Editörden,
Türkiye siyasetinin son haftalardaki manzarası, yakalandığı fırtınanın etkisiyle bir o yana bir bu yana sallanıp duran ve içinde her kafadan anlaşılmaz seslerin çıktığı bir geminin durumuna benziyor. Fırtına Türkiye için çok tanıdık: kronik Kürt sorunu. Kakafonik seslerin sahipleri de belli: Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli, DEM Parti ve CHP; ayrıca ‘’Devlet’’ ve Saray bürokratları.
Beklenebileceği gibi, bu manzaranın sonucu belirsizlik. Gerçekten de haftalardır devam edegelen bu kolektif kakafonik performansın sonunda, hükümetin Kürt sorununun çözümünü amaçlayan yeni bir girişiminin söz konusu olup olmadığı ve eğer böyle bir şey varsa çözüm planının tam olarak ne olduğu konuları belirsizliğini koruyor. Daha temelde, Devletin ve Cumhur İttifakı’nın Kürt sorununu barışçı-demokratik yoldan çözme gibi bir niyetinin var olduğu da kuşkulu.
Ama bu belirsizliğin asıl failleri Bahçeli ve Erdoğan. Çünkü her ikisi de, ama özellikle de Bahçeli, bu sorun söz konusu olduğunda bilmece gibi konuşuyor ve davranıyorlar. O kadar ki, Bahçeli ekzantrik videoları ve günaşırı gelen ‘’vakit tamam’’ mottolarıyla biten sosyal medya paylaşımları ile meseleyi teatral bir hale dönüştürdü.
Özgürlük Gündemi’nin önceki iki sayısında Ekim ayı başından itibaren bu konuyla ilgili gelişmeleri özetleyerek, bu gelişmelerde iktidar cenahının gündeminde Kürt sorununun barışçı-demokratik yoldan çözümünü amaçlayan bir girişim başlatılmasının var olduğunu gösteren sahici bir işaretin bulunmadığı sonucuna varmıştık. Ama bu arada baştan beri söylenti halinde dolaşan ve nihayet Bahçeli’nin 6 Kasım’daki yeni çağrısıyla teyit edilen Tayyip Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı seçilmesi için Anayasanın değiştirilmesinin bütün bu gelişmelerin arka planındaki asıl hedef olduğu kanaati güçlendi.
Ne var ki, bu noktada da şöyle bir paradoks devreye giriyor: Cumhur İttifakı amacını gerçekleştirmek için -eğer herkesi şoke edecek türden başka bir sürpriz tasarlamıyorlarsa- DEM Parti’nin desteğine muhtaçtır; oysa DEM Parti’nin barışçı-demokratik çözüm (ve bu arada Öcalan’a ‘’umut hakkı’’ tanınması) yönünde bir gelişme olmadan Anayasa değişikliği meselesinde Cumhur İttifakı’na destek vermesi zayıf bir ihtimaldir. Yine de bilinmez tabiî, belki de Erdoğan-Bahçeli ikilisi Öcalan’ın şartlarını iyileştirmek ve umut hakkı için yasal girişimi başlatmak suretiyle DEM Parti’yi sürece dahil edip, sonra da demokratik çözümle ilgili beklentilerini karşılama işini sürüncemede bırakmayı tasarlıyorlardır.
Öte yandan, bir Arap gazetesine konuşan eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘’Kürt halkı ile PKK’yı net bir şekilde ayırmalıyız’’ şeklindeki mesajının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önce aynı yönde yaptığı açıklamayla örtüşmesinin de bir anlamı olmalıdır. Bu örtüşme, Devlet içinde, Kürt halkının terör örgütünden desteğini çekmesini -ve AKP’ye yönelmesini- sağlayacak şartları yaratmak ve yakın çevresiyle birlikte Öcalanı siyasî bir aktör olarak devreye sokmak yönünde bir arayışın olduğunu akla getirmektedir. Böylece ‘’Devlet’’in asıl planı belki de Kandil merkezli PKK’nın tasfiyesi ve onun siyasî uzantısı saydıkları DEM Parti’nin de zayıflatılması yoluyla zaman içinde Öcalan önderliğinde ‘’sadık’’ bir Kürt muhalefeti yaratmaktır. (Erdoğan ve Bahçeli’nin konuşmalarında saldırı hedefi olarak devamlı Kandil’in öne çıkarıldığına ve Öcalan’ın bu bağlantının dışında tutulduğuna dikkat ediniz.)
