Barış İçinde Beraber Yaşamanın Çerçevesi
I. GİRİŞ
Barış içinde ‘’beraber-yaşama’’ birkaç on yıldır hem toplumsal ve siyasal teorinin hem de kamu politikasını belirleyenlerin üzerinde en fazla odaklandığı ‘’sorunlar’’dan biridir. Bu sorun çok-kültürlülük teori ve tartışmalarının ana konusunu oluşturmaktadır. “Beraber yaşama”nın bir problem olarak ortaya çıkmasının arkasında başlıca iki olgu yatmaktadır. Birincisi, günümüz toplumlarında bir arada yaşamak durumunda olan kişi ve grupların dünya görüşü, hayat tarzı ve çıkarlar bakımlarından hatırı sayılır farklılıklar gösterdiği gerçeğidir. Bunlar yer yer insanî maliyeti büyük çatışmalara yol açma riski taşıyan farklılıklardır. Başka bir anlatımla, bireyler ve gruplar arasında böyle ciddî, derin, bağdaştırılması zor farklılıklar olmasaydı bir arada yaşamak büyük bir sorun olmazdı. Gerçi, birbirine benzer olanlar arasında da düzen ve adaleti sağlamak gibi bir problem elbette olacaktır, ama bu problem ile farklı kültür ve hayat tarzlarının bir arada yaşamasıyla ilgili problemler birbirinden farklıdır. Bu ikinciler hem daha ciddîdir, hem de nitelik bakımından ilkinden farklıdırlar. Bu yazıda mesele bu ikinci nokta açısından ele alınmaktadır. Bir arada yaşamayı önemli bir toplumsal-siyasal sorun haline getiren ikinci olgu, ‘’ulus-devlet’’in iki asırdan fazla bir süredir modernliğin tipik siyasî örgütlenme modeli olmasıdır. Kültürel türdeşlik varsayımına ve ulusla devletin özdeşliği fikrine dayanan bu siyasî örgütlenme tarzının günümüz toplumlarının farklılık ve çeşitlilik içeren çoğulcu yapısıyla bağdaşmamasında şaşılacak bir şey yoktur. Modernliğin siyasî tarihi de bu kavramsal gerçeği doğrulamıştır. Toplumun ana kütlesinden farklılaşan dinî ve kültürel gruplar hemen hemen her yerde çeşitli biçimlerde baskı altına alınmış, dil ve kültürleri yok sayılmış, siyasî-idarî karar mekanizmalarından ya uzak tutulmuş ya da bu mekanizmalarda yeterince temsil edilmemiş ve nihayet yer yer etnik temizliğe uğratılmışlardır. Ancak, farklı grup ve kültürlerin barış içinde bir arada yaşaması sorunu üstünde düşünürken her şeyden önce şunu hatırda tutmalıyız: Aralarında bu derece ciddî farklılıklar olan kişi ve grupların beraber yaşamaları ahlâkî bir zorunluluk değildir. Başka bir anlatımla, hiçbir kişi veya grup kendilerine benzemeyen ve belki de onaylamayacak oldukları inanç ve değerlere bağlı olan başka kişi ve gruplarla bir arada yaşamak zorunda değildir. Ama eğer bu gruplar aynı birlik altında siyasî olarak örgütlenmeyi kendi iradeleriyle seçmişlerse, o zaman bu birliğin bazı ilkelere dayanması gerekecektir. Ayrıca, farklı kişi ve gruplar tarihsel olarak kendilerini aynı siyasî organizasyon altında bir arada bulmuş olabilirler. O zaman da bunların, ayrı bir birlik oluşturmak istemedikleri, yani bu tarihsel beraberliği sürdürmek istedikleri sürece, ortak varoluşun ilkeleri üstünde diğer partnerleriyle mutabakata varmaları gerekecektir. Şu halde sorun, her iki durumda da, farklı varoluşların hangi temel ilkeler altında barış ve adalet içinde bir arada yaşayabilecekleri sorunudur. Sanırım bu sorunu iki farklı düzeyde ele almak uygun olur: (1) genel toplum veya kapsayıcı siyasî birlik düzeyinde ve (2) bu birlik altında yaşayan farklı grupların birbirleriyle ilişkileri düzeyinde. Ben birinci düzeyin ilkelerini vicdan özgürlüğü, sınırlı kamusallık, adem-i merkeziyet; ikinci düzeyin ilkesini ise hoşgörü olarak adlandırıyorum. Nihayet, adalet her iki düzeyde de egemen olması gereken başka bir temel değerdir.
