ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’de insan hakları ihlâlleriyle ilgili 2021 raporunu açıklaması bizimkileri çok kızdırdı. Nitekim Dışişleri Bakanlığı bu konuda sert bir açıklama yaparak, Türkiye’ye yöneltilen ‘’asılsız iddialar’’ı külliyen reddettiklerini duyurdu ve ABD’yi Türkiye’nin ‘’terörizmin her türüne karşı yürüttüğü mücadele’’yi anlayamamakla suçladı.
Aslına bakılırsa, Türkiye insan hakları ihlâllerine ilişkin ithamlarla ilk defa karşılaşmıyor, ama sanki bu ithamlara ilk defa bu sefer çok şiddetli tepki gösterdi. ABD’yi ‘’insan hakları konusunda kendi siciline odaklanmaya’’ davet edecek kadar yani.
Bunun sebebi ne olabilir?…
Sanırım, bu sorunun cevabının ipucu Dışişlerinin açıklamasında yer alan şu satırlarda gizlidir:
‘’15 Temmuz hain darbe girişiminin faili FETÖ’nün yalanlarının raporda geniş yer bulması, ortaya koyduğumuz tüm somut delillere rağmen ABD’nin göz yumduğu bu terör örgütünün propagandasına alet olmaya devam ettiğini göstermektedir.”
Türkiye hükûmetinin 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasına ilişkin kendi resmî tezine başta ABD olmak üzere yabancı devletleri ikna edememiş olmaktan dolayı çok rahatsız olduğunu biliyorduk. Öyle anlaşılıyor ki, iktidardaki koalisyon ayrıca Gülen cemaatini bir kere ‘’terörist’’ olarak ilân edince Cemaat mensuplarına, sempatizanlarına ve hatta Cemaatle hasbelkader yolu bir kere bile kesişmiş olanlara karşı yapılan insan hakları ihlâllerinin otomatik olarak meşrulaşacağına ilişkin tezine halâ hem sadıktır, hem de dünya-âlemin bu teze inanmak zorunda olduğunu düşünmektedir.
Oysa, en başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’nin bu meselede bariz insan hakları ihlâlleri yaptığını tespit eden kararlar verdi.
Bu arada, AKP’liler ile resmî ve gayrı resmî ortaklarının şu iki evrensel prensibi içselleştirmeleri gerekiyor: (1) Masumiyet karinesi, yani suçlu olduğu bağımsız mahkemeler tarafından yapılan usulüne uygun bir yargılamayla kanıtlanmadığı sürece herkes masumdur, (2) Suçluların bile hakları vardır, suç işlemekle kişi otomatik olarak temel haklarını kaybetmez.
Söz konusu İnsan Hakları Raporuna gelince, Raporda önce şu genel tespit yapılıyor:
‘’2018 yılında kabul edilen geniş kapsamlı antiterör mevzuatı çerçevesinde, hükûmet temel özgürlükleri sınırlamaya ve hukukun üstünlüğünden uzaklaşmaya devam etti. Kamu makamlarınca 2016 darbe girişiminden buyana 60 bin polis ve askerî personel ile dört bin hâkim ve savcı dâhil olmak üzere onbinlerce kamu görevlisi ve hükûmet çalışanı işten çıkarıldı veya görevden uzaklaştırıldı; 95000’den fazla yurttaş tutuklandı veya hapsedildi; öncelikle, hükümetin darbe girişimini planlamakla suçladığı ve FETÖ’nün lideri olarak adlandırdığı din adamı Fethullah Gülen hareketiyle bağlantılı oldukları iddia edilen, 1500’den fazla sivil örgüt terörizmle ilişkili nedenlerle kapatıldı.
