşmasından maalesef merhum Ateş’in yakınlarını tatmin edecek adil bir karar çıkmadı. Aksine çok sayıda sanık tahliye edildiği gibi, duruşma oturumları da, ‘’Kumpas tiyatrosu bugün sona erdi’’ diyen Ayşe Ateş’in gözlemine göre, neredeyse bir tiyatro şeklinde gerçekleşti. Merhumun eşine göre, ‘’bu olayı FETÖ yaptı diyerek kapatmak istiyorlar.’’ Sinan Ateş’in annesi de ‘’Bu devletin üzerinde devlet mi var, ben nereye gideyim kimden [adalet] isteyeyim?’’ sözleriyle çaresizliğini dile getiriyor ve bu davadan adil bir karar çıkacağına ihtimal vermiyor. Sinan Ateş cinayeti davasının geldiği bu durum, AKP’nin iktidar ortağı olan MHP’nin bu cinayette parmağı olduğu yolunda kamuoyundaki kanaatin güçlenmesine yol açmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Sonuçta artık hiç kimse bu cinayetteki muhtemel MHP ve Ülkü Ocakları bağlantısının aydınlığa kavuşacağına ihtimal vermiyor.
Bu meselede daha da önemli olan nokta şudur: Hükümetin resmî bir parçası olmayan MHP’nin yargıda ve genel olarak devlet sistemi içinde bu derece etkili olması bu partinin gerçekte sadece bir ‘’siyasî parti’’den ibaret olduğu konusunda kuşkuların ortaya çıkmasına neden olmakta; bu da özgür, demokratik ve çoğulcu bir toplum idealini önemseyen herkesi Türkiye’nin carî siyasî rejiminin mahiyeti üzerinde ciddiyetle ve derinden düşünmeye davet etmektedir. Ömer Faruk Şen aşağıdaki yazısında Sinan Ateş cinayeti davasındaki son durumu gözden geçiriyor.
Öte yandan, bir süredir çıkarılacağı söylenen 9. Yargı Paketi nihayet ve her zaman olduğu gibi, muhalefet partilerinin eleştiri ve önerileri iktidar çoğunluğu tarafından dikkate alınmadan Meclis Adalet Komisyonunda kabul edildi. Ne var ki, hükümet çevrelerinin aksi yöndeki iddialarına rağmen bu yargı paketi Türkiye’nin ‘’hukuk ve adalet’’ sorununun çözümüne dişe dokunur bir katkı yapacak gibi görünmüyor, aksine yeni hak ihlâllerinin kapısını açıyor. Bu pakette yer alan düzenlemeler ya herhangi bir sorunu çözmeye elverişli değiller, ya Anayasa’ya aykırıdırlar ya da Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının gereklerini yerine getirmekten kaçınmayı amaçlamaktadırlar.
Hukukçu arkadaşımız A. Rıza Çoban aşağıdaki yazısında konuyu bu yönleriyle birlikte daha geniş bir perspektiften ele alıp değerlendirmektedir. Burada şu kadarını vurgulamak gerekiyor: Çıkardığı yargı paketlerinin sürekli artan sayısı göstermektedir ki, kendi yaptıklarını kısa süre sonra ve tekrar tekrar değiştirmek veya eksiklerini tamamlamak zorunda kalan bu hükümet uzmanlık bilgisine ve öngörü yeteneğine, daha temelde hukukun üstünlüğü anlayışına sahip bir hukukçu kadrosundan yoksundur. Oysa hukukun üstünlüğü idealine sahip olmadan hukuk ve adalet konuları çözülemeyeceği gibi, bu meselelerde el yordamıyla iş görmeye çalışmak ta ciddiyetten uzak bir tutumdur.