Kısaca, ortada Kürt sorununun demokratik çözümüne yönelik sahici bir niyetten ziyade, bu meseleyle ilgili olarak Devletin ve Cumhur İttifakı’nın güvenlik endişelerinin yönlendirdiği stratejik bir hesabı var gibi görünüyor. Her halükârda bilinçli olarak yaratılmış olduğu izlenimi veren bir belirsizlik ortamıyla karşı karşıyayız. Bu belirsizlikten ne çıkacağını görmek için çok fazla beklemek zorunda kalmayabiliriz.
Bu arada, Esenyurt Belediyesi Başkanı Ahmet Özer ile içlerinde Mardin Belediyesi Başkanı Ahmet Türk’ün de bulunduğu diğer bazı Kürt belediye başkanlarının görevden uzalaştırılıp yerlerine kayyım atanmasıyla, siyasî iktidarın bir süre ara verdiği kayyım politikasına yeniden dönmesi etrafındaki tartışmalar da devam ediyor. Bu antidemokratik ve hukukdışı uygulama hakkında kamu oyundaki yaygın hoşnutsuzluğa ve sadece DEM Partililerin değil, -Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in CHP’den seçilmiş olması nedeniyle- Özgür Özel’in de buna yönelik sert eleştirilerine rağmen, Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı konuşmayla hem görevden alınan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i ve onu savunan CHP liderini sert bir şekilde eleştirdi, hem de kayyım politikasını savunmaya devam etti. Erdoğan şaşırtıcı olmayan bir şekilde bunu ‘’terör’’le mücadelenin bir aracı olarak görüyor: “Türkiye’nin geleceğinde teröre ve terör destekli siyasete yer yok. Kandil’deki terör baronlarının ölüm tezgahını darmadağın edeceğiz” diyor.
Son olarak geçen hafta medyaya yansıyan, ülkenin genel gündeminin tamamen dışında görünen ilginç bir habere temas edelim. Kürt meselesi ve kayyım tartışmalarının gölgesinde kalan bu habere göre, Filistin’de İsrail’e karşı direnişi yöneten Hamas adlı paramiliter örgütün Katar’daki ofisinin Türkiye’ye taşınma ihtimali gündemde. Haberde ABD’nin bastırmasıyla, Katar’ın ateşkese yanaşmayan Hamas’ın ofisini kapatacağına işaret ediliyor. Bilindiği gibi, Hamas Batı dünyası tarafından terör örgütü olarak tanınmasına rağmen, iktidardaki AKP’nin dünya görüşü bakımından kendisine çok yakın gördüğü bir örgüt.
Katar Dışişleri Bakanlığı Hamas ofisini kapatacağına ilişkin söylentileri yalanlamış olmakla beraber, bu ihtimalin gündemde olması yine de Türkiye için en azından nahoş bir durum.
Hamas merkezinin Türkiye’de konuşlanma ihtimali toplumun farklı kesimilerinde haklı olarak endişe kaynağı olmaktadır. Her şeyden önce, İsrail’in savaş halinde olduğu paramiliter bir örgüte kendi ülkesinde barınma imkânı sağlaması Türkiye’yi teorik olarak savaşın bir tarafı haline getirebilir. Bununla beraber, Türkiye’nin önce Gazze’de, ardından Lübnan’da yürüttüğü katliamlar nedeniyle bir taraftan İsrail’e iç ve dış kamuoyu önünde sert eleştiriler yöneltirken öbür yandan ona savaşı sürdürmesine yararayacak lojistik destek sağlamaya devam ettiği düşünülürse, Türkiye ve İsrail diplomasi yoluyla bu meselenin bir şekilde üstesinden geleceklerdir. Onun için, meselenin ahlâkî yanını bir yana bıraksak bile, bu konuda daha önemli olan sorun, başta ABD ve Avrupa Birliği olmak üzere Batı dünyasının terörist olarak nitelediği bir örgütle Türkiye’nin bu derece yakınlaşması ve ona destek sağlayarak müttefikleriyle ilişkisini ve uluslararası tahhütlerini riske atmayı ne derece göze alabileceğidir.
