Toplumların hayatında kurumların vazgeçilmez bir yeri vardır, kurumlar toplum hayatının şekillenmesinde ve işleyişinde önemli bir rol oynarlar. Bireylerin kendi barışçı amaçlarını gerçekleştirmelerinin zeminini oluşturan kurumlar bir toplumun ortak hedeflerine ulaşmasının da temel araçlarıdırlar.
Kurumlardan söz etmeye başlamışken, konuşma dilinde yaygın olan -ama akademik literatürde bile tamamen kaçınılamayan- bir yanlış anlamayı düzeltmek gerekiyor. Bizde ‘’kurum’’ deyince, genellikle, belli bir kamusal görev veya işlevi yerine getirmek üzere amaçlayarak ‘’kurulmuş olan’’ ve binalar ve görevliler ile görünür fiziksel varlığa sahip olan organizasyonlar akla gelmektedir. Oysa bu gibi organizasyonlar sırf ‘’kurulmuş’’ oldukları için kurum değildirler. Bunlara doğru anlamda kurum denebilmesi için tanımlanabilir belirli bir işlevle temayüz etmiş olmaları ve bu işleve özgü yerleşik kural ve usullere sahip bulunmaları gerekir.
Fakat bir de herhangi bir irade tarafından belli bir anda ‘’kurulmuş’’ olmayıp toplumsal evrim veya gelişmenin sonucunda ortaya çıkmış olan ve zaman içinde belirli bir işlevle ve ona uygun kural ve usullerle özdeşleşmiş olan toplumsal kurumlar vardır ki bunlar genellikle fiziksel bir yapıyı çağrıştırmazlar. Asıl -yani sosyolojik anlamda- kurum bu kendiliğinden doğan sosyolojik fenomenlerdir. Bunlar kendilerine özgü ilişki biçimleri, kurallar ve usullerden oluşan yerleşik kültürel pratikler olarak nitelenebilirler; aile, dil, hukuk, mülkiyet ve piyasalar gibi.
Bu kurumlar, İskoç Aydınlanmacılarının deyimiyle, ‘’insanî tasarımın değil de insan eyleminin sonucu’’ olarak evrimsel bir şekilde ortaya çıkmışlardır. En başta toplumun kendisi bu anlamda bir kurumdur; yani toplum herhangi bir irade tarafından bilinçli olarak yaratılmış olmayan (esasen yaratılması da mümkün olmayan) ana kurumdur.
Günümüzün önde gelen klasik liberal siyaset filozoflarından David Schmidtz iki meslektaşıyla birlikte yayına hazırladıkları Routledge Handbook of Libertarianism (2018) adlı eserin Giriş bölümünde şöyle yazıyorlar:
‘’Eğer bir kurum bizim [toplum olarak] barış ve refah içinde bir arada yaşamamıza yardım etmekte başarısız oluyorsa, daha iyi bir araç aramanın zamanıdır. İyi kurumlar sembolize ettikleri şey veya onları yapmış olan[lar] nedeniyle değil, barış ve refah içinde bir arada yaşamamıza yardım ettikleri için iyidirler.’’
Bu pasajın temel fikri, kurumların kendi başına bir değerinin olmadığı, onları değerli veya değersiz yapanın, hizmet etmek için var oldukları amaçların gerçekleşmesine katkı yapıp yapmadıklarıdır. Bir toplumsal kurum kendinden beklenen işlevi başarılı bir şekilde yerine getirdiği ölçüde değerlidir. Onun için yazarlar diyorlar ki, kurum ‘’işe yaramıyor’’, yani toplumun amaçlarına gereğince hizmet etmiyorsa o zaman onu değiştirmek ve amaca daha uygun başka bir kurum yaratmak gerekir.
Tabiî bu tavsiye daha çok bilinçli tasarımın sonucu olan kurumlar için geçerlidir. Buna karşılık evrimsel gelişmenin ürünü olan kurumlar öyle ‘’ha deyince’’ varlığına son verilebilecek ve son verilmesi gereken şeyler değildir. Bunlarla ilgili olarak, daha ziyade, yeni durum ve şartlara intibaklarına yardımcı olmak üzere işlevlerine zarar vermeyecek şekilde ve kendi iç mantıklarına uygun kısmî ve tedricî değişiklikler yapmak söz konusu olabilir.
