BlogYayınlar

ANAYASA VE TOPLUM SÖZLEŞMESİ

‘’Yeni anayasa’’ sorunu bir süredir AKP-MHP koalisyonunun gündeminde iken, Kürt sorununun barışçı-demokratik çözümünün yeniden gündeme gelmesiyle anayasa meselesinin de mahiyeti değişmiş ve önemi artmış bulunmaktadır. Yani, yeni anayasa meselesi artık sadece iktidar koalisyonunun siyasî geleceğiyle ilgili bir mesele olmaktan çıkmış ve ister istemez bütün bir toplumun meselesi haline gelmiştir.

Bunun nedenini anlamak zor değildir: Etnik-kültürel bakımdan tam bir çeşitlilik manzarası gösteren Türkiye toplumunun siyasî yapısının ‘’çeşitlilik içinde birlik’’in ima ettiği prensipler ve şartlara uygun olacak şekilde yeniden düzenlenmesi acil bir ihtiyaç haline gelmiştir. Kürt sorununun demokratik bir çözüme kavuşturulması konusunda sahici bir siyasî iradenin var olduğu kabulü altında söylüyorum, devletin artık -şimdiye kadar olduğu gibi- sadece hâkim etno-kültürel unsur olan Türklerin öncelik ve beklentilerine göre değil de, Türkler ile nüfusun ikinci büyük kimlik grubu olan Kürtlerin hukukî-siyasî eşitlik temelinde barışçı bir şekilde bir arada yaşamalarının gereklerine göre örgütlenmesi gerekmektedir.

Bu yeniden yapılandırma işinde, nüfus büyüklükleri dikkate alındığında ana kurucu unsurlar olarak Türkler ile Kürtler ister istemez öne çıkmak durumundadırlar ama bu arada yeni siyasî birliğin diğer daha küçük etno-kültürel grupların istek ve ihtiyaçlarını da gözetecek şekilde çoğulcu bir temelde kurumsallaştırılması ihtiyacı da göz önünde tutulmak zorundadır.

Yirmi yıl kadar önceki ‘’yeni sivil anayasa’’ tartışmalarının anayasanın bir ‘’toplumsal sözleşme’’ biçiminde ortaya çıkması gerektiği yolundaki düşünceleri de gündeme getirdiğini hatırlayanlarımız olacaktır. Siyasî birliğin gerek temel ilkelerinin gerekse kurumsal yapısının yeniden düzenlenmesi meselesi bizi ayrıca yeni anayasanın ne anlamda bir ‘’sözleşme’’ olduğu üstünde de yeniden düşünmeye sevk etmektedir.  Meseleye bu açıdan baktığımızda, John Rawls (1921-2002) ve James Buchanan’ın (1919-2013) ‘’yeni sözleşmeci’’ teorilerini bir yana bırakırsak, siyasal teoride aslında her birinin siyasî imaları farklı olan iki ayrı toplumsal sözleşme anlayışının var olduğunu belirtmeliyiz.

Bunlar Hobbes’cu ve Locke’cu toplumsal sözleşme anlayışlarıdır. İlk olarak, her iki anlayışta da toplumsal sözleşme ‘’tabiat hali’’nden ‘’sivil (medenî) toplum’’a geçişi sağlayan araç olarak düşünülmüştür. İkinci olarak, Hobbes’cu anlayışta toplumsal sözleşme toplum ile egemen arasında yapılmakta ama bir kere yapıldıktan sonra toplum özne olmaktan çıkıp pasif bir tebaa konumuna geçmektedir. Buna karşılık Locke’un toplumsal sözleşmesi toplumu oluşturan bireylerin kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmedir, devlet (egemen) bu sözleşmenin bir tarafı değildir. Bu modelde siyasî hükümeti bir sözleşme ile kuran vazgeçilmez doğal haklara sahip olan bireylerden oluşan toplumdur. Burada devlet kurulan yapıdan, yani aslî bir varlık olmayıp ikincil veya türev bir aygıttan ibarettir; bireysel kurucularının iradesine tabi olan pasif bir yapı yani.