Bu sayımızda Ali Rıza Çoban Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’nin Türkiye hakkındaki son Gözlem Raporu’nu, Ömer Faruk Şen CHP’li belediyelere kayyım atanması ve haklarında soruşturma başlatılmasıyla ilgili sorunları, Caner Gerek ise ABD’de 2015 başında göreve başlayacak yeni Başkan Trump’ın yönetimiyle ilgili ekonomik beklentileri ele alıyorlar.
Özgürlük Gündemi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere.
* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
İnsan Hakları Komitesinin Türkiye Gözlem Raporu
Türkiye, Uluslararası Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi’ne 2003 yılında taraf oldu. Bu Sözleşmenin öngördüğü denetim mekanizmalarından biri de taraf devletlerin belli aralıklarla Sözleşmenin denetim organı olan İnsan Hakları Komitesi’ne, Sözleşmede güvence altına alınan hakların uygulanmasına ilişkin raporlar sunmak. Türkiye ilk raporunu 2012 yılında sunmuş ve bu rapor İnsan Hakları Komitesi’nin 15 Ekim-2 Kasım 2012 tarihlerinde yapılan 106. Oturumunda görüşülmüş, Komite rapora ilişkin Gözlemlerini ise 3 Kasım 2012 tarihinde yayınlamıştır. Türkiye, ikinci raporunu da 2022 yılında Komiteye sunmuştur. Türkiye’nin ikinci raporu Komitenin 23-24 Ekim 2024 tarihlerinde yapılan 4162. ve 4163. toplantılarında görüşülmüş ve Komite 5 Kasım 2024 tarihinde yapılan 4179. Toplantısında rapora ilişkin sonuç gözlemlerini kabul etmiştir. Komitenin Gözlemleri 7 Kasım 2024 tarihinde yayınlanmıştır.[1] Raporun görüşülmesinden önce Türkiye sivil toplumu Komiteye çeşitli insan hakları sorunlarıyla ilgili olarak 70 civarında sunumda bulunmuş ve Komite üyelerini insan hakları sorunları konusunda bilgilendirmeye çalışmıştır. Şimdi sivil toplum örgütlerinin raporda yer alan önerilerin yerine getirilip getirilmediğini izlemesi ve raporlaması büyük önem taşımaktadır.
Komite’nin son Gözlem Raporu 15 sayfa ve 69 paragraftan oluşmaktadır. Türkiye’nin temel insan hakları sorunlarının neredeyse hepsinin özüne değinilmiştir. Raporda Türkiye’nin Sözleşmenin azınlık haklarını güvence altına alan 27. maddesine ilişkin çekincesinin kaldırılması yönündeki talebin yerine getirilmemesi nedeniyle duyulan kaygı dile getiriliyor ve Komite çekincelerin kaldırılması yönündeki talebini yineliyor.
Olağanüstü hâl yönetimi altında kabul edilen 2017 Anayasa değişiklikleri ile yürütmenin yetkilerinin yasama ve yargının aleyhine olarak aşırı derecede artırıldığı ve kuvvetler ayrılığı ve hesap verebilirliğin ortadan kaldırıldığı vurgulanarak, yapılacak yasal değişikliklerle kuvvetler ayrılığının ve hesap verebilirliğin güvence altına alınması tavsiye ediliyor. Özellikle de yasal çerçevede ve uygulamada yargının tam bağımsızlığının ve tarafsızlığının sağlanması gerektiği belirtiliyor.