II. SİYASÎ BİRLİĞİN GENEL İLKELERİ
Çeşitlilik ve farklılığın karakterize ettiği bir toplumun barış içinde devamı gevşek bir siyasî birlik şeklinde örgütlenmesine bağlıdır. Sıkı bir siyasî birlik tasavvurunun böyle bir toplum için uygun olmayacağı, aksine bunun toplumda dirlik-düzenlik ve barışı sabote etmeye açık bir davet olacağı kuşkusuzdur. Onun için, çeşitlilikçi-çoğulcu toplumların vicdan özgürlüğü temelinde, sınırlı kamusallık ve adem-i merkeziyet ilkelerine göre örgütlenmeleri zorunludur.
1. Vicdan Özgürlüğü:
Vicdan özgürlüğüne saygı bir siyasî birlik altında barış içinde bir bir-arada yaşamanın en temel ilkesidir. Vicdan özgürlüğü, herkesin kendi hayatını kendi vicdanî kanaatine göre yaşamaya hakkı olduğunu ifade eder; bu ilke hiç kimsenin başka bir irade tarafından kendi vicdanına, (dinî veya lâdinî nitelikteki) derin inançlarına aykırı hareket etmeye ve/veya yaşamaya zorlanamamasının garantisidir. Vicdan özgürlüğünün siyasî örgütlenme bakımından pratik bir sonucu, geniş toplum içinde yer alan grup veya topluluklara, liberal veya başka bir perspektiften “evrensel” oldukları düşünülen –bireysel özerklik ve rasyonellik gibi- değerlerin bile dayatılamamasıdır. Meselâ, grup üyesi bireylerin çıkış (gruptan ayrılma) hakkının garanti altında olması şartıyla, kültürel gruplar içinde “evrensel” değerlere aykırı olan pratiklerin yasaklanmasına gerek olmayacaktır.
Sınırlı Kamusallık:
Genel toplumun siyasî birliğinin dayanması gereken temel bir ilke olarak “sınırlı kamusallık”la kast ettiğim şudur: Çeşitlilik ve farklılıklara varlık sahası bırakmak için genel toplumun veya genel siyasî birliğin ortak alanına ilişkin düzenlemeyi asgarî düzeyde tutmak gerekir. Çünkü, faklı varoluşların yaşayabilirliği ve barışçı varlığı, başka şeyler yanında, siyasî birliğin bütün üyelerini bağlayan ortak kuralların mümkün olduğunca az ve negatif olmasına bağlıdır. Açıktır ki, ortak norm ve düzenlemelerin kapsamını genişlettiğiniz ve pozitif (yani, insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen) düzenleme miktarını artırdığınız nispette genel olarak özgürlüğü tahrip etmiş ve bu arada muhtelif grupların kendi farklılıklarını ifade etme ve farklılıklarıyla varolma imkânlarını azaltmış olursunuz. Esasen, merkezî-ortak düzenlemelerin genişliği ve çokluğu genel toplum içinde yer alan herkese, farklılıklarını gözetmeksizin aynı standartları uygulama arayışının bir ifadesidir. Bu yönelim birlik-bütünlükçü ve tek-tipleştirici bir dünya görüşünü yansıtır. Tipik bir “ulus-devlet” modelinde olduğu gibi, yekpâre ve müttehit bir toplum tasavvurunu hareket noktası yapan böylesine üniterist bir yapının çoğulculuk ve çeşitlilikle uyuşmayacağında şüphe yoktur. Sınırlı ortak düzenlemenin asgarî içeriğinin ne olacağına gelince, bunun ilk unsuru şüphesiz ki insan hakları olacaktır. Böylece, genel toplum için, herkesin temel haklarını güvence altına alan ve az sayıdaki merkezî organların örgütlenme esaslarını belirten kısa bir anayasanın varlığı yeterli olacaktır. Bu anayasanın temel bir özelliği de, etnik-kültürel bakımdan, din ve hayat tarzı bakımından genel toplumdan farklılaşan grup veya topluluk mensuplarının kendi gruplarından “çıkış hakkı’’nı