Bu arada, AKP-MHP iktidarı tarafından Türkiye’nin içine sürüklendiği ağır iktisadî krizin üstesinden gelinmesi meselesinde de, kendisine aşırı ümit bağlanan Mehmet Şimşek ekibinin ekonomi yönetimine getirilmesine rağmen, maalesef iyi yönde bir gelişme gözlenmiyor. Dar gelirli ücretli kesim ve emekliler başta olmak üzere, AKP’nin devlet rantlarıyla palazlanan ‘’fevkalâde müsaadeye mazhar’’ küçük bir rantiye kesimi dışında toplumun tamamının belini büken enflasyon, bırakınız düşmeyi, gitgide artmaya devam ediyor. Bu gidişle yüksek enflasyon Türkiye ekonomisinin ‘’yapısal’’ bir kalıcı unsuru haline gelecek gibi görünüyor. Caner Gerek te bu sayımıza enflasyon sorununu ‘’TUİK Sorunu’’yla birlikte ele aldığı yazısıyla katılıyor.
Özgürlük Gündemi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere.
* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
Dokuzuncu Yargı Paketi Ne Getiriyor?
Hükümetin uzun süredir üzerinde çalıştığını duyurduğu 9. Yargı Paketi Meclise sunuldu.[1] Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi başlığını taşıyan teklif yürürlük ve yürütme maddeleri dahil toplam 39 maddeden oluşmakta ve 19 ayrı kanunda değişiklik yapılmasını öngörmektedir.
Bu paketin yargının köklü sorunlarına çözüm getirmekten ziyade ağırlıklı olarak Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği bazı kuralların yerine yeni düzenlemeler getirdiği görülmektedir. Daha önce kamuoyuna sızdırılan metinde yer alan ve tepkilere neden olan “etki ajanlığı” düzenlemesinin bu teklifte yer almadığı görülmektedir. Umarız ifade ve örgütlenme özgürlüklerini tamamen rafa kaldıracak bu düzenleme Komisyon veya Genel Kurul görüşmeleri aşamasında bir önerge ile tekrar bu teklife monte edilmez.
Öte yandan genel af veya infaz düzenlemesi ve KHK’lıların uğradığı haksızlıkların giderilmesine yönelik düzenleme yapılması çağrılarına kulak verilmediği ve bu yönde bir düzenlemenin teklifte yer almadığı görülmektedir. Ancak bu konuda acil bir düzenleme yapılması gerektiği açıktır. AİHM, Yüksel Yalçınkaya kararının devamı niteliğindeki üç bin başvuruyu 200’lük gruplar halinde hükümete bildirmiştir. Ayrıca bunların dışında FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla yargılanan ve ceza verilen başvurucular tarafından yapılmış başka grup başvurular da hükümete bildirilmiştir ve bu bildirimlerde de Sözleşmenin kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesini düzenleyen 7. maddesine ilişkin sorular yer almaktadır. Bu başvurularda da ihlâl kararı çıkması ihtimali çok yüksektir. O zaman da bütün FETÖ yargılamaları bakımından sistemik bir çözüm uygulanması kaçınılmaz olacaktır. Onun için hükümetin binlerce ihlâl kararı çıkmasını beklemeksizin çözüm üretmesi zorunludur.
Getirilen teklifteki düzenlemelerin önemli bir kısmı Anayasa Mahkemesi’ nin iptal ettiği hususlara ilişkin olup iptal gerekçelerine uygun yeni düzenlemeler içermektedir. Hakaret suçunun pek çok kişi açısından bir gelir kapısı haline gelmesi nedeniyle her yıl sosyal medya paylaşımları dolayısıyla yüzbinlerce hakaret şikâyeti yapılmakta ve savcılıklar ve mahkemeler bu şikâyetlerle uğraşmaktadır. Teklifte buna ilişkin bazı düzenlemelere yer verilmiştir. Şikâyet için azami iki yıllık bir süre öngörülmüştür. Ayrıca hakaret suçuyla ilgili uzlaştırma uygulaması ortadan kaldırılmakta ve ön ödeme uygulaması getirilmektedir. Ancak bu düzenlemelerin sorunu çözmeyeceği açıktır. Kalıcı bir çözüm için hakaret tamamen suç olmaktan çıkarılmalı, hakarete uğradığını iddia edenler hukuk mahkemelerinde tazminat davası açmalıdır.
