Editörden,
İki ay önce Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a yaptığı TBMM DEM Parti grubunda PKK’nın silâhları bıraktığını açıklaması yolundaki çağrının başlattığı siyasî gündemde yine Bahçeli’nin geçen hafta yaptığı revizyon Türkiye siyasetini yeni bir yola sokacak gibi görünüyor. Bahçeli 26 Kasım’daki grup toplantısında bu sefer Öcalan’ın Meclis’e gelmesi şartından vaz geçerek, DEM Parti ile görüşmesini yeterli gördüğünü açıkladı. Bahçeli çağrısını ‘’Ne demişsek aynen yanındayız. İmralı’yla DEM Grubu arasında yüz yüze temasın gecikmeksizin yapılmasını bekliyor, çağrımızı kararlılıkla tekrarlıyoruz’’ şeklindeki sözleriyle çağrısını yeniledi.
Bahçeli’nin güncellenmiş çağrısını DEM Partililerin Öcalan’la cezaevinde görüşmek için Adalet Bakanlığı’na başvuru yapmaları izledi. Bu satırların yazıldığı sırada Bakanlık henüz bu başvuruya bir cevap vermemişti. Öte yandan, haftalardır Bahçeli’nin ilk çağrısını onayladığı yönünde net bir tutum almayan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Bahçeli’nin bu seferki çağrısını destekleyen bir açıklama yaptı. Erdoğan aynı gün partisinin grup toplantısında ‘’Sayın Bahçeli ile uyum ve eş güdüm içinde hareket ediyoruz. Cumhur İttifakı yolunda tekleşerek devam ediyor. Sayın Bahçeli gerçekten cesur ve ezberleri bozan bir teklif ortaya koymuştur. Terör belasını tüm imkânları kullanarak bertarafa etmekte kararlıyız’’ dedi.
Erdoğan konuşmasında her ne kadar ‘’bu meseleyi siyasî, sosyal, bölgesel sonuçlarıyla birlikte tüm yönleriyle’’ ele aldıklarını belirtse de, ardından gelen sözleri gündemdeki ‘’açılım’’ın PKK’nın tasfiyesi yoluyla terörün sona erdirilmesi beklentisinden ibaret olduğunu göstermektedir. Nitekim cumhurbaşkanı sözlerine şöyle devam etti: ‘’Sayın Bahçeli’nin tarihi çağrısından sonra Kandil’den (ve) DEM’den gelen ilk açıklamalar her iki yapının da aynı kafada olduğuna işaret etmiştir. / Karşımızdaki tablo çok da umutlu olmamıza izin vermiyor. … Terörle mücadelemiz son terörist ortadan kaldırılıncaya kadar devam edecektir. Sınırlarımızda bir terör yapısı kurulmasına izin vermeyeceğiz. Terörsüz bir Türkiye idealini gerçeğe dönüştüreceğiz.’’
Cumhurbaşkanının bu son açıklaması, geçen sayımızda işaret ettiğimiz gibi, daha önceki beyanlarıyla uyuşmaktadır: ‘’Ortada Kürt sorununun demokratik çözümüne yönelik sahici bir niyetten ziyade, bu meseleyle ilgili olarak Devletin ve Cumhur İttifakı’nın güvenlik endişelerinin yönlendirdiği stratejik bir hesabı var gibi görünüyor.’’ Kısaca, ortada Kürt sorununun barışçı-demokratik yoldan çözümünü amaçlayan bir ‘’süreç’’ yoktur. Öyle olsaydı, hükümetin en azından öncelikle DEM Partili belediye başkanlarına yönelik olarak uygulamakta olduğu kayyım politikasına ısrarla ve inatla devam etmezdi. Nitekim son olarak 23 Kasım’da DEM Parti’li Tunceli ve CHP’li Ovacık belediye başkanları, 28 Kasım’da ise yine DEM Partili Bahçesaray (Van) belediye başkanı görevden alınıp yerlerine kayyım atandı.