Raporda ayrıca Türk hükümetinin 2021 ve 2023 tarihli İnsan Hakları Eylem Planları’nda yargının bağımsız bir şekilde işlemesini sağlayacak ve terör mevzuatının muhalifleri susturmak için kötüye kullanılmasını engelleyecek etkili tedbirlere yer verilmediği belirtilerek, yeni hazırlanacak eylem planlarında bu hususlara yer verilmesi tavsiye ediliyor.
İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun yapısının tarafsız ve çoğulcu olmaması ile cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılık şikâyetlerini incelememesi eleştiri konusu yapılıyor. Her türlü ayrımcılığın, nefret söylemi ve nefret suçunun etkili bir şekilde soruşturulması, faillerin yargılanması, suçlu bulunanların uygun şekilde cezalandırılması ve mağdurlar için hukukî yolların açılması öneriliyor.
Olağanüstü hal durumunda Sözleşme’deki haklara saygı gösterilmesi, insan haklarını kısıtlayan her türlü tedbirin istisnaî, geçici, ayrımcı olmayan, orantılı ve kesinlikle gerekli olması ve bağımsız yargı denetimine tâbi olmasının güvence altına alınması gerektiği, ayrıca olağanüstü hal sırasında işlenen insan hakları ihlallerine ilişkin tüm iddiaların derhal bağımsız, tarafsız ve etkili bir şekilde soruşturulması, sorumluların usulüne uygun olarak yargılanması ve cezalandırılması ve mağdurlara tazminat ödenmesi tavsiye ediliyor.
Raporda ayrıca şu hususlarda da tavsiyeler yer alıyor: terörle mücadelenin hukuka uygun yürütülmesi, terör mevzuatının öngörülebilir hale getirilmesi ve kötüye kullanılmasının engellenmesi; kadına karşı her türlü şiddetin önlenmesi için yasal ve idari tedbirlerin alınması, faillerin cezalandırılması, mağdurların desteklenmesi; her seviyede yolsuzluğun önlenmesi ve yolsuzluk iddialarının araştırılması için gerekli önlemlerin alınması; zorla kayıp ve kaçırılma vakalarının etkili bir şekilde araştırılması, soruşturulması ve faillerin cezalandırılması, bu tür eylemlere karışan istihbarat elemanlarına dokunulmazlık sağlayan yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılması; işkence ve kötü muamelenin ortadan kaldırılması için bu tür iddiaların etkili bir şekilde soruşturulması, faillerin cezalandırılması, mağdurlara destek sağlanması; haksız göz altı ve tutuklamaların ortadan kaldırılması için gerekli tedbirlerin alınması, tutuklama yerine daha hafif tedbirlerin uygulanması, tutuklulara Sözleşme’de öngörülen hakların sağlanması; insan kaçakçılığının önlenmesi için her türlü tedbirin alınması; göçmen, mülteci ve sığınmacıların haklarının güvence altına alınması; adil yargılanma hakkının güvence altına alınması için öncelikle yargı bağımsızlığının güvence altına alınması, savcılığın işlevsel özerkliğinin sağlanması, bu çerçevede HSK’nın bağımsızlığını ve çoğulculuğunu sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılması, hakim ve savcı atamalarının, terfi ve tayinlerinin liyakati esas alacak şekilde objektif ölçütlere göre yapılması, yargılamalarda usulî güvencelere uyulması, kamu görevinden çıkarılanlara uluslararası standartlara uygun bir yargısal denetim güvencesi sağlanması ve keyfi olarak çıkarıldığı tespit edilenlerin göreve iadesi; özel hayatın gizliliğini güvence altına almak üzere veri güvenliğinin sağlanması, keyfi müdahalelerin önlenmesi; inanç özgürlüğü konusunda vicdani ret hakkının tanınması, TCK’nın (‘’halkı askerlikten soğutma’’ suçunu düzenleyen) 318. maddesinin kaldırılması, azınlıkların inanç özgürlüğüne yönelik kısıtlamaların kaldırılması; insan hakları savunucularına yönelik baskıların, gereksiz soruşturmaların önlenmesi; ifade özgürlüğüne yönelik baskıların ortadan kaldırılması, gereksiz erişim engellemelerine son verilmesi, hakaretin suç olmaktan çıkarılması; örgütlenme ve toplanma özgürlüklerinin kullanılmasına yönelik müdahalelerin ortadan kaldırılması. Komite, özellikle üç konuya ilişkin (yargı bağımsızlığı, adil yargılanma hakkı ve örgütlenme özgürlüğü konusundaki) tavsiyelerin yerine getirilip getirilmediği ile ilgili olarak Hükümetin 8 Kasım 2027 tarihine kadar bilgi vermesini istiyor. Hükümetin bir sonraki raporu ise 2031 yılında sunması gerekiyor. Komitenin sonraki Değerlendirmesi ise 2032 yılında yapılacak.
* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu
CHP’li Belediyelere Kayyum, Soruşturma, İnceleme ve Haciz Tehdidi
Son günlerde iktidarın CHP’li belediyelere yönelik kayyum atamaları, soruşturmalar ve incelemeler hız kazandı. Gündemin Bahçeli’nin Öcalan açılımı ile yoğunlaştığı Ekim ayı sonundan beri gündemde olup bitenleri anlamak zaten iyice zorlaşmıştı. Bunun üzerine, 31 Ekim 2024’te CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in “silahlı terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla tutuklanmasının ardından Esenyurt Belediyesi’ne kayyum olarak İstanbul Vali Yardımcısı Can Aksoy atandı. İçişleri Bakanlığı bu atamanın Anayasa’nın 127. ve Belediye Kanunu’nun 45. ile 46. maddelerine dayanan “geçici bir tedbir” olduğunu öne sürerken, birçok CHP’li ve kamuoyunun bir kesimi bu durumu muhalefeti sindirme ve İmamoğlu’na yönelik “ahmak” davasından başka bir dava açma, onun siyasi kariyerine ket vurma amacı güden siyasi bir hamle olarak değerlendiriyor.
Bu gelişmelerin yanı sıra, başta Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB) olmak üzere CHP’li belediyelere bir dizi mali soruşturma ve inceleme başlatıldı. İlk olarak, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin (ABB) Cumhuriyet’in 101. yıl dönümü etkinlikleri kapsamında düzenlediği konser harcamalarında usulsüzlük yapıldığı iddiaları üzerine İçişleri Bakanlığı’na bir müzekkere yazarak soruşturma izni talep etti. Savcılığın talepleri doğrultusunda, İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu, ABB konserleriyle ilgili iddiaları müfettişler aracılığıyla değerlendirip bir rapor hazırlayacak. Benzer bir şekilde, Beykoz Belediyesi’nde de üç farklı konser organizasyonu ve Beykoz Anadolu Spor AŞ’nin 2. Lig’deki futbol takımına dair harcamalar nedeniyle bir inceleme süreci başlatıldı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, bu soruşturma süreçlerinin “CHP’ye oy veren seçmenleri cezalandırmak” amacıyla yapıldığını ve bu tür adımların, CHP’li belediyeleri işlevsiz hale getirme amacı taşıdığını belirtti. Özel, bu tür operasyonlarla belediyelerin itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını belirterek, yerel yönetimlerin yargı ve hükümet baskısı altına alınmasına karşı boyun eğmeyeceklerini ifade etti.
