BlogYayınlar

KISA İKTİSADÎ VE SOSYAL TARİH

İnsanlık tarihinin hemen hemen tamamı boyunca esas olan maddî yoksunluk ve kronik güvensizlikti. Sosyal statünün ve siyasî iktidarın zirvesindekiler bile Batıda bugün ‘’yoksul ‘’ insanların doğal karşıladıkları bedensel rahatlık ve tüketici zevklerinden yararlanamıyorlardı. Zaman zaman nüfusun belirli kesimlerinin -kadim Yunan ve Roma’da ve belki Sung Hanedanlığı dönemi Çin’inde (960-1279)- geçim durumları bir şekilde daha iyiydi ama bu örnekler istisnaî idi.

Ondördüncü yüzyıl gibi geç bir tarihte muhtemelen en yüksek hayat düzeyinden yararlanan büyük bir nüfus Çinlilerdi. Ölüm döşeğinde açıkladığı gibi Marco Polo gördüklerinin ancak yarısını tasvir etmiş olsa da, onun 13. yüzyılın ikinci yarısındaki Çin’e ilişkin anlatımını Avrupalıların şaşkınlıkla karşıladıklarını hatırlayalım. [1]  

Orta Çağ sona erdiğinde Çin ekonomik durgunluğa girerken Avrupalılar daha hızlı ekonomik ilerleme sağlamaya başladılar. Daha da dikkate değer olan, Avrupa’nın ekonomik enerjisi kuzey İtalya’nın büyük ticarî merkezlerinden uygarlığın periferisine, kuzeybatı Avrupa’ya doğru kaymaya başladı. Görünüşe göre, Barbarlar bir şekilde ekonomik ilerlemenin sırrını keşfetmişlerdi. Böylece, birçok geçici başarısızlığa rağmen, Batı Avrupalılar -ve daha sonra onların Kuzey Amerika’daki kuzenleri- istikrarlı bir şekilde öne geçtiler. Onsekizinci yüzyılda, dünyanın daha geri halkları şöyle dursun, Çinlileri bile çok aşmışlardı ve aralarındaki açık 20. yüzyılda da büyümeye devam etti.     

Peki Batı daimî bir ekonomik ilerleme yaratmakta nasıl başarılı oldu? Tarihçiler ve [diğer] sosyal bilimciler [bu konuda] çeşitli hipotezler ortaya koymuşlarsa da şimdiye kadar bu açıklamaların hiçbiri genel kabul görmemiştir. Yine de, bir cevabın belirli unsurları üzerinde geniş bir mutabakat ortaya çıkmıştır. Batı kültürünün Hristiyanlık öğretisinden kaynaklanan gelişen bireyciliği buna önemli ölçüde katkı yapmış görünmektedir.[2] Bundan başka, Orta Çağın son yüzyıllarında ve modern dönemin başlangıcında Avrupa halklarının siyasî parçalanmışlığı -yüzlerce ayrı yetki alanlarından oluşan siyasî çoğulculuk- girişimcilerin emeği ve sermayeyi nasıl daha üretken yapacaklarını keşfetmelerine imkân vermiş olan kurumsal ve teknolojik gelişmeyi mümkün kılmıştır.  

Bu uzun süreli dinamizmin temeli özel mülkiyet haklarının konumunun tedricen iyileşmesi idi. [Çünkü] Kendi çabalarının ve yatırımlarının semerelerini toplayacaklarına ilişkin makul bir beklentiye güvenemedikleri sürece, insanların sıkı çalışmak veya fizikî, beşerî ve entelektüel sermaye biriktirmek için müşevvikleri azdır veya hiç yoktur. Bu birikim olmadan da hiçbir sürdürülebilir iktisadî ilerleme mümkün değildir. Ama daha güvenli özel mülkiyet hakları da gökten inmemiştir. Tüccarlar bu gibi hakların çoğunun korunmasını soyguncu baronlara ve Batı Avrupa’nın parçalanmış yönetim tabakasını kurmuş olan ihtiraslı krallara ödeme yapmak suretiyle kazanmışlardır. 

Dahası, tüccarlar ekonomik faaliyetlerini destekleyen hukukî kurumlar üzerinde tam kontrolü sağlayabildikleri şehir devletlerinde siyasî bağımsızlıklarını yerleştirdiler. Sir John Hicks’e göre, ‘’Avrupa uygarlığının bir şehir-devleti aşamasından geçmiş olduğu gerçeği Avrupa’nın tarihi ile Asya’nın tarihi arasındaki farklılığın temel anahtarıdır.’’ [3] Orta Çağ’ın ilerleyen dönemlerinde Venedik, Cenevre, Piza ve Floransa başı çektiler. Daha sonra Brüj, Antwerp, Amsterdam ve Londra öne geçtiler. Bir şehrin kendi milis güçleri siyasî-ekonomik özerkliğine yönelik tehditlere karşı onu savunmaya hazırdı.