Öte yandan AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan devlet imkânlarını da kullanarak ana rakibi CHP’nin ve CHP’lilerin üstüne gitmeye devam ederken, CHP de hükümete daha sert muhalefet yapmaya başlamış görünüyor. Bilindiği gibi, CHP genel başkanı Özgür Özel bir süredir siyasî iktidar karşısında normalleşme politikası yürüttüğü için kendi partisinin içinden de eleştiriler alıyordu. Sertleşme politikası kısmen bu eleştirileri savuşturmayı amaçlıyor olabilir. Ama galiba bunun asıl nedenleri başkadır. Başlıca üç siyasî gelişmenin, yani hükümetin kayyım politikasını -Esenyurt ve Ovacık örneklerinde olduğu gibi- ana muhalefet partisine de teşmil etmesi, mezuniyet töreninde alternatif yemin gösterisinde başı çeken bazı teğmenler hakkında savunma Bakanlığı’nın başlattığı ve askerlikten atılmayla sonuçlanması muhtemel disiplin soruşturması ve nihayet İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek hakkındaki sözleri nedeniyle Özgür Özel hakkında ceza soruşturması başlatılmasının CHP liderinin Cumhur İttifakına yönelik muhalefetini sertleştirmesine yol açmış olduğu tahmin edilebilir.
Cumhuriyet Halk Partisi bu arada hükümetin kayyım uygulaması karşısındaki tutumunu demokrasi duyarlılığını özel olarak vurgulayan yeni bir aşamaya yükseltti. Nitekim Özgür Özel 30 Kasım’da bütün CHP’li belediye başkanlarıyla parti genel merkezinde hükümetin kayyım politikasını ve bu arada kreşleri kendi tekeline alma girişimini müzakere eden bir toplantı yaptı. Toplantının sonunda hükümetin kayyım politikasını ‘’millî iradeyi hedef alan bir siyasî darbe girişimi’’ olarak niteleyen bir bildiri yayımlandı.
Ama öte yandan CHP’nin Kürt sorunuyla ilgili gelişmeler karşısındaki pek de ilkeli bir tutum ortaya koyduğunu söylemek zor. Kürt sorununun çözümü konusunda, sorunun varlığını reddettikleri ve meseleyi siyasî rant aracından ibaret olarak gördükleri gerekçesiyle hükümeti eleştiren CHP liderinin siyasî iktidara muhalefet etmenin ötesinde, meselenin özüne ilişkin bir politikası varmış gibi görünmüyor. Bu meselede kafasının karışık olduğu izlenimi veren CHP’nin barışçı-demokratik çözümü amaçlayan herhangi bir projesi olup olmadığı belirsizliğini koruyor. Onun için, sadece bu meseleyle ilgili olarak değil genel olarak ta Türkiye’nin temel sorunu sadece iktidar mevkiindekilerin değil, iktidar adayı ana muhalefet partisinin de ülke sorunlarının çözümü konusunda geliştirilmiş, insan hakları ve demokrasi ilkeleriyle uyumlu plan ve projelerinin ve bunları uygulamaya geçirecek iradelerinin olmamasıdır.
Bu sayımızda Ali Rıza Çoban Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir karar vesilesiyle ‘’yargılamanın doğrudanlık veya yüz yüzeliği’’nin adil yargılama ilkesi bakımından önemine dikkat çekmekte, Ömer Faruk Şen bakanlıkların belediyelere bağlı kreşleri kapatma girişimi yüzünden CHP ile hükümet arasında ortaya çıkan tartışmayı değerlendirmekte, Caner Gerek te enflasyondaki düşme eğiliminin kalıcı olup olmayacağını ve faizlerin Aralık ayında indirilmesinin gerçekçi bir beklenti olup olmadığını ele almaktadır.
Özgürlük Gündemi’nin gelecek sayısında buluşmak üzere.
* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
AYM’nin ‘’Yargılamanın Doğrudanlığı’’na İlişkin Kararı
Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, Türkiye’de yargıçların sürekli yerlerinin ve yetkilerinin değiştirilmesi nedeniyle ortaya çıkan adil yargılanma sorununa ilişkin önemli bir karar verdi.[1] Bilindiği gibi adil yargılanma hakkının temel unsurlarından biri de yargılamanın yüz yüzeliği ya da doğrudan doğruyalığı ilkesidir. Özellikle ceza yargılamalarında maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için yargılamaya konu edilen delillerin karar verecek mahkemece bizzat incelenmesi gerekir. Bu çerçevede doğrudan doğruyalık ilkesi hâkimin olayı aydınlattığı ileri sürülen delillerle doğrudan temasa geçmesi, araya herhangi bir aracı katmaksızın deliller hakkında bilgi sahibi olması anlamına gelir. Tanık, sanık, mağdur, müşteki gibi yargılamaya katılanların beyanları maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasında hayati bir rol oynar. Bu kişilerin olayı anlatımı sırasındaki tavırları ve inanılırlığı konusunda mahkeme tarafından yapılan gözlemler maddi gerçeğin anlaşılabilmesi açısından önemlidir.
Bunun için davayı karara bağlayacak yargıçların yargılamanın tüm aşamalarına katılması, delillerle bizzat yüz yüze gelmesi, tanıkları, sanığı, mağduru bizzat dinlemesi, hakikatin ortaya çıkarılması ve adil bir karar verilmesi için hayati önemdedir. Ancak ülkemizde hem ceza yargılamasının işleyiş biçimi hem de yargı düzeni nedeniyle çoğunlukla delillerle bizzat yüz yüze gelmeyen yargıçlarca karar verilmektedir. Öncelikle ceza soruşturmalarında dava açılmadan önce tüm deliller eksiksiz bir şekilde toplanmamakta, bu nedenle yargılama sırasında delil toplanmaya devam edilmektedir. Diğer taraftan normalde tek duruşmada bütün delillerin değerlendirilerek karar verilmesi gerekirken duruşma hazırlığı iyi yapılmadığından, duruşma tek celsede bitirilmemekte, birkaç ay ara ile çok sayıda celsede yargılama yapılmaktadır. Oysa Ceza Muhakemesi Kanunu ilke olarak davanın bir duruşmada ve bir günde görülmesini kabul etmiştir. Yargılama uzadığında bu celselerin her birine katılan hâkim ve savcılar ise sürekli değişmektedir. Bunun temel nedeni de ülkemizde yargıçların coğrafi teminata sahip olmaması, sık sık başka yargı çevrelerine tayin edilmeleridir. Ayrıca hâkim ve savcıların yetkilerinde yapılan değişiklikler nedeniyle de çalıştıkları mahkemeler sürekli değişmektedir.
Bu hususlar birleştiğinde birkaç yıl süren ve sekiz-on celsede gerçekleştirilen bir ceza davasında çoğunlukla delillerle yüz yüze gelen, tanıkları dinleyen mahkeme heyeti ile karar veren mahkeme heyetleri farklı yargıçlardan oluşmaktadır. Karar veren yargıçlar tanıkları bizzat dinlemeden, onların tavırlarını gözlemlemeden, yalnızca önceki duruşma tutanaklarına bakarak karar vermektedir. Burada tutanaklara ilişkin başka bir soruna da dikkat çekilmelidir. Zira yargılama sırasında beyanlar tanıkların ağzından çıktığı gibi tutanağa geçirilmemekte, mahkeme başkanınca çoğunlukla özetlenerek tutanağa yazdırılmaktadır. Bu ise özellikle belirleyici delilin tanık beyanları olduğu davalarda verilen kararın adilliğini sorgulanır hale getirmektedir.
