Dün ne oldu, bugün ne oluyor, yarın ne olacak

Dün, bugün ve yarına ilişkin bir Türkiye fotoğrafı çekmek gerekirse yapılan tespitler şöyle özetlenebilir.

Dün çok şey oldu. Bugünde olmaya devam ediyor. Ama yaşadığımız olumsuzlukları yarın tekrar yaşamamak için el ele, gönül gönüle çözümler üretmek zorunlu hale gelmiştir.

Değerli özgürlük dostları

Cumhuriyetin kurulduğu 1923 ten 2003 yılına kadar geçen seksen yıllık devlet sicilimizde toplumu korkutarak yönetme anlayışı akıl ve ruh sağlığımızı derinden etkilemiştir. Din-devlet ilişkilerinde ortaya çıkan fahiş hatalar, muhafazakar toplum üzerinde uzun yıllar unutamayacakları travmaların yaşanmasına yol açmıştır. 

Hemen çok açık bir gerçeğin altını çizmek istiyorum. Seksen yıllık militan laiklik anlayışı, siyaset zemininde dinin en etkili ana unsur olarak kullanılmasını adeta teşvik eden bereketli bir alan yaratmıştır. Muhafazakar mahallede dini değerlerin bitmez tükenmez enerjisini kullanan siyasiler, haksız rekabet yoluyla din üzerinden sağladıkları rantla bugüne kadar idare etmişlerdir. Ortaya çıkan bu haksız rantın velinimeti kuşkusuz, evrensel bağlamından koparılarak bize özgü sunulan militan laiklik anlayışını devlet yerine, toplum üzerinde uygulamaya çalışanlardır.

Demokratik, özgürlükçü, tüm inançlara eşit yakınlıkta, toplumun inanç sorunlarına pozitif çözümler üreten laiklik anlayışını yakın zamana kadar maalesef yakalayamadık. Esasen devlet cihazının ana unsuru olması gereken laiklik, toplumu dinden uzak tutmaya yönelik, can yakıcı militan bir anlayışın kurbanı olmuştur. Devlet yerine toplumu laikleştirmeye çalışan bu anlayış mensuplarının, sebep olduğu bugünkü yaşadığımız özgürlük sorunlarından şikayet etme hakkı olamaz.

Devletin uzun yıllar toplumun din ve inançlarına karşı hasmane bir tutum içinde olması, dinin özüne ilişkin öğretimin yayılmasını da ciddi biçimde etkilediğinden, inançlara dayalı bir ahlaki oluşumunun gelişmesi de engellenmiş oldu.

Öte yandan, Türkiye de yargının yüzyıla yaklaşan tarihi incelenecek olursa, devlet gücüne egemen olanların korku, vehim ve endişe ile açıklanabilecek “devleti koruma” reflekslerinin, yargı eliyle nasıl yıkımlar yaşattığını açıkça görmemiz mümkündür.

Geçmişte Türk Ceza Kanunun 141-142-163 ve 312’ nci maddeleri kullanılmak suretiyle inanç ve düşünceler üzerinde akıl almaz baskılar kurulmasında, yargı organlarının rolü hafızalardan silinmemiştir. Daha sonra kaldırılmış olan “Devlet Güvenilk Mahkemeleri” bu konuda önemli görevler üstlenerek hatırlamak dahi istemediğimiz kararların oluşmasında en cesaretli adımları atmışlar, daha sonra da bu görevi “ Özel Yetkili Mahkemeler “ üstlenerek aynı nitelikteki kararlarla rejimi koruma ve kollama  adı altında farklı olanları infaz görevini acımasızca yerine getirmişlerdir. Günün sonunda, kumpasçıların kontrolüne geçen özel yetkili mahkemeler de kaldırılarak yerine “Sulh Ceza Hakimlikleri “ ihdas edilmiştir. Bu mahkemelerin de, Türk Ceza Kanununun an itibariyle yürürlükte olan 216-299-301 ve 314’ ncü maddelerinin keyfi ve isabetsiz yorumlarıyla toplumu kontrol altında tutmanın aracı olarak kullanıldığı açıktır.