Teklifin 15. maddesiyle evli kadının soyadını düzenleyen ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 187. maddesi yeniden düzenlenmektedir. Ancak bu bültenin daha önceki sayılarında işlediğimiz gibi getirilen düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen hükmün aynısıdır. Yani hükümet AYM kararına uymayı reddetmektedir. Bu elbette AİHM kararına da uyulmaması anlamına gelmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi evlenen kadına evlilik öncesindeki soyadını tek başına kullanma hakkının tanınmamasının cinsiyet ayrımcılığı anlamına geldiğine dair hem AİHM’in hem de AYM’nin kararları bulunmaktadır. Buna rağmen hükümet AYM tarafından iptal edilen hükmün aynısını yeniden yasalaştırmak istemektedir. Madde gerekçesinde “Anayasamızın 41. maddesinde ailenin Türk toplumunun temeli olduğu kabul edilmektedir. Ailenin önemi değerlendirildiğinde, anne ve babanın ayrı ayrı soyadı kullanmaları, çocuk üzerinde olumsuz etkiler doğurabilecek, çocuğun hangi soyadını kullanacağı ayrı bir tartışma konusu haline gelecektir. Bu durum, Türk toplumunun temeli olan aile bütünlüğüne zarar verebilecektir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesince iptal edilen kanun hükmü yeniden düzenlenerek evlenen kadının kocasının soyadını alacağı, ancak dilerse kocasının soyadının önünde önceki soyadını da kullanabileceği,…” gerekçesiyle AYM kararına uyulmayacağı açıklanmıştır. Eğer teklif bu haliyle yasalaşırsa bu hükmün Anayasa’ya ve Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerine aykırı olacağı açıktır. Bu metin hem Anayasanın 153. maddesini (AYM kararlarının bağlayıcılığına ilişkin hüküm) ihlâl ettiği gerekçesiyle AYM tarafından yeniden iptal edilecektir, hem de Anayasanın 90. maddesi gereği bu hükmün uygulanma kabiliyeti olmayacak, mahkemeler 2014 yılından bu yana yaptıkları gibi uluslararası sözleşmeleri esas alarak kadınların evlilik öncesi soyadlarını kullanmaları yönünde karar vereceklerdir.
* Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu
Sinan Ateş Davası Görülmeye Başladı
Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı olan ve Ankara’da uğradığı bir suikast sonucu hayatını kaybeden Sinan Ateş’in davası Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başladı. 1 Temmuz’da ilk duruşması yapılan davada 22 tutuklu sanık ilk defa hâkim karşısına çıktı. Tutuklular arasında eski Ülkü Ocakları yöneticileri ve MHP’liler de de bulunuyor. Duruşmada tetikçi Eray Özyağcı verdiği tüm ifadelerini yalanlarken, azmettirici olduğu iddia edilen Doğukan Çep kendisinin “davanın baş aktörü” olduğunu ileri sürdü. Ara kararın verildiği duruşmada tutuklu yargılanan 10 sanık hakkında adli kontrol şartıyla tahliye kararı verildi. Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş ise “Sincan yerleşkesinde beş gün boyunca sanıkların ve müdafilerin siyasi bir cinayeti alacak verecek davasına indirgeme çabalarına sahne olan, basın yayın ve sosyal medya destekli kumpas tiyatrosu bugün sonlandı” diyerek ara karar tepki gösterdi.
Duruşmada ayrıca şüpheli 17 sanık için ayrı yürütülen soruşturmanın dosyasının ana dosyayla birleştirilmesi talebi mahkeme tarafından reddedildi. Ayrıca duruşmanın ilk celsesinde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) avukatları davaya katılma talebinde bulundu. Mahkeme, “MHP’nin suçtan zarar gören sıfatı bulunmadığı” gerekçesiyle katılma talebinin oy birliğiyle reddine karar verdi.