Anayasa Mahkemesinin kararına konu olan olayda tefecilik suçundan yapılan yargılama on celsede gerçekleşmiştir. Bu on celse boyunca yargılama heyetinde bazı değişiklikler olmuştur. İlk sekiz celsede duruşmayı yöneten mahkeme başkanı değişmiş ve son iki celsede yeni bir başkan duruşmayı yönetmiştir. Karar da yeni başkanın bulunduğu heyet tarafından verilmiştir. Ayrıca on celse boyunca duruşmalara yedi farklı üye hâkim katılmıştır. Kararı veren heyette yer alan üyelerden biri dokuz celseye, diğer üye ise son üç celseye katılmıştır. Beyanları karara esas alınan tanıklar ise kararı veren heyette yer alan başkanın ve bir üyenin bulunmadığı celselerde dinlenmiştir.
Beyanları mahkûmiyet hükmüne büyük oranda esas teşkil eden tanıkların dinlendiği celselere katılmayan mahkeme heyetince “katılan tanıklarının yansız bir şekilde beyanda bulunduklarına ilişkin olarak tam bir vicdani kanaat oluşmuş ve savunma tanıklarının hayatın olağan akışına aykırı ve gerçeğin üzerini örtmeye yönelik beyanlarına itibar edilmeyeceği” gerekçesine dayanılarak sanığın mahkûmiyetine karar verilmiştir. Görüldüğü gibi mahkeme heyeti sanığın tanıklarının beyanına itibar etmezken, katılanın tanıklarının beyanını inandırıcı bulmuş ve kararını buna dayandırmıştır. Ancak karar veren hakimler bu tanıkları bizzat dinlememiştir.
Anayasa Mahkemesi bu şekilde verilen kararın hakkaniyete uygun yargılanma hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir. Mahkemenin bu kararı hem yargıçların coğrafi teminata kavuşturulması hem de ceza yargılamalarının kanunda öngörüldüğü gibi tek celsede bitirilecek şekilde gerçekleştirilmesini sağlayacak yapısal reformların yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bunun için ise hem yargı sisteminin hem de savcılık teşkilatının köklü bir şekilde yeniden yapılandırılması gerekmektedir.
* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu
Belediyelerin Kreşlerine Müdahale
Son günlerde kamuoyunda büyük yankı uyandıran bir tartışma, belediyelerin açtığı kreşlerin kapatılması ve yenilerinin açılmasının engellenmesi yönündeki resmi yazıyla gündeme geldi. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın, Millî Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) talimatıyla İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği yazıda, belediyelerin izinsiz eğitim-öğretim faaliyetleri konusunda uyarılması istendi. Bunun gerekçesi olarak, 5580 sayılı Kanun’a aykırılık ve belediyelerin kreş açma yetkilerinin sınırlılığı gösterilmiştir. CHP lideri Özgür Özel ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu bu kararı sert bir şekilde eleştirerek siyasi bir müdahale olarak nitelendirdi. Özel bu adımı “eğitime müdahale” ve “vicdanları yaralayan bir kötülük” olarak tanımlarken, İmamoğlu kreşlerin kadın istihdamı ve sosyal adalet açısından önemine vurgu yaparak “Bu yazıyı çöpe atın” dedi. Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin ise iddiaları reddetti ve yazının kreşleri değil, anaokulu ve anasınıflarını kapsadığını savundu. Ancak Bakan’ın açıklamaları, resmi yazının ilk satırında “kreş” ifadesinin yer alması nedeniyle muhalefet tarafından inandırıcı bulunmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da konuyla ilgili açıklamasında muhalefeti bilgi eksikliğiyle suçlayarak tartışmayı başka bir boyuta taşıdı.
Bu adımın, özellikle CHP’li belediyelere yönelik sistematik baskıların bir uzantısı olduğunu söylemek mümkün. Hükümetin belediyelerle borç tartışmaları, merkezi bütçeden yapılan kesintiler ve projelere getirilen engeller göz önüne alındığında, kreşler konusu yalnızca bir eğitim meselesi değil, yerel yönetimlerin iktidar-muhalefet eksenindeki mücadelelerinin bir parçası olarak öne çıkıyor.
