Darbe Girişimi ve Sistemik Kriz

 

 

Türkiye’de 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden sonra, dört farklı süreç başlatılmıştır. Bu süreçlerden birincisi, darbe suçlularının tespiti ve cezalandırılmasını amaçlamaktadır. İkinci süreç, yakın veya uzak gelecekte bir darbe girişimi olmaması için gerekli tedbirlerin alınması ile ilgilidir. Üçüncü süreç, Türkiye’de siyasi iktidar açısından tehdit olarak görülen muhalif mihrakların etkisiz hale getirilmesidir. Dördüncü süreç ise siyasi iktidarın mevcut anayasal kurallar çerçevesinde gerçekleştiremediği bazı siyasi hedeflerin gerçekleştirilmesidir. Bu yazının amacı bu süreçlerin sistemik bir kriz tehdidi yaratıp yaratmadığını sorgulamaktır. Bu soruya cevap verebilmek için söz konusu dört süreci etkileyen faktörlerin sistemik kriz riski yaratma potansiyelinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Sistemik kriz kavramı, bir bütünün belli bir parçasında yaşanan tahribatın veya bozulmanın, bütünün tamamını krize sürükleyici etkiler yaratmasını ifade etmektedir. Burada sistemik kriz olgusunu, vücudun belli bir organındaki bozukluğun tedavisi için yapılan cerrahi müdahalelerin vücudun tamamının sağlığını tehdit eden sonuçlar yaratması benzetmesi ile de ifade etmek mümkündür. Sistemik risk, bir sistem içinde yer alan bir unsurun değişmesi, tahrip edilmesi veya yok edilmesi halinde bunun sistemin geri kalan kısmı üzerinde yaratacağı olumsuz etkiler çerçevesinde anlam kazanır. Darbe girişimi sonrasında yaşanan dört süreci etkileyen ve sonuç itibariyle bu süreçlerin Türk siyasi ve ekonomik hayatı açısından yarattığı fırsat ve tehditleri belirleyen beş temel faktör vardır. Bunlar: Darbenin baş sorumlusu ve planlayıcısı olarak görülen Gülen Cemaati’nin mahiyeti, darbe girişimi sonrasında yapılan olağanüstü hal rejimi tercihi, OHAL ‘in en ekstrem biçimiyle uygulanması, darbe girişiminin Gezi Parkı olayları ve 17–25 Aralık ile ilişkilendirilmesi ve darbe girişiminin Güneydoğu ve Suriye krizi ile birlikte değerlendirilmesidir. Şüphesiz en büyük sistemik risk tehlikesi, darbenin başarılı olması halinde ortaya çıkacaktı. Çünkü darbeciler karşılarında hem askeri hem de sivil kesimden güçlü bir direniş ile karşılaşacak ve büyük bir olasılıkla Türkiye kanlı ve sonu belli olmayan bir iç savaşa sürüklenmiş olacaktı. Sistemik riskin önlenen darbe girişimi sonrasında ortaya çıkması da olasıdır. Her türlü geniş kapsamlı ve yayılma temayülü olan çatışma, kutuplaşma, ağır ve yaygın mağduriyet, idari, hukuki, askeri kapasite zafiyeti vs. sistemik risk yaratma potansiyeline sahiptir. Burada sistemik risk analizi açısından en önemli hususlardan birisi, darbeden sorumlu tutulan ve bu nedenle FETÖ olarak adlandırılan Gülen Cemaati’nin gücü, etki alanı ve sahip olduğu ilişkiler ağının genişliğidir. Gülen Cemaati’nin devlet içinde özellikle yargıda, emniyette ve orduda güçlü bir yapı oluşturduğu, medyada, eğitimde, sosyal yardımlarda ve belli sanayi dallarında güç kazandığı, tüm dünyada etkili bir okullar şebekesine ve ilişkiler ağına sahip olduğu, iktidar partisi ile özellikle Ergenekon davası sürecinde sıkı bir işbirliği yaptığı ve oldukça sadık ve geniş bir tabana sahip olduğu hususlarında genel bir mutabakat vardır. Diğer taraftan Cemaati motive eden belli bir inanç sistemi söz konusudur. Nihayet Cemaati’n şeffaf olmayan aysberg