Sonuç olarak;

Bir asra yaklaşan cumhuriyet döneminde yargı, siyasi dini, ırki ve ideolojik yapılanmaların her zaman ilgi alanına girmiş, bu gücü ele geçirenler, rakiplerinin hak ve özgürlük alanlarının yok edilmesinde silah olarak kullanmışlardır. Devlete egemen olanlar ilk iş olarak temsil ettikleri siyasi düşünce ve ideolojilerine, destek sağlamak amacıyla, hukuk düzenine sürekli balans ayarı yapmaktan çekinmemişlerdir. Nitekim son yıllarda duruma göre değişen Yargıtay ve Danıştay da görev yapan üyelerimizin sayılarının ne olduğunu takip edemez hale geldik. 

Devletin yasama, yürütme ve yargı organlarının ifade özgürlüğü ve inanç özgürlüğünü dar bir alana sıkıştırmak suretiyle, toplumu derin bir yorgunluğa sevk ettiği saklanamaz bir gerçektir.

Sonuçta, militan laiklerin vadettiği mutluluğa zorlanan toplum, çareyi din gerçeğini siyasetin ana unsuru haline getiren siyasal hareketlere destek vererek, inadına çözüm aramaya başlamışlardır.

Türkçe ezandan başlayarak, toplumun neye nasıl inanacağını belirlemeye çalışanlar, daha da ileri giderek yakın dönemde kılık kıyafeti rejim sorunu haline getirmiş ve ikna odalarında utanç verici uygulamalara imza atmışlardır.

Değerli Dostlar

Evrensel bağlamından koparılan laiklik anlayışı, Türkiye de özgürlük krizi yaratmıştır. Oysa laiklik, inanç özgürlüğünün teminatı olarak anayasamızda yer alıyordu. İnanç özgürlüğü ve laiklik ilkeleri arasındaki evrensel denge ve çizgiyi belirleyemeyenler, toplumu derinden yaralayan, tarihi sorunlarla baş başa bırakmışlardır. Devletin, toplumun özgür iradesine terk etmesi gereken din duyguları ile kavgalı hale gelmesi, dinin siyaset zemininde ana unsur olarak kullanılmasını adeta teşvik etmiştir.

Denilebilir ki, 2003 yılından sonra ortaya çıkan siyasi iradenin güçlenerek uzun yıllar iktidarda kalmasının tek ve tartışmasız nedenlerinden biriside otoriter, dayatmacı ve militan laiklik anlayışının çektirdiği acılardır.

Akıl dışı uygulamalarla bu acıyı çektirenler, bugün yaşanan ve sebep oldukları özgürlük sorunlarından şikayetçi olmayı asla hak etmiyorlar.

Anayasalarda devletin hukuk devleti olduğunun yazılı olması ya da yargının tarafsız ve bağımsız olduğunun vurgulanması bir değer ifade etmez. Uygulamada yaşanan dramlar bu anayasal garantilerin ne düzeyde olduğunu açıkça gösteriyor.

Geçmişte yaşanan bu olumsuzlukları yeniden hatırlama ihtiyacını şu sebeple yapmış oldum. Toplumun ana akım siyasi yapısını oluşturan ve kendisini laik kesimde konumlandıran vicdan sahibi sosyal demokratların büyük bölümü, çektirilen acılarla yüzleşme erdemini göstermeye başlamışlardır. Nitekim, CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu daha dün geçmişte rejim krizi haline getirdikleri başörtüsü sorununu fahiş bir hata olarak açıkça ifade etmiştir. Başka bir ifadeyle özgürlükleri uğruna göz yaşı döken karşı mahallenin acılarını derinden hissetme dönemini yaşadıklarını ikrar etmektedirler. İç dünyasında yüzleşerek, vicdani refleksini samimiyetle ortaya koyanlar artık kendi mahallelerinde yaşamaktan hiç mutlu olmadıklarını açıkça beyan etmektedirler. Artık tüm  siyasi mahallelerden bir göç hareketi başlamıştır. Bu ne beyin göçü, ne de savaş göçüdür. “Gönül göçü” diye nitelendirebileceğimiz bu taşınmayı başlatanlar kendilerine yeni bir yurt, yeni bir mahalle aramaktadırlar. Aradıkları bu mahallenin özelliklerini, sonuç bölümünde ifade etmeye çalışacağım.