güvence altına almak olacaktır. Çünkü, nasıl ki gruplar istemedikleri siyasî birlikler içinde yer almaya zorlanamazlarsa, daha temelde, bireyler de onaylamadıkları gruplar içinde kalmaya veya kendi vicdanlarına aykırı buldukları kültürel pratikleri onaylamaya zorlanamazlar. Nihayet, bu anayasa merkezî devlete herhangi bir hayat tarzını ve/veya kültürü destekleme gibi bir görev vermeyeceği gibi, etnik-kültürel grupların grup kültürünü ve hayat tarzları korumak ve sürdürmek için kendi üyelerinin temel haklarını çiğnemelerine de izin vermeyecektir.
3. Adem-i Merkeziyet:
Aynı temel kaygılar barışçı ve âdil bir bir-arada yaşama düzeninin (siyasî brliğin) adem-i merkeziyet esasına dayandırılmasını gerektirmektedir. Çünkü, herkese genel toplumun değer ve önceliklerini dayatmayı amaçlaması yüzünden merkeziyetçi ve hiyerarşik bir siyasî birlik tasavvuru da çoğulculuk ve çeşitlilikle bağdaşmaz. Onun için, özgür bir toplumun kurumsal yapısının son derece gevşek bir siyasî birlik altında her grup veya topluluğun kendi işlerini prensip olarak kendisinin kararlaştırmasına ve yürütmesine izin vermesi gerekir. Bu da grup ve toplulukların norm-koyma ve normları uygulama bakımlarından özerkliklerinin garanti edilmesiyle ve merkezî yapının yukarıda belirtilen asgarî ortak normlara genel olarak uyulmasını sağlamak dışında bir müdahalesinin olmamasıyla sağlanabilir.
III. GRUPLARARASI İLİŞKİLERİN İLKESİ: HOŞGÖRÜ
Barış içinde bir arada yaşayabilmeleri için toplumu oluşturan farklı grup veya toplulukların birbirine karşı hoşgörülü olmaları şarttır. Bu ise ancak genel siyasî birliğin de kendisine tâbi olanlarla ilişkilerini aynı ilke temelinde yürütmesiyle mümkündür. Yani hoşgörünün sadece gruplar ve topluluklar arası ilişkilerde değil, genel siyasî birlikle gruplar arasındaki ilişkilerde de geçerli olması gerekir. Esasen, yukarıda siyasî birliğin bir genel ilkesi olarak işaret edilen vicdan özgürlüğü hoşgörünün de vazgeçilmez zeminini oluşturmaktadır. Tarihsel olarak hoşgörü fikri, dinî inançları akılcı yoldan ortak bir noktada buluşturmanın imkânsız olduğunun anlaşılmasından doğmuştur. John Locke da dinî inanç farklılıklarının kanlı çatışmalara yol açtığı Avrupa toplumlarının bu tecrübesinin ışığında, farklı inanç ve hayat tarzlarına sahip olan ama ortak bir toplumsal-siyasal dünyayı paylaşmak isteyen insanların nasıl bir arada yaşayabilecekleri sorununa cevap olarak “hoşgörü”yü önermişti. Hoşgörü, kısaca, bir başkasının onaylamadığımız bir davranışını değiştirmek için güç kullanmayı reddetmemizdir. Zaten onayladığımız veya kayıtsız olduğumuz bir şeyin olmasına izin vermek hoşgörü değildir. Politik olarak hoşgörü, bir grubun, topluluk veya toplumun kendi inançlarını, hayat tarzını ve kültürünü devlet gücü kullanarak başkalarına dayatmaktan kaçınması demektir. Burada kritik olan nokta, kişinin veya toplumun onaylamadığı davranışı bastırabilme veya onu baskı altına alma gücüne sahip olduğu halde bunu yapmayı ilkeli olarak reddetmesidir. Bu güce sahip değilsek, onaylamadığımız davranışa müdahale etmemek elimizde olmadığından bu durumda hoşgörü erdeminden söz edilemez. Çünkü, böyle bir durumda kişinin müdahale etmemesi bilinçli bir tercihin sonucu