Bir Zamanlar Hollywood’da ya da Yeni Bir Tarih Arayışı
Yönetmen Quentin Tarantino
Yapım yılı: 2019
Süre: 2 saat 41 dakika
Tarihçilerin ihmal etmedikleri rutinlerinden birisi de en küçük bir tarihsel yanlıştan ötürü tarihi filmleri beğenmeyip, acımasızca eleştirmeleridir. Tarihçilerden tarihi filmleri yerden yere vurması ama aynı zamanda film eleştirmenliğinin dışında kalması beklenir hep. Bu tavır, sinema filmleri ile belgeseller arasındaki farkın hala anlaşılmadığını düşündürüyor bana. Zira filmlerin ve özellikle de tarihsel filmlerin asıl hedefi nesnel bir tarih anlatısı kurmaktan ziyade bir görüşün, ideolojinin veya konjonktürel olayların tarih teması kullanılarak anlatılması veya içerisinde gizlenmesidir çoğunlukla. Belgeseller bunu açıkça söylerken filmler alttan alta yapar ve filmlerin belgesellerden farklı olarak bir nesnellik iddiası da yoktur. Bu husus akılda tutularak ana-akım sinemanın yeni başyapıtlarından birisi olmaya aday Bir Zamanlar Hollywood’da filmini selamlamak gerekiyor. Quentin Tarantino, Soysuzlar Çetesi filminden sonra tarihsel olay döngüsünü kırarak yeni bir tarih kuruyor tekrar. Amerikalı yönetmen, bu filminde de olmasını hep istediğimiz, içimizde ukde kalan şeyleri olaylaştırarak bize yine alternatif tarih anlatısı sunuyor. Soysuzlar Çetesi’nde, Fransa’da bir film galasında öldürülüp yakılan Hitler’in yerini, Bir Zamanlar Hollywood’da filminde, 1969 Amerika’sında bir katliamdan kurtulan insanlar alıyor.
Peki sinemanın özü nedir? Teknik özellikleriyle öne çıkmış bir eğlence aracı mı yoksa alt-metinleriyle yoruma açık olan entelektüel bir keyif aracı mı? Fransız film kuramcısı André Bazin’in “sinemanın özü, kendisinden önce gelir” ifadesinden hareketle ben, sinemanın özünü bir eğlence aracı olarak tarif eden görüşe daha yakınım. Sinema eleştirmenleri, Hollywood sinemasının ve bilhassa Tarantino sinemasının “sanat sineması” kıstaslarına uymaması, insana dair bir yenilik katmamasından dolayı sıklıkla eleştirirler. Avrupa sinema geleneğinin ilham verdiği bu eleştiriler, Tarantino filmlerinin alt-metinlere sahip olmadığını, felsefi ve sosyolojik açılımlara kapalı olduğunu dile getirirler. Fakat sinemanın sanatsallığı veya sinemanın bizatihi kendisi arasındaki tartışmada ontolojik bir uzlaşıya henüz varılmış değildir. Eleştiri kanonun başını çeken Bazin, sinemanın doğuşundan 1950’li yıllara gelişine kadar olan süreyi ve tecrübeyi esas alarak özüne odaklanış ve çıkış noktasının seyirlik bir eğlence olduğunu ima etmiştir. Her ne kadar Bazin artık sinemanın böyle bir yapıda değil de yeni anlatım türleriyle ilişkilendirilmesini önerse de, Tarantino filmlerinin sinefil kaygılara sahip bir seyirlik eğlence sineması olma vasfıyla aslında bir sinema olduğu görüşündeyim.