Değerli Dostlar 

Türk siyasi hayatı, 12 Eylül 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile oldukça ciddi bir “makas değişikliği” ile karşı karşıya kalmıştır. Bu makas değişikliğinin temel nedeni, yukarıda açıkladığımız toplumun değerleriyle kavgaya tutuşan yargı organlarıyla, askeri yetkililerin vesayetçi tutum ve tavırlarıdır. Bu değişimden önce, yasama organında oluşan irade ile vesayet makamlarının kanları uyuşmamıştır. Oluşturulan yasal güvencelerin arkasına sığınarak, demokrasiyi ve cumhuriyeti sözde koruma ve kollama eylemleri, insan onuru üzerinde kalıcı hasarlar bırakmıştır. Vesayet odaklarının çizdiği sınırlar içinde yaşamaya zorlananlar, adalet ve özgürlük sorunlarının çözümü için 2010 Anayasa değişikliğini kaçınılmaz görmüşlerdir. Ancak, böyle bir ortamda gerçekleşen anayasa değişikliklerinin yeni bir karanlık dünyaya kanat çırpacağını kimse öngörememişti. Başta yargı, polis ve askeri güç merkezleri olmak üzere, devletin kurumları vesayetin yeni sahipleriyle tanışmış oluyorlardı. Adaletin ve özgürlüğün kadim dostları, farklı renkte yeni bir vesayetçi kuşatmanın dayanılmaz acısıyla karşı karşıya kaldı. Hiç kimsenin dışlanmadığı, çoğulcu, adil, ifade ve inanç özgürlüklerinde yaşanan olumsuzlukların tekrarlanmayacağı, bize özgü modellerden evrensel anlayışlara evrilen yeni bir dünya hayali, bir kez daha yıkılıyordu.

Değiştirilen makasla birlikte özellikle yargı dünyası, 2016 yılında bir terör örgütü niteliğine bürünecek olan cemaat yapılanmasının işgali ile karşı karşıya kaldı. Artık önceki muktedirler sanık sandalyesine oturtularak tarihi bir siyasi rövanşın gösterisi başlıyordu. Kurgulanan özel yetkili mahkemeler geçmişte durumdan vazife çıkaranları hesaba çekiyordu. Siyasi liderler bu davaların avukatı ve savcısı olmak için irade beyanında bulunmaktan çekinmemişlerdi. Sonuçta, kurgu ve kumpas nitelikli bu davalar, Anayasa mahkemesinin hak ihlali kararları ile çökertilerek, daha fazla hayatların karartılması önlenmiş oldu. Yargıyı işgal eden yeni aktörlerin niyetleri çabuk deşifre edilerek, tarihin en büyük tasviyesi başlamış oldu. Askerin, polisin ve eğitim dünyasının içindeki örgüt uzantılarına yönelik temizlik ise halen devam etmektedir.

Muhafazakar ya da dindarların iktidara geldiği 2003 yılından 2010 tarihine kadar geçen yedi yıllık süreç içinde; demokrasi hukuk devleti, hak ve özgürlükler konusunda her türlü engellemelere rağmen, ortaya koydukları samimi iradenin tüm dünya da takdirle karşılandığını belirtmek vicdani bir görevdir.

Adalet, hak ve özgürlükler temeli üzerinde yükselen yeni siyasi iradenin ekonomik sorunları çözmeside hiç zor olmamıştır. Zira, gücünü hukuktan ve özgürlüklerden alan modern devlet anlayışının çözemeyeceği ekonomik sorun yoktur. 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğinden başlayarak, daha sonra cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine ilişkin yapılan değişiklikler birlikte değerlendirildiğinde, dindar yöneticilerin adalet ve özgürlük alanlarına yaptıkları katkının, sadece kendi mahalle sakinlerinin bir bölümünü mutlu ettiği, toplumun büyük bölümünün yaşadığı adalet ve özgürlük sorunlarını ise görmezden geldiğini belirtmek de, vicdani bir sorumluluktur. 