Üçüncü olarak, Hobbescu sözleşmede kurulan siyasî yapının uyruklarının sözleşmeyle güvenlik uğruna kendi ‘’doğal özgürlük’’lerinden güvenlik uğruna vaz geçtikleri varsayılmaktadır. Yani, Hobbes örneğinde toplumsal sözleşme özgürlükçü-demokratik değil, devlet ile tebaa arsındaki hiyerarşik bir ilişkiye dayanan mutlakiyetçi-otoriter bir egemenlik yapısı kurarken, Locke’cu sivil hükümet modelinde bireyler doğa halindeki temel özgürlüklerini medenî topluma geçtikten sonra da muhafaza ederler; esasen devletin kuruluş amacı da bireylerin doğal haklarını korumaktır.   

Görüldüğü gibi, anayasaları Hobbes’cu anlamda bir toplum sözleşmesi olarak görmeye imkân yoktur. Hobbes’un devleti toplumun tepesine yerleştiren sosyal sözleşme tasarımı ‘’anayasa’’ fikriyle taban tabana zıttır, çünkü anayasacılığın temel problemi devlet iktidarının sınırlanmasıdır. Bu ise kişilerin temel hak ve özgürlüklerini güvenceye bağlamak, kuvvetler ayrılığını ve bu arada yargının bağımsızlık ve tarafsızlığını kurumsallaştırmak yoluyla gerçekleştirilebilir. Onun için, devletin varlık ve güvenliğini bahane ederek gerçekte temel hakları bihakkın tanımayı reddetmek için yapılan şeye anayasa denemez.

Oysa ilginç bir şekilde, bugüne kadar Türkiye’de devlet anayasada ne yazarsa yazsın, Hobbes’cu anlayışa çok benzer şekilde uyruklarına sözde güvenlik uğruna temel haklarından vazgeçmişlermiş gibi muamele ede geldi. Türkiye’nin anayasalarında bireylerin temel haklarına kısmen -ve kerhen- yer verilmiş olsa da, siyasî uygulamaya yol gösteren, esas olarak, devletin toplum karşısındaki öncelik ve üstünlüğü ile her ne pahasına olursa olsun devletin bekası temin etmek olmuştur.

İşte bugün Türkiye’nin önünde, bu devlet-öncelikli Hobbescu zihniyeti terk ederek, devleti toplumun iradesinden türeyen ikincil bir varlık olarak gören Locke’cu paradigmaya uygun olarak anayasal sisteminin temellerini köklü biçimde yenilemek için bir fırsat doğmuş bulunuyor. Eğer Türkler ile Kürtler diğer etnik-kültürel grup ve topluluklarla birlikte aynı siyasî birlik altında barışçı bir şekilde yaşamak iradesine gerçekten sahip iseler, yeni siyasî birliğin temellerini katılımcı ve kapsayıcı bir temelde sil baştan tezekkür etmeye gönüllü olarak talip olmaları beklenir.

Benim burada önerdiğim ‘’dostlar alışverişte görsün’’ kabilinden geçiştirici veya göstermelik bir şey değil de radikal bir dönüşüm hamlesi olduğu için, benim Türkiye’de böyle bir şeyin olabileceğine dair naif iyimserliğime şaşıranlar olabilir. Bunda haklı olabilirler. Gerçekten de bu görevin varsayılan ana siyasî aktörleri bu yönde sahici bir iradeye sahip olsalar bile, girilmesi halinde bu yolda çok ciddî engellerle karşılaşılacağı bellidir. Engeller derken kastettiğim de sadece bazen ‘’derin devlet’’ olarak ta adlandırdığımız, resmî ve gayriresmî bileşenleriyle statüko güçleri değildir. Çünkü böyle bir projeye ‘’sivil toplum’’ içinden de birçok kesimin şiddetle karşı çıkacağını tahmin etmek zor değildir.  

Şu var ki, Türkiye günün birinde gerçekten medenî, barışçı, hür ve demokratik bir siyasî birlik olacaksa, bu hedefe giden yol eninde sonunda burada önerdiğim başlangıçla veya ona benzer bir hamleyle başlamak zorundadır.  Aksi halde Türkiye toplumu olarak ‘’Şark için kâfi’’ olanla yetinmeye mahkûmuz demektir.

(Diyalog, 15 Haziran 2025)

Shares:

Okumaya Devam Edin

Blog

BİLİM VE İDEOLOJİ

‘’Sokaktaki insan’’ bilim, felsefe ve ideoloji gibi bilgi türleri arasında titiz ayrımlar yapacak entelektüel donanımdan yoksundur ama bu yadırganacak bir durum değildir. Yadırganması gereken, tahsil görmüş, eli kalem tutan ‘’aydınlar’’ın