Tüccarlar işlerini kolaylaştırmak için kendi hukuk sistemlerini geliştirdiler. Ticarî ihtilâfların hızlı, ucuz ve hakkaniyetli çözümünü sağlamak amacıyla bu lex mercatoria (ticaret hukuku) günümüze kadar ayakta kalan kurumlar ve emsaller geliştirdi ve günümüzde de bu gelenek tahkim süreçlerinde geniş bir alternatif (yani, devlet-dışı) ihtilâf çözümü sisteminde kendisini göstermektedir.[4] Bazı ülkelerde tüccarlar ve imalatçılar sonunda kendi gelenekçi hukukî kurumlarını devletçe uygulanan hukukun içine yerleştirmek için de kendi siyasî nüfuzlarını kullandılar. Avrupa’nın siyasî parçalanmışlığı yüzünden, tüccarlar için hayatı çok zorlaştıran hükümetler tüccarları ve onların işini -ve dolayısıyla vergi kaynağını- rakip yetki alanları lehine kaybettiler ve bu gibi kayıpların olma ihtimali yönetenleri yağmayı azaltmaya ve iş insanlarına manevra alanı bırakmaya sevk etti. [5]

Güvenli mülkiyet arayışında devletleri birbirine düşürebilen Avrupalı (ve daha sonra ABD’li) tüccarların aksine, Çinli iş insanları her şeyi kapsayan kendi emperyal hükümetlerinin kaçınılması imkânsız kısıtlamalarına maruz kaldılar. ‘’1500 yılı itibariyle hükümet ikiden fazla direği olan bir gemi inşa etmeyi büyük bir suç haline getirmiş ve 1525’te de açık denizlerde seyreden bütün gemilerin imha edilmesini emretmişti.’’ Yüzyıllar boyunca dış ticaret hacmi çok büyük olan ve uzaklara ulaşabilen Çin böylece ‘’kendisi için yoksulluk, bozgun ve gerilemeye götürecek olan bir yol belirledi.’’ [6] Başka birçok olumsuz eylemler arasında, Mandarinlerin kontrolündeki hükümet ‘’bütün Çin’de saatlerin gelişmesini ve su güdümlü sanayi mekanizmasını durdurdu.’’ [7] İslam dünyasında da emperyal hükümet özel mülkiyet haklarını korumamak ve keyfî kurallar ve vergiler koymak suretiyle ekonomik gelişmeyi bastırdı.[8]   

Yirminci yüzyıla geldiğimizde, aynı şekilde kötü bir fikri (merkezî iktisadî planlamayı) dayatma politikasını benimseyen Sovyet imparatorluğu daimî ekonomik gelişme için zorunlu olan iktisadî özgürlüğü tamamen bastırdı. Ne yazık ki, Çin komünistleri, Doğu Avrupalılar ve Üçüncü Dünya’nın sömürge sonrası hükümetlerinin birçoğu Sovyetler Birliği’ni iktisadî çöküşe götüren bu yola saptılar.

Şimdilerde, nihayet, öyle görünüyor ki hemen hemen herkes iktisadî özgürlük ile iktisadî gelişmenin bağlantısını anlar ve özel mülkiyet haklarının hayatî önemini takdir eder hale geldi. Yine de her yerde hükümetler imtiyaz peşinde koşanlara ekonomiyi boğan sayısız tavizler vermeye devam etmektedirler. Tarihin doğruladığı gibi, bütün ekonomik gelişmenin bu ön şartının baltalanmaması ve tahrip edilmemesi için özel mülkiyet haklarının sürekli savunulması gerekir.

(‘’The Rise of The West’’, Ideas on Liberty, July 2002, Foundation for Economic Education).

Notlar

1. John Hubbard, “Marco Polo’s Asia”.

2. Deepak Lal, Unintended Consequences: The Impact of Factor Endowments, Culture, and Politics on Long-Run Economic Performance (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1998), pp. 75–97; Michael Novak, “How Christianity Created Capitalism,” Wall Street Journal, December 23, 1999.

3. John Hicks, A Theory of Economic History (London: Oxford University Press, 1969), s. 38.

4. Örnek olarak bkz., International Chamber of Commerce, “International Court of Arbitration: International Dispute Resolution Services”.

5. Nathan Rosenberg and L. E. Birdzell, Jr., How the West Grew Rich: The Economic Transformation of the Industrial World (New York: Basic Books, 1986), pp. 114–15, 121–23, 136–39.

6. Nicholas D. Kristof, “1492: The Prequel,” New York Times Magazine, June 6, 1999, p. 85.

7. Jared Diamond, “The Ideal Form of Organization,” Wall Street Journal, December 12, 2000.

8. Lal, ss. 49–67.

Shares:

Okumaya Devam Edin

Blog

YENİDEN REJİM SORUNU

‘’Rejim Sorunu’’ benim 1999 yılında yayımlanan bir kitabımın adıdır. Rejim sorunu ibaresiyle kastettiğim, siyasal sistem ve hükûmet sistemindeki, iktidardaki partiler ve siyasal kadrolarındaki ve kamu siyasetlerindeki büyüklü-küçüklü değişmelere rağmen, Türkiye’nin