İBB’nin açtığı 100’den fazla kreş, hem kadın istihdamı hem de çocukların sosyal gelişimi için önemli bir ihtiyacı karşılıyor. Kreşlerin kapatılması binlerce çocuğu ve aileyi doğrudan etkileyecek, kadınların iş gücüne katılımını daha da zorlaştıracaktır. Belediye kreşleri, özellikle dar gelirli aileler için fırsat eşitliği sağlamak açısından kritik bir role sahip. Eğitim Reformu Girişimi’nin verilerine göre, Türkiye’de devlet destekli okul öncesi eğitim olanakları yeterli değil ve bu durum sosyoekonomik eşitsizlikleri derinleştiriyor. Bu hizmetlerin belediyeler eliyle genişletilmesi yerine, siyasi müdahalelerle daraltılması, kadınların iş gücünden çekilmesine ve çocukların eğitim olanaklarından mahrum kalmasına neden olacaktır.
Sonuç olarak, belediyelerin açtığı kreşler yalnızca eğitim sağlayan kurumlar değil, aynı zamanda sosyal destek mekanizmalarının birer parçasıdır. Bu hizmetlerin siyasi çekişmelere kurban edilmesi yalnızca yerel yönetimlerin değil, aynı zamanda çocukların ve ailelerin de geleceğine yönelik bir tehdit olarak görülmelidir. Hükümet, çocukların haklarını korumayı ve toplumsal faydayı esas almalı, bu konuyu siyasi çatışmaların ötesine taşımalıdır. Zira Türkiye’nin genç nüfusunu desteklemek, kadınların iş gücüne katılımını artırmak ve toplumsal eşitliği sağlamak için bu tür hizmetlerin genişletilmesi bir zorunluluktur
* Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi
Ortodoks Politikalarda İkinci Aşama
2021 yılının son aylarından itibaren hızla artan ve Türkiye ekonomisinin bir numaralı gündemi haline gelen enflasyon ortodoks iktisadi politikaların uygulanmaya başlamasıyla birlikte düşme eğilimi göstermeye başladı. Ancak, bu düşüş eğilimine rağmen enflasyonun mevcut seviyesi hâlâ oldukça yüksek ve beklentilerin oldukça üzerinde. Beklentilerin gerçekleşmemesi, Merkez Bankası yönetimi tarafından da sıklıkla kabul edilmekte ve zamanla daha iyi sonuçlar elde edileceği vurgulanmakta. Bununla birlikte, geçen haftadan itibaren Merkez Bankası’nın artık yeni bir aşamaya geçeceğine dair tartışmalar giderek alevlendi. Bu tartışmaların fitilini ateşleyen ise Merkez Bankası’nın geçen hafta yaptığı toplantı sonrası faizi sabit tutarken faiz kararına ilişkin bültende verdiği sinyaller oldu. Piyasa, artık önümüzdeki aydan itibaren faizlerin düşme sürecinin başlamasını bekliyor.
Merkez Bankası yönetimi enflasyondaki düşüş eğiliminin kalıcılığını net şekilde görene kadar sıkı para politikası uygulayacağını çok uzun süre önce deklare etmişti. Burada özellikle Şubat ayında iddialı bir yönlendirme yapılmıştı: “Yılın ilk yarısında, mevsimsellikten arındırılmış aylık enflasyonun ortalama olarak yüzde 4’ün altında, ocak hariç ise yüzde 3 civarında seyredeceğini öngörüyoruz. Mayıs sonrasında, yıllık manşet enflasyonda hızlı bir düşüş göreceğimiz, dezenflasyon dönemine gireceğiz. Böylelikle, mevsimsellikten arındırılmış ortalama aylık enflasyonun önce yüzde 2,5’in altına, yılın son çeyreğinde ise yüzde 1,5 civarına gerileyeceğini öngörüyoruz”. Merkez Bankası, bu yönlendirme ile aylık enflasyonun belirli seviyelere ulaşması durumunda faiz indirim sürecinin başlayabileceğini ima etmişti. Yaz aylarında bu seviyelere ilk kez yaklaşılsa da enflasyon %2,5 seviyesinin altına indirilemedi. Ancak, ekim ayı enflasyonu yüksek gerçekleşmesine rağmen, mevsimsel etkilerden arındırıldığında %2,5 seviyesinin altına ilk kez inmiş oldu. Mevsimsellikten arındırılmış enflasyonun bu seviyeye gerilemesiyle birlikte, gözler geçen hafta Merkez Bankası’nın vereceği faiz indirimi sinyallerine çevrildi. Merkez Bankası, faizi sabit tutarken, faiz indiriminin Aralık ayında başlayabileceğine yönelik sinyaller verdi. Böylece, piyasalar uzun bir aradan sonra bir faiz indirim sürecinin başlamasını beklemeye başladı.