Ak parti iktidarından önce, laiklik kavramının sınırları ile ifade özgürlüğü ve dini inanç özgürlüğü arasında, olması gereken evrensel çizgilerin belirlenememesi sonucunda, toplumda ortaya çıkan mutsuzluk; 2010 yılından sonra muhafazakar yönetimlerin ifade özgürlüğü ile terör suçları arasındaki demokratik sınırları çizememesi sonucunda toplumda ortaya çıkan mutsuzluk, birbirine denk düşmektedir.

Bugün itibariyle cezaevlerinde üçyüzbine yakın tutuklu ve hükümlü barındıran başka bir ülke var mı bilmiyorum. Demokratik özgürlükçü bir ülkede, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilen söz, beyan ve düşüncelerin, bizim ülkemizde devlet büyüklerimize hakaret, terörü övme, terörü teşvik suçları kapsamına sokularak, farklı olanların seslerini kesme aracı olarak kullanılması, cumhuriyet tarihinin kronik hastalığı olmaya devam etmektedir.

Siyasi söylemleri ve eleştirileri kolayca suça dönüştürebilen yargı organlarının kararları maalesef sorun yaratmaya halen devam etmektedir. 

Bu bağlamda altını çizerek belirtmek gerekirse, an itibariyle ekonomide yaşanan krizin sebebi çok net ve açıktır. Yaşanan adalet ve özgürlük krizinin hukuk güvenliğini oldukça sorunlu hale getirdiği artık sır değildir. Hukuk devletinin olmazsa olmazı olan hukuk güvenliğinin olmadığı bir ülkeye, bırakın yabancı yatırımcıyı, yerli yatırımcımızı bile yatırım yapmaya ikna edemezsiniz. 2003-2010 yılları arasındaki ekonomik başarının temelleri çok iyi incelenmelidir. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonunda ortaya çıkan olağanüstü durum, yargı mensuplarında terör örgütü üyeliği isnadı ve iftirası ile karşı karşıya kalacağı “korkusunu” doğurmuş, bu durum ise sağlıklı ve adil kararların çıkmasını ciddi biçimde engellemiştir.

Değerli Dostlar

Türk siyasi hayatının önemli bir damarını oluşturan ve laikliği ana unsur yapmış sosyal demokratlarla, dindarlığı ana malzeme yaparak siyasi hayatını sürdüren muhafazakarların, iktidar ve muhalefet dönemlerinde özgürlüklere yaklaşımları oldukça yakın benzerlikler arz etmektedir. İktidarda iken daha güvenlikçi, muhalefete geçtiklerinde daha özgürlükçü daha demokrat ve müthiş merhametli tavırların hakim olduğu net biçimde görülmektedir.

Her iki kesime de oy veren insanlar ( çekirdek kadroları hariç ) iktidarda ayrı, muhalefette ayrı kişilik sergileyen siyasi aktörlerin tavırlarını asla onaylamadıkları gibi, yaşadıkları ekonomik ve sosyal mutsuzlukların sebebi olarak da bunu görmeye başlamışlardır.

Sonuç itibariyle, devlet cihazına ait olması gereken laiklik ilkesinin, toplumun inanç ve düşünce yapılarını biçimlendirmek amacıyla devlet gücü tarafından kullanılması, laik kesimin tarihi hatası olduğu gibi; toplumun en değerli varlığı, kutsalı ve inaçlarını temsil eden dini değerlerinin siyasete ana malzeme yapılarak istismar edilmesi de muhafazakar kesimin tarihi hatası olarak kayıtlara geçmiştir. İktidarın bütün başarısızlık ve olumsuzluklarının dini değerlere fatura edilmesi gibi absürt bir sonucun ortaya çıkması, toplumun en kıymetli değerinin itibar kaybına da yol açmıştır.