değildir. Onaylamadığımız farklı inanç veya pratiklere karşı zora başvurmayı ilkeli olarak reddetmek, onaylamamaya rağmen zora başvurmamanın ahlâkî bir temeli olduğu anlamına gelir. Onaylamadığımız halde onu bastırmaya kalkışmıyorsak, bunun için aklî olarak temellendirilebilecek olan haklı bir nedenimizin var olması gerekir. Başka bir ifadeyle, bu davranışımızı belirleyen başka bir ahlâkî ilke söz konusudur. Bu ilke, kısaca, farklılıklar arasında akılcı argümana ve iknaya yer bırakmaktır ki bu da ikna-etmeye zora-başvurma karşısında üstünlük tanımayı ima eder. Açıktır ki, onaylamadığımız davranışa karşı güce başvurmak rasyonel argümanın terk edilmesi, aklın sürgüne gönderilmesi anlamına gelirdi. Onaylamadığımız inanç ve pratiklere karşı zora başvurmaktan bilinçli olarak kaçınmak aynı zamanda başkalarının “vicdanlarına” saygı duymak anlamına da gelir. Bu nedenle, bireyleri, en derin (varoluşsal) inanç ve kanaatlerini temsil eden vicdanlarına karşı hareket etmeye zorlamaktan kaçınmak barışçı birlikte var-oluşun zorunlu şartı olduğu kadar, temel bir ahlâkî gerekliliktir de. Ne var ki, pek çok kimse hoşgörüyü bir değer olarak küçümseme, onun –eğer bir “erdem”se bile- çok az takdir gerektiren bir erdem olduğunu düşünme eğilimindedir. Bunun bir nedeni insanların genellikle “pozitif” tutuma “negatif” tutumdan daha fazla değer biçmeleri ise; bir diğer nedeni de, hoşgörünün insanlar ve ahlâkî pratikler veya kültürler arasında ahlâkî bir hiyerarşi ima ettiğinin zannedilmesidir. Çoğu insan güce başvurmamaktan daha fazlasını gerektirmeyen “hoşgörü” tutumunda takdir edilecek pek bir şey görmez. Onlara göre, “bir şey yapmak” her durumda “bir şey yapmamak”tan daha değerlidir. Oysa, bu her zaman doğru değildir. Nitekim, hoşgörü örneğinde, zora başvurmaktan kaçınmak, bu tutumun kendi başına ahlâkî değeri bir yana, kendisine karşı bu yola başvurulmayan kişi veya gruba kendi yolunu kendisinin çizmesi için yer bırakmaktır. Öte yandan, başkaları için “bir şeyler yapma”nın her zaman onların iyiliğine hizmet etmekle sonuçlanacağının da bir garantisi yoktur. Aslında hoşgörü tam da bu iddiasızlığı yüzünden toplumda barış içinde bir arada var olma açısından son derece işlevseldir. Hoşgörü, meselâ özerklik gibi, aşırı iddialı veya talepkâr olmayan bir değerdir; farklı inanç ve değerlere sahip olan başkalarına müdahale etmekten kaçınmayı yeterli görür. Böylece rasyonel iknaya yer bırakır. Ayrıca, isteyen kişi veya grubun farklılık karşısında bu asgarî gerekliliğin ötesine geçen tutum almasını da engellemez. İsteyenin “tanıma” ve/veya “dayanışma” yolunu seçmesi kendi takdirine kalmıştır. Öte yandan, hoşgörü ile ahlâkî hiyerarşi arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Hoşgörünün ana fikri başkalarına “yukarıdan bakma” değil, fakat onaylamadığınız bir görüşe baskı uygulamaktan bilinçli ve ilkeli olarak kaçınma iradesidir. Bu, özellikle elinde güç olanın veya daha güçlü olanın kolayca başarabileceği bir şey olmadığı için, hiç de küçümsenmeyi hak etmez. Hoşgörü “farklı” görüşü onaylamayı veya takdir etmeyi gerektirmese de, farklı kanaat veya görüşe sahip olmanın herkesin hakkı olduğunu tanımak anlamında ona saygı göstermeyi ima eder.
