Hatırlayanlar olacaktır: Yirmi yıl kadar önce Hindistan doğumlu Amerikalı gazeteci-yazar Fareed R. Zakaria sadece ABD’de değil Türkiye dahil başka pek çok ülkede de demokrasiyle ilgili kamusal tartışmanın odağına yerleşmişti. Bunun nedeni, yazarın 2003 yılında yayımlanan The Future of Freedom: llliberal Democracy at Home and Abroad adlı kitabıydı. Özel olarak, bu kitapta önerilen ‘’liberal olmayan demokrasi’’ kavramı yazarına dünya çapında ün kazandırmıştı.
Zakaria bu kitabında Batı dünyasında demokrasi olarak bilinen rejimin aslında ‘’liberal demokrasi’’ (yani, liberal-anayasal ilke ve kurumlar artı yaygın halk katılımı) olduğunu hatırlatarak, bu nedenle liberal ayağı eksik olan seçimli bir rejimin hem doğru anlamda demokrasi olmadığını hem de otoriter potansiyel içerdiğini savunuyordu. Ona göre, ‘’(m)odern tarihin çoğunda Avrupa ve Kuzey Amerika’daki yönetimlerin karakteristik özelliği ve onları dünyadaki diğer yönetimlerden ayırt eden demokrasi değil, anayasal liberalizm olmuştur. Batılı hükümet modelini en iyi sembolize eden kütlesel plebisit değil tarafsız yargıçtır.’’ (s. 20)
Zakaria insan hakları, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı gibi liberal temeller üzerine oturmayan ve/veya uygulamasında bunlara riayet etmeyen ‘’seçimsel-demokratik’’ rejimlerin aslında demokratik görünüm altında otoriter uygulamaları ve baskıcılığı maskelediklerine dikkat çekiyordu. Batı dünyasında değilse de Türkiye’de (akademik dünya dahil) çoğu kimse bu tezin orijinal olduğunu, yani ilk defa Zakaria tarafından dile getirildiğini sanmıştı. Oysa aslında liberal fikrî ve kurumsal temellere dayanmayan bir siyasal sistemin demokratik şekil ve mekanizmaları içerse bile demokratik bir rejimi yerleştiremeyeceği gibi, böyle rejimlerin otoriter pratikleri meşrulaştırmaya da hizmet edebileceği görüşünün arkasında üç yüzyıllık büyük bir düşünce geleneği, liberalizm yatıyordu.
Bu arada, bu satırların yazarı da 1993 yılından itibaren yazı ve konuşmalarıyla ‘’anayasal liberalizm’’in sahici demokratik bir rejim için vazgeçilmez değerde olduğuna vurgulamaya başlamış ve 1996 yılında da odağına bu tezi yerleştiren Anayasal Demokrasi kitabını yayımlamıştı. (Şu anda piyasada bu eserin 2017 tarihli 13. baskısı bulunmaktadır). Böylece Türkçe literatürde ilk defa bir anayasa hukukuna giriş kitabı anayasal liberalizmin esaslarını oluşturan ‘’anayasanın üstünlüğü’’, ‘’insan hakları’’, ‘’hukukun üstünlüğü’’ ve ‘’kuvvetler ayrılığı’’nın her birine ayrı birer bölüm olarak yer veren bir sistematikle kaleme alınmış oluyordu.
Ne yazık ki Türkiye’nin devlet seçkinleri ve siyasî elitleri özgür ve müreffeh bir toplum ideali bakımından hayatî önemdeki bu mesajı bugün halâ anlamış değildir. Türkiye’de halâ neredeyse herkes adına ‘’demokrasi’’ dedikleri seçimli bir sisteme sahip olmanın bu ideale ulaşmak için tek başına yeterli olduğunu sanmaktadır. Bizim gerek yönetenlerimiz gerekse yönetilenlerimizin nazarında, en iyi siyasî sistem millî iradeci ‘’demokrasi’’dir ve bu ‘’ideal’’in gerçekleşmesi için de ‘’millî irade’’nin yasama organına doğru olarak yansımasından ve devlet yönetiminin her kademesine tam hâkim olmasından başka bir şeye ihtiyaç yoktur.
Heyhat, göremiyorlar veya görmek istemiyorlar ki, Türkiye’nin problemi tam da liberal-anayasal prensipleri, kurumsal güvence ve fren mekanizmalarını kategorik olarak reddeden bu sakat demokrasi anlayışında yatmaktadır!
Yukarıda anayasal liberalizmin sadece özgür toplum ideali için değil ‘’müreffeh’’ bir toplum ideali için de hayatî önemde olduğuna işaret ettim. Bu konuda da büyük Adam Smith üç yüz sene öncesinden bize yol gösteriyor: ”Düzgün bir adalet sisteminin olmadığı, insanların kendi mülklerini güvende hissetmedikleri, sözleşmelere güvenin hukuk tarafından desteklenmediği ve ödeme gücü olan herkesin borçlarını ödemelerinin sağlanmasında devlet otoritesinin düzenli olarak kullanılacağının beklenmediği bir devlette ticaret ve imalât nadiren uzun süre gelişebilir. Kısaca, yönetimin adaletine belli bir derecede güvenin olmadığı bir devlette ticaret ve imalâtın gelişmesi zordur.” (Adam Smith, The Wealth of Nations, 1937 [1776], s. 862).
Bugün de çeşitli ülkelerdeki sivil ve siyasal özgürlüklerin olduğu kadar ekonomik özgürlüklerin ile hukuk ve adalet sisteminin de yerleşiklik ve işlerlik derecesini ölçen uluslararası reyting kuruluşlarını da yönlendiren benzer bir düşüncedir. Artık herkes biliyor ki, toplumun refahı da özgürlük güvenceleri yanında hukukî güvenlik, istikrar ve adaletin teminine bağlıdır. Onun için, mahkemelerin bağımsız olmadıkları ve başta yargı olmak üzere bütün bir devlet teşkilâtının adil olarak işlediğine toplumun inanmadığı bir yerde ekonomik hayat ta güvenli ve sağlıklı bir şekilde işlemez, dolayısıyla yeterince refah ta üretilemez.
Bu münasebetle, adaletin ‘’birlikte yaşamanın maliyetini azaltan’’ bir temel olduğunu (David Schmidtz) unutan, Türkiye’nin ‘’hükmetme’’ sevdalısı bugünkü muktedirlerine de hatırlatmak isterim: Adaletin insanların hak ettiği bir değer olduğuna inanmasanız da, bilmelisiniz ki adaletle muamele edilmeyen bir toplumu ‘’yönetmek’’ zor ve maliyetlidir.
(Diyalog, 9 Şubat, 2025)