Kimlik siyaseti üzerinden faaliyet yürüten siyasal kurumların yaptıkları bu fahiş hatalar, irili ufaklı tüm siyasi mahallelerde güvenli bölgelere doğru ciddi bir göç hareketini başlatmış bulunmaktadır. Doğrusu bu göç dalgasını çok önemsiyorum. Hem muhafazakar kesim, hem de laik kesim, geçmişte yaşadıkları hataları bir daha tekrarlamamak üzere kimlik politikaları yerine, demokratik toplumun gerekli kıldığı reel politik tercihleri esas alan yeni bir yurt inşasının zorunlu olduğu gerçeğini görmüşlerdir. Kimlikleri ne olursa olsun adalet ve özgürlüklerden uzaklaşan yönetimlerin, bireyler üzerinde haysiyet yarası açacağı çok açıktır.

Özgürlüklerle başı belaya giren yönetimlerin hiçbir dönemde iflah olmadığına siyasi tarihimiz de tanıklık ediyor.

Farklı kimliklerin ikamet ettiği, farklı tüm mahallelerde baş gösteren adalet ve özgürlük kuraklığının sebep olduğu bu göç dalgasının, nerede ve nasıl şekil alacağının planlanması, yeni bir siyasi parti kurma düşüncesinin çok ötesinde değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Ait olduğu mahallenin kimlik değerlerini aşarak, bu göç’ e katılanların, onurlu bir devletin onurlu bireyleri olarak, yeni bir dünyada yaşama istekleri çok açıktır. Özgürlük dostlarını bu göçü yönlendirmeye davet ediyoruz. Bu bağlamda söyleneceklerden birkaç örnek vermek gerekirse şöyle denilebilir;

  • İfade özgürlüğü ve inanç özgürlüğü talebi nedeniyle insanlık onurları örselenen, yıkılan, yok edilen bireylerin, “haysiyet onarıcı” yeni bir mahalleye olan ihtiyaçları kaçınılmazdır.

  • Hak ve özgürlükler için verilmiş anayasal  garantilerden kuşku duyulmadığı;

  • Hiçbir kimlik gözetmeden hak ve özgürlükleri ihlal edilenlerin çektikleri acının yükünü paylaşan bireylerin olduğu;

  • Dinin istismar edilmediği, devlet yapılanmasında liyakat ve dürüstlüğün öngörüldüğü; 

  • Devletin tercihlerinde, kimliklerin olumlu ya da olumsuz etkilerinden uzak durulduğu;

  • Ekonomik, sosyal, kültürel ve dış politikada tarihi ve güncel sorunların çözümünde, duyguları kabartan “meydan okuma” alışkanlığı yerine, diyaloğun, müzakerenin ve diplomatik yolların kullanıldığı;

  • Gerçektem bağımsız ve tarafsız bir yargının hiçbir korkuya kapılmadan insanlık onurunu koruduğu;

  • Güçler ayrılığının olmadığı bir sistemde anayasanın yok hükmünde olduğunu; 

  • Hukuk devletinin özünün, güçler ayrılığı ilkesiyle tanımlandığı 

  • Hakaret, nefret, terör ve şiddet içermeden düşüncesini ifade edenlerin “vatan haini” , “terörist”, “dış güçlerin işbirlikçisi” ithamlarıyla karşılaşmadığı

  • Özgürlüklerin en çok da “muhalifler” için kıymetli olduğuna inanan bir iradenin var olduğu;

  • İtaat ve sadakat bağımlısı olmayan, özgür vicdanlı bireylerin devleti yönettiği:

Böyle bir dünyada yaşamak ve yaşlanmak arzusu ile bu göçe 

katılanları saygıyla selamlıyorum.

Dinleme zahmetine katlandığınız için hepinize şükranlarımı sunuyorum. 

                                                                                                                           Haşim Kılıç

 

 

Önceki İçerikVenezüella Sosyalizminde Bira Yok (ve Demokrasi De)
Sonraki İçerikLiberteryanizm Nedir?