İhlâller elbette Gülen hareketi mensuplarıyla ve harekete mensup olduğu iddia diğer kişilerle sınırlı değil. Doksan küsur sayfalık bu Raporda ayrıntılı olarak açıklanmış olan ve toplumun hükûmet destekçisi olmayan hemen hemen her kesimine yönelik insan hakları ihlâllerinin ilgili oldukları konuların şu uzun sayımı, sanırım herkese ihlâllerin kapsam ve ağırlığı konusunda yeterince fikir verecektir:
‘’Keyfî öldürmeler; gözaltında şüpheli ölümler; zorla kaybettirmeler; işkence; muhalif siyasetçiler ve eski parlamenterler, avukatlar, gazeteciler, insan hakları aktivistleri ve ABD misyonu mensupları dâhil onbinlerce kişinin ‘’terörist’’ gruplarla sözde bağlantıları veya meşru barışçı ifade yüzünden keyfî tutuklanması ve gözaltında tutulması; aralarında seçilmiş görevliler de olan siyasî mahkûmlar; Gülen hareketi mensubu oldukları varsayılan kişilerin hukuk dışı bir şekilde kaçırılmaları ve (ülkeye) transferleri dâhil, ülke dışında yerleşik kişilere karşı siyasî sâikli misilleme veya öç almalar; yargı bağımsızlığıyla ilgili önemli problemler; başta çocuk askerlerin devşirilmesi ve kullanılması olmak üzere çatışmalarda ciddî ihlâller yapmış olan Suriyeli muhalif grupların desteklenmesi; gazetecilere karşı şiddete ve şiddet tehditlerine başvurulması, medya outletlerinin kapatılması ve hükümet politikalarını, görevlilerini, sansürü, haber-yorum sitelerinin engellenmesini ve hakaret yasalarını eleştirdikleri için tutuklanan veya cezaî takibata uğratılan gazeteciler ve diğerleri dâhil olmak üzere, ifade hürriyeti, basın ve internet üzerindeki sert kısıtlamalar; toplanma, örgütlenme ve seyahat özgürlükleri üzerindeki ağır kısıtlamalar, başta hükümetin sivil toplum örgütleri üzerindeki gözetimi hakkındaki aşırı kısıtlayıcı yasalar; bazı örneklerde mültecilerin sınır dışı edilmeleri; yerli insan hakları örgütlerinin hükümet tarafından ciddî olarak taciz edilmesi; cinsiyete dayalı şiddet/cinsel şiddet; ulusal, ırkî veya dinî azınlık grupları üyelerini hedef alan şiddetle ilgili suçlar; LGBTQI kişilere karşı şiddet içeren suçlar.’’
Öyleyse, hükûmet ne kendini kandırsın, ne de bizi kandırmaya çalışsın: Bütün bunlar –ve daha niceleri- yabancılar tarafından dile getiriliyor diye ihlâl olmaktan çıkmıyorlar. Türkiye’de ne olup-bittiğini hepimiz, bütün yurttaşlar görüyoruz. Kaldı ki, günümüzde insan hakları hiçbir ülkenin iç işi değildir; insan hakları başta gelen evrensel ilgi meselesidir.
Ne yazık ki, 2013 yılından itibaren göze batmaya başlamış olsa da, asıl 15 Temmuz darbe girişiminden sonra birden yükselen insan hakları ihlâlleri, darbe ortamı ortadan kalkmasına ve darbeyi izleyen olağanüstü halin sözde kaldırılmasına rağmen bugün bile hızından bir şey kaybetmeden varlığını sürdürüyor.
Bir süredir AKP sonrasında Türkiye’nin yönetim sorumluluğunu üstlenme hazırlıkları yapan muhalefet partilerinin de artık ilgi ve dikkatlerini sadece ‘’hükûmet sistemi’’ meselesine yoğunlaştırmakla yetinmemelerini gerektiren en temel meselemiz budur: Eğer yapabilirlerse, Türkiye’de insan haklarına saygıyı resmen, fiilen ve kalıcı olarak tesis etmek için gerekli altyapıyı hazırlamak.