IV. SİYASÎ BİRLİĞİN ORTAK İLKESİ: ADALET
Adalet insanoğlunun hem zaman hem de mekân bakımından evrensel kabule mazhar olmuş olan temel değerlerinden biridir. Her zaman aynı anlamda kullanılmasa da gelmiş-geçmiş hemen hemen bütün toplumlar adalete öncelikli ve üstün değer vermişlerdir. Eski Romalılar “Dünya yıkılsa da adalet yerini bulsun” diyorlardı, bizim mensup olduğumuz kültürel havzada ise “Adalet mülkün temelidir” denir. Adalet bir lütuf veya hayırhahlık meselesi değildir, adalet yükümlülük yükler. Onun için, özgür bir toplum olarak bir arada yaşamayı seçen insanların hem bu toplumun genel kurumlarından hem de mensup oldukları alt gruplardan kendilerine adaletle muamele edilmesini istemeye hakları vardır. Adalet kısaca herkese hakkı olanı veya hak ettiğini vermek demektir. İnsanların hak ettikleri şeylerin ise hem usule hem de esasa ilişkin bir yanı vardır. “İnsan hakları” usule ve esasa ilişkin adaletin en özlü anlatımı olarak görülebilir. Adaletin zulmün karşıtı olarak görülmesi de aynı anlayışın asgarî gereğini ifade eder. Çünkü, zulüm yöneten otoritenin yönetilenlerin haklarını tanımaması ve hatta onlara tecavüz etmesi demektir. İktidar sahiplerinin yönetilenler arasında haklı bir sebep olmaksızın hakları ve meşru çıkarları bakımından ayrım yapması da zulüm kavramına dahildir. Öyleyse adalet bir yandan zulmün olmaması, öbür yandan bireylere yerine göre “insanlar”, “kişiler” ve “yurttaşlar” olarak hak ettiklerinin verilmesidir. Bu duruma göre, özgürlük ve insan hakları kendi başına değerli olmanın yanında, bir adalet gereği olarak da ortaya çıkmaktadır. Hak etme meselesine gelince, bireyler, duruma göre, ya tazmin-telâfiyi hak ederler (düzeltici adalet), ya da bir avantaj veya yararın teminini (dağıtıcı adalet). Tazmin veya telâfi bir haksız fiilden zarar gören veya bir suçtan mağdur olan kişinin hak ettiği olarak, uğradığı zararın karşılanmasıdır. Yarar veya avantaj temini anlamında (dağıtıcı) adalet ise bir sözleşmenin taraflarının, ortak bir değerin üretimine katılanların ve kendi kusuru olmaksızın hayatını idame ettiremeyenlerin hak ettiği şeydir. Kısaca, adalete dayanmayan bir ortak-varoluş veya birlikte-yaşama ne mümkün ne de insanîdir. Onun için adalet sadece genel toplumun değil dinî veya kültürel grupların da hem birbirlerine hem de kendi üyelerine borçlu oldukları şeydir.