Quentin Tarantino artık yeni bir yönelim olan klasik Hollywood’a dönüş merkezli nostaljik bir film ortaya koyuyor. Bu, üçüncü dünya sinemasında da uygulanan bir metot. Türkiye’den örnek verecek olursak Cem Yılmaz’ın son filmlerinde yaptığı şey, tam da bu yönelime, çocuklukta izlenen filmleri ve oyuncuları yeniden canlandırma işine, Walter Benjamin’in tabiriyle yeniden üretmeye denk düşüyor. Bu üretim sadece sinemanın değil, tarihin de yeniden üretimi olarak karşımıza çıkıyor ve hem sinemanın hem de tarihin birbirlerine söyleyecek çok şeyleri olduğunu ortaya koyuyor. Sinema, tarihi olguları alt üst ederek alternatif bir tarih patikasına pekala kapı aralayabilir. Keşke hiç yaşanmasaydı denilen ve tarihin ilerleyişi içerisinde gözden kaçırılan tarihi olay ve olguları gün yüzüne çıkararak yeniden tartışılmasına zemin hazırlayabilir sinema. Örneğin 60’lı yıllarda televizyon ve sinema ikilemi şu an olduğundan çok daha revaçta ve hararetli bir yapıdaydı. Günümüzde bir sinema filmini televizyon, tablet, bilgisayardan ve hatta telefon gibi cihazlardan seyretmek hiç garipsenecek bir eylem değilken, sinemanın kolektif yapısı 2000’li yıllara kadar üretimde ve tüketimde esas olan yapıydı. Şu an için sinema bireysel olarak tüketilebilir bir yapıda olduğundan Tarantino’nun filmde işlediği televizyon yıldızı, fenomeni olma olgusunu anlamamız eğer yönetmenin akranı değilsek gayet zordur. Çünkü sinemanın evlerde izlenebilir bir hale gelmesi çok yeni bir olgudur. Sinema uzunca bir süre -yani neredeyse yüz yıldır- tümüyle kolektif bir eylemdi. Hala devam eden filmin üretiminin kolektifliğinin yanında, filmin seyredilmesi de kolektif bir eylemdi. İnsanlar bunun için sinemateklere gidiyor, sinemateklerin gösterdiği film dizilerini izliyor ve festivallere daha sık katılıyorlardı. Tarantino’nun Bir Zamanlar Hollywood’da filmi, sinemanın iki yönünün de kolektif bir faillikle icra edildiği zamanları anlatmaktadır.
İşte modernite ve post-modernitenin sinemadaki izdüşümleri arasındaki temel ayrımlarından birisi de burada belirir. İtalyan yeni gerçekçilik sineması, tarihi olayları tutarlı bir anlatısal düzlemde, gerçeği kurgulaştırarak beyaz perdeye aktarmıştı. Bu akımın öncülerinden Roberto Rossellini’nin, II. Dünya Savaşı sonrasının katastrof Avrupa’sına dair belge niteliğindeki filmleri, sinemada modern üslubun tarihe olan bakışını en iyi yansıtan örneklerden biridir. Örneğin, Almanya: Sıfır Yılı filminde Rossellini, basit bir aile hikayesinden yola çıkarak savaş sonrasının tarihsel gerçekliğini epik bir anlatımla seyirciye sunmuştur. Oysa post-modern sinemanın anlatı diliyle filmler çeken -özellikle ilk filmlerinde de bu dile katkı veren- Tarantino tarihi yapısökümüne uğratır, zamansal sıçrayışları bozar ve tarihin akışını değiştirir.