Aralık ayı indirimi kesin mi?
Her ne kadar birçok iktisatçı, Merkez Bankası’nın Aralık ayı için net mesaj verdiğini düşünse de, bu konuda kesin bir şey söylemek için henüz erken olabilir. Bu belirsizliğin iki önemli nedeni bulunmaktadır. İlk neden, Aralık ayı faiz kararı öncesinde açıklanacak olan Kasım ayı enflasyonudur. Eğer Kasım ayı enflasyonu yüksek gelirse, faiz indirimi bir süre ertelenebilir. Ayrıca, yılın son çeyreğinde enflasyonun %1,5 seviyesine gerilemesi beklenirken, bu halâ ulaşılma ihtimali düşük bir hedef olarak görünüyor. Mevcut durumda, enflasyon ancak %2,5 seviyesinin altına inebilmiş durumda. Ne %1,5 seviyesi görülmüş durumda, ne de gelecek ay bu seviyeye inileceğine dair beklentiler mevcut.
İkinci neden ise yılbaşı ve öncesindeki fiyat artışlarının, enflasyonun yüksek seviyelerde kalmasına yol açma ihtimalidir. Özellikle kamu tarafından yönetilen ve yönlendirilen fiyatların nasıl belirleneceği henüz netleşmedi. Mehmet Şimşek, bu fiyatların hedeflenen enflasyona göre düzenleneceğini ifade etse de henüz somut bir adım atılmadı. Yeni bir karar alınmaması durumunda, yeniden değerleme %43,94 oranında gerçekleşecek. Bu durum, kamu gelirlerinden fedakârlık yapılmadan hanehalkı gelirlerinin baskı altına alınmasına yol açabilir ki bu, enflasyonla mücadeleye ciddi bir darbe vuracaktır. Ayrıca, yurtiçi ve yurtdışı piyasalar enflasyonla mücadeleyi asgari ücret zammını yakından takip ederek değerlendirmektedir. Eğer asgari ücret zammı yüksek olursa, Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelesi daha da zorlaşacaktır. Özel sektörün yılbaşı zamlarının hedeflenen enflasyona ne ölçüde yaklaşacağı veya hedeften ne kadar sapacağı da belirsizliğini korumaktadır.
Tüm bu enflasyonu yukarı doğru artırabilecek riskler varken, Merkez Bankası’nın Aralık ayında faiz indirimine gitmesi verdiği mesajlara rağmen eski söylemleriyle çelişkili bir durum olur. Faiz indirimi başladıktan sonra fiyat artışlarının hızlanması durumunda, yeniden faiz artırımı yapmak da oldukça maliyetlidir ve Merkez Bankası’nın kredibilitesini zedeleyebilecektir. Bu nedenle, Merkez Bankası’nın ihtiyatlı bir yaklaşım sergilemesini beklemek durumundayız. Enflasyonu etkileyen bu faktörlerin net sonuçlarının görülmesi için, acele edilmemesi ve faiz indiriminin Ocak veya Şubat 2025’e bırakılması daha doğru bir strateji olacaktır.
* Dr. Caner Gerek
[1] Erdal Sonduk [GK], B. No: 2020/23093, 15/2/2024. Şuradan erişilebilir: https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/23093