Ayşe Ateş kolluk ifadesi ve soruşturma aşamasından beri cinayeti aydınlatma girişiminin birilerini koruma kaygısıyla sekteye uğratıldığını söylüyor. Ateş iddianamede eşinin ölümüyle ilgili önemli bilgilerin göz ardı edildiğini, bazı önemli tanıkların ifadelerinin dikkate alınmadığını ve kimi şüphelilerin dosyadan çıkarıldığını belirtmiştir. Ayrıca, dava sürecinde kimi savcıların görevden alınmasının ardında politik nedenler olduğunu iddia etmişti. Ayşe Ateş’in bu iddialarını tatmin edici bir açıklama ya da soruşturma süreci olmadığından, kamuoyunda da davanın yargılama usullerine uygunluğu hakkında ciddi şüpheler oluştu.
Sinan Ateş cinayeti, adalet duygusunu, temiz siyaset talebini ve yargıya olan güveni zedeleyen son yılların en büyük olaylarından biri. Bu cinayet bize Türkiye’deki siyasi iç hesaplaşmaların ne derece şiddetli olabileceğini gösterdi. Soruşturma ve kovuşturmanın yürütülme tarzı da hukukun üstünlüğü ilkesinin nasıl çiğnendiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Ayrıca bu cinayet siyaset-yargı ilişkisi ve devlet içindeki yapılanmalar ile ilgili geleneksel konuları tekrar gündeme getirdi. Son olarak: Ne yazık ki, yakın siyasi tarihimize damgasını vuran fail-i meçhul cinayetler yerini artık faili malum fakat toplumsal baskıya rağmen bir türlü aydınlatılamayan “adlî (!)” vakalara bıraktı.
* Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi
TÜİK Sorunu Büyüyor
Kritik zamanlarda sürekli değişen yönetim kadrosu ve açıkladığı enflasyon oranlarıyla gündeme gelen TÜİK bu hafta tekrardan tartışma gündeminin en tepesine oturdu. Ekonomim gazetesi yazarı Alaattin Aktaş’ın 8 Temmuz tarihli TÜİK’in ürün madde fiyatlarına dair yazısı oldukça ses getirdi (2). Bu tartışmaya açık yazının olduça ses getirmesi üzerine ertesi gün TÜİK Başkanı Erhan Çetinkaya basın toplantısı düzenleyerek soru işaretlerini gidermeye çalıştı fakat verdiği cevaplar soru işaretlerinin daha da büyümesine yol açtı.
Alaatin Aktaş yazısında en son 2022 Nisan ayında ortalama fiyatları açıklanan tüketim ürünlerini alarak ürünlerin bağlı olduğu madde gruplarındaki fiyat değişimleri üzerinden bugünkü fiyata getirdi ve TÜİK’in ürün hesaplarında kullandığı güncel fiyatları kabaca göstermeye çalıştı. Örneğin 2022 Nisan ayında TÜİK ortalama domates fiyatını 18,53 TL olarak açıklamış ve daha sonrasında ürün fiyatlarını açıklamamıştı. Domatesin bağlı bulunduğu meyve sebze grubunu ise TÜİK her ay düzenli şekilde açıklıyor. TÜİK’e göre meyve sebze grubunda Nisan 2022 tarihinden 2024 Haziran’a kadar %54,84’lük bir artış gerçekleşmiş durumda. Bu bilgiler üzerinden Aktaş tüm meyve sebzelerin fiyatını bugüne %54,84 artış üzerinden çekerek bugünkü fiyatları bulmaya çalışmış ve örneğin güncel domates fiyatını 28,69TL olarak bulmuş. Burada Alaattin Aktaş’ın tüm meyve sebzeler aynı oranda artmış gibi hesaplama yapması teknik olarak hatalı bir yöntem. Üstelik ses getiren ortalama kiraların 5844TL olması enflasyon hesaplama yöntemi açısından da mümkün olabilir (kiracı olma ve olmamayla alakalı bir durum). Enflasyon ölçümünde önemli olan fiyat seviyesi değil fiyat değişim yüzdesidir. Nitekim TÜİK’e göre kiralar bu sürede %314 oranında artmış durumda. Fakat genele bakıldığında yazı yine de bir fikir edinmeye yardımcı olmakta.