Bir Zamanlar Hollywood’da filmine dönecek olursak 1969 Hollywood’unda artık eski aktörlük ve sinema bitmiş; televizyon dizilerinin ortaya çıkışı oyuncuları ikiye bölmüştür. Bir sinema aktörünün televizyon dizilerinde yaşadığı altın çağ sonrası sinemaya dönüşü, eskimiş bir imajın, kendini yenileyememenin trajedisini sunar. Leonardo Di Caprio’nun canlandırdığı Rick Dalton karakteri işte bu trajik Hollywood karakteridir. Kariyer sallantıları içerisinde yeni bir çıkış yolu aramaktadır. Brad Pitt’in canlandırdığı Cliff Booth ise daha orijinal bir karakterdir. Kendisi Dalton’ın dublörüdür. Di Caprio’nun karakteri daha önce defalarca işlenmiş olan kariyeri çıkmaza girmiş bir aktördür. Oysa Cliff Booth, Dalton’a nazaran daha başarılı, daha maskülen ve filmin kurtarıcı karakteridir. Tarantino bu karakter üzerinden tam bir Hollywood Amerikalısı tasvirisi sunuyor. Konuşmaktan anlamayan, kolay sinirlenen, ot içen ve libidinal enerji sahibi bir karakter. Ancak onu tam bir Amerikalı yapan esas şey, resmi ideoloji-pratik bilinç dikotomisinin en keskin uçlarında oluşudur. Gündüzleri dublörlüğünü yaptığı Dalton’ladır. Onun lüks arabasını kullanır, lüks içkiler tüketir yani her anlamda lüks bir gösteri düzeni içerisindedir. Oysa akşam olduğunda, kendi külüstür arabasına biner ve evine daha doğrusu karavanına gider. Bu çok kötü bir hayattır. Cliff Booth karakteri üzerinden 60’ların sonu 70’lerin başındaki Hippi dünyasını da konu olarak işler film. Tarantino, Hippilerden nefret eder ve bu yüzden onlar üzerinden yaptığı anlatım fazlasıyla pejoratif unsurlarla doludur. Hippiler, yani çalışmayıp başkalarının özel mülkiyetlerine çöreklenen asalak taşralı gençler. Çoğunun ismi cinsel aşağılama üzerine konulmuştur. Filmdeki önemli aksiyon vari sahnelerden birisi de Hippi bir gencin Booth tarafından dövülmesidir.
Film özünde dağınık bir yapıya sahiptir. Filmde ara ara gösterilen Sharon Tate ise (Margot Robbie) hikâyenin bağlanacağı karakterdir. Sharon Tate, 60’ların sonunda Hollywood’da önemli bir çıkış yapmış olan Roman Polanski’nin eşidir ve 8.5 aylık hamiledir. 1968 yılında Roman Polanski, Rosemary’nin Bebeği adında, okült unsurlar içeren bir korku-gerilim filmi çekmiş ve dünyada büyük bir yankı uyandırmıştır. Sıkıntılı bir çocukluk evresi geçirmiş, çeşitli suçlara karışmış bir kimse olan Charles Manson ise kendi mesiyanik cinayetlerinin yeni kurbanı olarak Roman Polanski’yi seçmiş ve takipçilerini Polanski’nin evine yollamıştır. İşte olayın koptuğu yer tam da burasıdır. Polanski, Londra’da bir gezidedir ve evinde eşi Tate ile arkadaşları bulunmaktadır. Manson’ın takipçileri Polanski’nin evine girip kan dondurucu bir vahşete imza atarlar. Bu vahşet, o dönemi yaşayan Tarantino için unutulmaz bir trajedi ve acı kaynağıdır. Bu yüzden filmde Manson’ın takipçileri, Polanski’nin evine giderken Rick Dalton’a rastlarlar ve onu da öldürmeleri gerektiğini düşünürler. O sırada Cliff Booth da evdedir. Tarantino sinemasına aşina olanların her zaman beklediği vahşet sahnesi burada ortaya çıkar ve climax yaşanır. Bu sefer Manson’ın takipçileri o evde vahşice katledilir. Filmin tarihsel kırılma olarak bahsettiğim gerçekliği bu paragrafta özetlediğim sahnelerde ortaya çıkıyor.
Bir Zamanlar Hollywood’da filminin tarihsellik ve zamansallıkla ilişkisi post-modern sinema diliyle işte bu şekilde aktarılıyor. Tabii ki bunu yaparken yüzlerce gönderme ve farklı konuları işliyor Tarantino çünkü O’nun sineması alt-metin ihtiva etmez, post-modern sinematik anlatının getirdiği yöntemleri kullanarak alt-metni göstermeye iter.