Peki toplumsal kurumların hizmet etmeleri gereken amaçlar nelerdir?… Bu amaçlar her bir kurumun özel konumuna bağlı olarak değişkenlik gösterebilirse de, Schmidtz ve arkadaşlarının belirttikleri gibi, hepsinin temel amacı ortaktır: ‘’toplumsal barış’’. Çünkü barış içinde düzenli bir toplumsal hayat teessüs etmediği sürece, adalet ve refah gibi diğer toplumsal amaçların gerçekleşmesi neredeyse imkânsızdır.
Bu bağlamda ‘’barış’’ derken kastedilen bireyler ve grupların kriminal eylemlerinin yaratabileceği düzensizlik ihtimalinin bertaraf edilmesinden ibaret değildir. Toplumsal barış esas olarak insanlık durumunun ‘’ahlâkî çoğulculuk’’ ve ‘’kültürel farklılık’’ özelliklerinin zorunlu kıldığı bir ihtiyaçtır. Çünkü barış içinde bir arada yaşamayı asıl zorlaştıran, özellikle dinsel ve etnik-kültürel farklılıkların bir ifadesi olan ‘’yüksek amaç çeşitliliği’’nin, bizimkinden farklı amaçları olan grupları düşmanımız olarak görme eğilimiyle birleştiğinde neden olabileceği çatışma potansiyelidir.
Aynı ihtimal, devletin bu farklı kimlikler, dünya görüşleri ve hayat tarzlarından birinden yana tutum alması halinde hatta daha da fazlasıyla varittir. Onun için, Eric Mack’ın uyardığı gibi, toplumsal barış en başta farklı dinsel, ideolojik ve kültürel amaçlardan birinin ‘’ onaylandığına ilişkin olarak belli bir tarafın anlayışı doğrultusunda uygun adım yürünmesini gerektiren’’ bir anlayışa devletin angaje olmamasını gerektirir.
Schmidtz ve meslektaşları aynı yazıda kurumları birer araç olarak değil de kendi başlarına birer amaç olarak görmenin yaratabileceği tehlikeye dikkat çekiyor, özellikle bireyleri kurumların aracı olarak görmenin kurumlar aracılığıyla ulaşılmak istenen sonucun tam tersinin ortaya çıkmasına yol açabileceğine ilişkin empirik bir gözlemde bulunuyorlar: ‘’Dünyaya baktığımızda şu eğilimleri görüyoruz: Bireyleri bizatihi amaçlar olarak, kurumları da bireyleri desteklemek için var olan araçlar olarak gören yerler mutlu, müreffeh ve ileridir. Buna karşılık, kurumları kendi başına amaçlar olarak, bireyleri de kurumlara hizmet eden araçlar olarak gören yerler ise bunun tersidir.”
Özellikle devlet kurumu söz konusu olduğunda bu uyarıyı Türkiye bağlamında daha bir uyanıklıkla dikkate almamız gerekmektedir. Çünkü Türkiye’de sadece devlet seçkinlerinde değil, yönetilenlerin de çoğunda devlet-birey ilişkisine bakış konusunda baskın olan düşünce ve hissiyat maalesef devlete bireyler karşısında kutsanma derecesinde bir üstünlük tanınması yönündedir. Tam da aynı yazarların ifade ettikleri gibi, bizde devlet bireylerin iyiliği (özgürlük ve refahı) için var olan bir kurum olarak değil de bireyler devletin amaçları için birer araç olarak görülmektedirler.
Evet, Türkiye’nin belirtildiği gibi ‘’mutlu, müreffeh ve ileri (gelişmiş)’’ bir ülke olmamasının, olamamasının birincil nedeni tam da bu devletçi felsefedir.
(Diyalog, 23 Şubat 2025)