CHP’li belediyelere yönelik bu kombo halinde gelen “kayyum, soruşturma, inceleme ve haciz tehdidi” hamlesinin gerçekten kamu harcamalarının akıbetini ortaya çıkarmak olmadığını belirtmek gerekir. Şüphesiz, eğer kamu kaynakları şişirilmiş faturalarla ziyan ediliyorsa bunun hesabı sorulmalı. Fakat, bu konuda AKP’nin kendi belediyelerinde benzer hatta daha fazla harcamaların yapılması, benzer düzeyde SGK borçlarının bulunması ve yine benzer bir biçimde AKP’nin milat kabul ettiği barış sürecinin bitmesinde önce şu anda partide bulunan kişilerin beyanatları göz önünde bulundurulduğunda, bunun devlet gücü ve imkanlarını kullanarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki potansiyel rakiplerini zayıflatma hamlesi olduğunu görmek mümkündür.
Görünen o ki, AKP’nin yıllardır İmamoğlu’nun tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırdığı hapis ve siyasi yasak tehdidi, yakın zamanda Mansur Yavaş’ın da tepesinde sallanmaya başlayacak. Bu iki yasak tehdidi de, Erdoğan’ın istediği koşullar gerçekleşene kadar orada asılı durmaya devam edecek. Tahminim, Erdoğan bu iki belediye başkanının da Cumhurbaşkanı adayı olduğu veya ikisinin de aday olmadığı bir senaryoda bu siyasi yasak hamlesini yapmayacağı yönünde. Daha düşük bir ihtimal de olsa, bu iki belediye başkanının önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uzlaştığı bir senaryoda ise üzerine anlaşılacak olan adaya yönelik siyasi yasak getirilebilir. Ezcümle, oy oranları düşen AKP muhalefeti bölecek siyasi hamlelerden ve hukuki süreçlerden medet umarak bir sonraki seçime avantajlı girmek istiyor. Geçtiğimiz haftalarda yaşananlar bunu göstermektedir.
* Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi
Trump Dönemi Ekonomik Beklentiler
ABD’de 2024 başkanlık seçimlerini Donald Trump’ın kazanması, ülke ve dünya ekonomisinin gelecekteki yönünü belirleyecek önemli politika değişikliklerini gündeme getirdi. Uygulanacak ekonomi politikaları Amerikan piyasası ve küresel piyasalar üzerinde belirleyici bir rol oynayacak. Bu bültende de Trump yönetiminin ekonomik etkileri incelenecektir.
Trump’ın seçilmesinin ilk etkileri hisse senedi piyasasında görüldü. Yatırımcılar, Trump yönetiminin kurumlar vergisini düşürmesini ve regülasyonları gevşetmesini bekledikleri için hisse fiyatları seçim sonuçlarıyla birlikte yükselişe geçti. Cumhuriyetçiler gelir vergisi oranlarındaki indirimleri kalıcı hale getirmeyi ve Trump’ın kurumlar vergisini yüzde 15’e düşürme vaadini yerine getirmeyi hedefliyor. Ancak Trump’ın politikaları, ABD firmaları için bazı zorlukları da beraberinde getirecek. Bu zorluklardan biri, yeni gümrük tarifeleri olacaktır. Trump, daha önce “Bana göre sözlükteki en güzel kelime tarifedir. Ve bu benim en sevdiğim kelimedir” ifadelerini kullanmıştı. Yeni gümrük tarifeleriyle birlikte ithalat yapan firmaların maliyetleri artacak. Bu durum, iç piyasada üretim yapan firmalar için olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Trump’ın amacı da yerli üreticiyi korumak ve istihdamı artırmak. Ancak tarifelerdeki artışla birlikte fiyatların yükselmesi enflasyon maliyetini de beraberinde getirecektir.
Firmaları ve tüketicileri etkileyebilecek bir diğer gelişme ise göçmen politikalarıdır. Trump’ın yasadışı göçmenleri sınır dışı etmesi firmalar açısından belirsizlik ve maliyet yaratabilir. Ancak, bu politikanın uygulanabilirliği henüz kuşkuludur.
