GİRİŞ
Hukuk devleti, ya da hukukun üstünlüğü özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısında evrensel kabul görmüş bir siyasi idealdir. Her ne kadar son yıllarda dünyada yeniden otoriterleşme rüzgarları esmeye başlamış ve dünya politikasını etkileme gücüne sahip pek çok ülkede otokrat eğilimli popülist partiler ve liderler iktidara gelmiş ise de bunun ahlaki bir temele dayandığını söylemeye imkân yoktur. Yani, hukukun üstünlüğü idealine yönetilmiş ahlaki geçerliliği yüksek fikirler üzerinde yükselen bir otoriterleşme dalgasından söz edilemez. Aksine bazı sosyal ve ekonomik sorunların istismarına dayalı popülist söylemler üzerinde yükselen, hukuku değil, yöneticilerin keyfi tercihlerini yücelten bu yönetimlerin insanlık için ahlaki bir ideal ürettiğini söylemek mümkün değildir. Bu nedenle hukukun üstünlüğü kavramının halen bir siyasal sistemin sahip olması gereken temel niteliklerden birisi olduğunu kabul etmek gerekir. En azından söylem düzeyinde halen hem ulusal hem de uluslararası düzeyde hukuk devletine uyum devletlerin gelişmişlik düzeyinin bir göstergesi olarak ele alınmaktadır. Uluslararası ve ulusal alanda hukuk devletine uyma ve onu uygulama ihtiyacının varlığı, 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi’nde bütün Birleşmiş Milletler Üye Devletleri tarafından kabul edilmiştir.1
Benzer şekilde pek çok uluslararası örgüt açısından hukukun üstünlüğünü gerçekleştirme temel bir hedef olup üyeliğe kabul koşulu olarak devletlerin hukukun üstünlüğüne saygı göstermesi aranmaktadır. Avrupa Konseyinin kurucu değerlerinden biri hukukun üstünlüğüne saygı olup, Avrupa Konseyi Statü’sünün 3. maddesine göre hukukun üstünlüğüne riayet edilmesi Konseyin üyesi olmak için önkoşuldur. Aynı şekilde Avrupa Birliği Antlaşması’nın giriş kısmında ve ikinci maddesinde hukukun üstünlüğü, üye devletler ve Avrupa Birliği arasında paylaşılan kurucu değerlerden biri olarak ifade edilmiştir. Dolayısıyla hem uluslararası politikada hem de iç politikada en azından söylem düzeyinde hukukun üstünlüğüne saygı bir meşruiyet argümanı işlevi görmektedir. Bu nedenle hukukun üstünlüğünün, demokrasi ve insan hakları ile birlikte modern politikanın en temel ahlaki ölçütü olarak işlev gördüğü söylenebilir.
Her ne kadar aşağıda açıklanacağı gibi “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” kavramları arasında tarihsel arka planları, çıktıkları ülkelerin sosyal, siyasal ve ekonomik koşulları ve tekabül ettikleri siyasi anlam bakımından bazı nüanslar bulunsa da bu yazıda bu iki kavram aynı anlamı ifade etmek üzere birbirinin yerine kullanılacaktır. Zira ülkemizde yasal metinlerde ağırlıklı olarak hukuk devleti kavramına yer verilmiştir.
İlk defa 1961 Anayasasında yazılı bir hukuk metnine giren “hukuk devleti” kavramı, o tarihten bu yana anayasal bir temel ilke olarak tanınmıştır. Hatta 1982 Anayasasının değiştirilemez hükümlerinden biri, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devleti niteliğidir. Hukuk devleti kavramı tüm siyasi aktörlerin politik jargonuna hâkim olmuş olmakla birlikte uygulamada ne derece uyulduğu temel bir sorun olarak kalmaya devam etmektedir. Son on yılda her bakımdan hukuk devletinin ciddi bir erozyona uğradığı gözlemlenmektedir. Yasama, yürütme ve yargı organlarının her biri açısından keyfilik olağanlaşmış, anayasa ve yasalara uyma hassasiyeti ortadan kalkmıştır. Temel hak güvenceleri işlevsiz hale gelmiş ve hukuki öngörülebilirlikten söz etmek tamamen imkânsız hale gelmiştir. Yargı önemli ölçüde yürütmenin kontrolü altına girmiştir. Buna rağmen hukuk devleti ilkesini kökünden reddeden söylem ve uygulamaların hukuk devleti adına savunulduğuna rastlanmaktadır. Her gün Anayasayı ve temel hukuk ilkelerini hiçe sayan onlarca karar alan yetkililerin hukuk devleti kavramını dillerinden düşürmemeleri, kendi politik ajandalarına uymayan karar veren her hakimin yetkisini ya da görev yerini değiştiren Kurul’un başı olan Adalet Bakanının her sözüne “yargı bağımsızdır”, “Türkiye bir hukuk devletidir” diye başlaması ise ancak hukuk devletinin trajedisi olarak kavranabilir.
Doç. Dr. Ali Rıza Çoban’ın “Türkiye’de Hukuk Devleti” raporunun tamamına aşağıdan ulaşabilirsiniz.