Bu ses getiren yazının ertesi günü TÜİK Başkanı Erhan Çetinkaya’nın çok tepki çeken basın toplantısı gerçekleşti. Başkan Çetinkaya enflasyon oranını ayın üçü gibi en erken açıklayan ülkelerden biri olduklarını iddia etti. Fakat ürün fiyatlarının neden açıklanmadığı sorusuna ayın üçüne yetişmesi zor diyerek çelişkili bir cevap verdi. Kurumdan daha önce ‘’ürün fiyatlarının açıklanması yanıltıcı yorumlara neden olduğu için yayınlamamayı tercih ediyoruz’’ açıklaması gelmişti. Bu açıklamada ise yanlış yorumlama değil ayın üçüne yetişmediği için açıklanmadığı dile getirilmiş oldu.
TÜİK Başkanı Erhan Çetinkaya’nın “Enflasyonun %75 olmasıyla %45 olması arasında nasıl bir fark var bunu bir irdelemek lazım diye düşünüyorum. Bana sorarsanız bir fark yok. Fiyatlar gene artıyor” sözleri ise bir diğer tuhaf açıklama idi (3). Enflasyon yükseldikçe belirsizlikler artmakta, firmalar fiyatlama yaparken zorlanmakta ve hatta maliyetlerdeki olası artışlara karşı risk almayıp marjları artırmakta. Ayrıca kredi maliyetlerinin enflasyon artıkça daha da artması birçok projenin yapılabilir olmaktan çıkmasına, eşitsizliğin ve yoksulluğun daha da artmasına yol açarken bir fark görmemek mümkün değil. Nitekim Merkez Bankası’nın son bir senedir attığı sıkılaştırıcı adımların hepsi bu yıl sonunda enflasyonu %70’li seviyelerden %40’lı seviyelere düşürebilmek için.
TÜİK Başkanı Çetinkaya bu tuhaf savunmalara ek olarak, fiyatların artışında fahiş kârlar olduğunu iddia etmekle fiyatların yükselmesinin suçunu bir anlamda iktidarın üzerinden alarak büyük firmalara yükledi. Böyle bir açıklamayı yapacak kurum çalışması bulunmamakta ve kurumun fahiş fiyat tespit edecek ne yetkisi ne de uygulayacak bir yöntemi var. Üstelik iş dünyasına suçlamaları yöneltmek iktidarın uyguladığı ve öncelikle yoksulları etkileyen politikaları ile de bu söylem ters düşmekte. TÜİK Başkanı olarak görev ve yetkilerinin dışına çıkarak yaptığı bu suçlamaya İstanbul Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Bahçıvan “TÜİK, bugün görev alanının dışına çıkarak enflasyon konusunda bazı kesimleri suçlamak yerine, toplumun geneli tarafından merak edilen enflasyon hesaplama yöntemiyle ilgili sorulara daha ikna edici bir açıklama getirmeliydi.” twitiyle durumu özetleyen bir tepki gösterdi (4).
Sonuç olarak, enflasyon yüksek seyrettiği ve kamunun ücretler üzerindeki etkisi oldukça yüksek olduğu sürece bu tartışma devam edecek gözükmekte. Ücretlere ve fiyatlara kamu müdahalesi enflasyon sorununu derinleştirmekte ve ekonomiye güveni zedelemekte. Buradaki güven kaybından başta yeni ekonomi yönetimi olmak üzere iktidar da genel olarak zarar görüyor.
* Dr. Caner Gerek
1 Teklif Metnine şuradan erişilebilir: https://cdn.tbmm.gov.tr/KKBSPublicFile/D28/Y2/T2/WebOnergeMetni/c3d4bbf9-eb20-4e80-ac3d-e7772a54c139.pdf
2 https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/iste-tuikin-devlet-sirri-gibi-sakladigi-madde-fiyatlari/753114
3 https://www.bloomberght.com/tuik-baskani-acikladi-haziran-enflasyonu-neden-dusuk-geldi-2356103
4 https://x.com/erdal_bahcivan/status/1810699426211545248