ABD’ye yapılan tüm ithalata %10 ila %20 arasında değişen ek gümrük vergileri getirilmesi ihtimali, altyapısını küreselleşmeye göre kurgulayan uluslararası şirketleri olumsuz etkileyecek bir durum. ABD’ye ihracat yapan firmalar üretimlerini ABD’ye kaydırmak zorunda kalabilir, ki bu da Trump’ın bir diğer hedefidir. Bu tarifelerden en çok etkilenecek olan ülke, tarifelerin %60’a kadar yükselmesinin beklendiği Çin olacak. Trump’ın ilk döneminden itibaren Çin ile olan ticaret açığı azalmaya başlamıştı. Çin ile ticaret azalırken, diğer Asya ülkeleriyle ticaret önemli ölçüde artış gösterdi. Bu nedenle, yeni tarifelerden diğer Asya ülkelerinin daha fazla etkilenmesi muhtemeldir. Kore ve Tayvan ayrıcalıklı ticari pozisyonları sayesinde belki daha az etkilenebilir, ancak Çin, ticaret engelini Vietnam üzerinden aşmaya çalıştığından, Vietnam ile olan ticaretin akıbeti belirsiz.
Tablo 1: AB ülkelerinin ABD’ye ihracatı
Kaynak: Avrupa Komisyonu
Avrupa ekonomisinin de uygulanacak tarifelerden olumsuz etkilenmesi beklenmektedir. Nomura’nın “What if Trump wins?” adlı araştırma raporuna göre, ABD’ye ihracatı en yüksek ülke olan Birleşik Krallık en çok etkilenen ülke olabilir. Ancak rapora göre Trump tarifeleri hizmetlere değil de mallara uygularsa, diğer Avrupa ülkeleri bu durumdan daha çok etkilenebilir. Tablo 1’de görüldüğü gibi, en çok etkilenecek ülke Almanya ve sektörel olarak ta kimya ve otomotiv sektörleridir. Trump’ın seçilmesinin ardından, Almanya’da erken seçim kararı alınması da Euro’nun ABD Doları karşısında değer kaybetmesine yol açtı.
Türkiye açısından bakıldığında ise beklentiler karışık. Trump kabinesi, Türkiye’ye karşı olumsuz fikirler üreten isimlerden oluşacak gibi görünmekte. İlk dönemindeki ilişkiler genelde olumsuz, ancak inişli çıkışlıydı. Ekonomik anlamda yaşanan ve halen devam eden zorluklar Trump döneminde oldukça artmıştı. Ancak Türkiye’nin mevcut durumda Trump’ın politikalarından olumlu etkileneceği bazı durumlar da bulunmakta. Trump’ın Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşı bitirme planı, özellikle Rusya ile yüksek ticaret hacmine sahip olan Türkiye için olumlu bir gelişme olacaktır. Filistin’deki çatışmalar sona ererse bu da Türkiye üzerinde belirli düzeyde olumlu etkiler yaratabilir. Peterson Institute’ün raporuna göre, Türkiye, Rusya ile birlikte Trump döneminden en olumlu şekilde etkilenecek olan iki ülkeden biri olabilir. Bu olumlu durum, “ABD ile çok fazla ticareti olmayan Türkiye ve Rusya, tarım ve üretime güçlü sermaye girişleri sayesinde genel olarak sermaye yatırımını artırarak öne çıkmaktadır” şeklinde açıklanmakta. Türkiye’nin 2023 yılı sonunda ABD’ye ihracatı 14,8 milyar dolar olup bu miktar toplam ihracatın yalnızca %5,7’sine karşılık gelmekte.
İkinci Trump dönemindeki tüm bu beklentilerin gerçekleşmesi, Trump’ın vaatlerine ne ölçüde sadık kalacağına çok bağlıdır. Bu konuda birçok analistin oldukça büyük şüpheleri bulunmakta ve bu şüpheler Trump dönemine dair ekonomik belirsizlikleri artırmaktadır. Trump’ın ne kadar samimi olduğunu ise hep beraber zamanla göreceğiz.
* Dr. Caner Gerek
[1]https://tbinternet.ohchr.org/_layouts/15/treatybodyexternal/Download.aspx?symbolno=CCPR%2FC%2FTUR%2FCO%2F2&Lang=en