tipi bir yapılanmaya ve görünmeyen bir etki ağına ve alanına sahip olduğu bilinmektedir. Bu hususlar, Cemaat ’in etkisizleştirilmesi sürecinin sistemik bir risk yaratma potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir. Buna ilaveten Cemaat ‘in CIA ile ilişkili olduğu, ABD de güçlü bir lobiye ve sivil toplum tabanına sahip olduğu, ayrıca Batının ılımlı İslam projesinin bir parçası olduğu iddialarının doğrulanması potansiyel riski arttırabilecek hususlardır. Sistemik kriz tehlikesi, belli bir sorunun çözümü için başvurulan yöntemlerin mahiyeti ile de yakından ilişkilidir. Bu açıdan bakıldığında özgürlükçü demokratik sistem ve hukukun üstünlüğü ilkeleri çerçevesinde sorunları çözme, sistemik kriz tehdidini minimuma indirebilecek etkilere sahiptir. Darbe girişimi sonrasında siyasi iktidar yukarıda belirtilen süreçleri yönetmek için bir anlamda demokratik rejimi ve hukukun üstünlüğü ilkesini rafa kaldıran OHAL rejimini tercih etmiştir . Bu tercih darbe sonrasında tüm siyasi partilerin darbeyi lanetlemiş olmasına ve ana muhalefet partisinin darbecilerin cezalandırılması ve darbe tehlikesinin önlenmesi konusunda siyasi iktidara tam destek vereceğini açıklamasına rağmen yapılmıştır. OHAL ‘in tercihindeki temel argüman, darbenin baş sorumlusu olarak görülen ve bir terör örgütü olarak nitelendirilen Gülen Cemaati’nin, dış desteğe sahip, devlet içinde dışında ve dış dünyada çok güçlü olan tehlikeli bir örgüt olduğu argümanıdır. OHAL rejimi siyasi iktidara yukarıda belirtilen dört süreçte de önemli imkanlar sağlamıştır. İlk olarak olağanüstü hal rejimi darbe girişimi yapanların kapsamının nasıl belirleneceği ve bunların nasıl cezalandırılacağı konusunda idareye olağanüstü yetkiler vermiş ve siyasi iktidar, yargıyı ikinci plana atarak fiilen kimlerin darbeye katıldığını ve destek verdiğini en geniş şekilde tek başına belirleme imkanına kavuşmuştur. İkinci olarak OHAL siyasi iktidara yeni darbe tehdidini önleme amacını TBMM’yi devre dışında tutarak kendi anlayışına göre şekillendirme imkanını vermiştir. Üçüncü olarak siyasi iktidar OHAL’in verdiği yetkilere dayanarak, Anayasanın ve uluslar arası sözleşmelerin temel ilkelerini ve insan haklarını ihlal ederek her türlü muhalefeti etkisiz hale getirme imkanını elde etmiştir Nihayet OHAL rejimi siyasi iktidara o zamana kadar mevcut yasalar ve Anayasanın getirdiği kısıtlamalar nedeniyle gerçekleştiremediği siyasi ve ideolojik hedeflerini sıfır denetim ile gerçekleştirme imkanını yaratmıştır. Bu çerçevede OHAL cazibesinin siyasi iktidarı sistemik riskleri büyültecek adımlar atmaya itmesi söz konusu olmuştur. OHAL çerçevesinde yapılan hızlı ve katı kitle müdahalelerinin çeşitli insan hakları ihlalleri ve mağduriyetler yaratarak mağdur kitlesini genişletmesi ve yapılan mücadeleye kamu oyu ve dış dünya desteğini azaltıcı etkiler yaratması söz konusudur. OHAL rejimi çerçevesinde kitlesel operasyonların yapılmasının (kitlesel tutuklamalar, işten atmalar, mala el koymalar, TV radyo kapatmaları vs.). orduda, idarede, yargıda eğitimde vs. boşluklar, güvensizlik ve zafiyet yaratarak, sistemik kriz tehlikesini arttırıcı etkiler yaratması da kaçınılmazdır. Darbe sonrasında OHAL’ in ekstrem biçimiyle ve anayasanın çizdiği sınırlar zorlanarak uygulanması bizatihi OHAL ilanından bağımsız olarak değerlendirilmesi gereken bir husustur. Çünkü örneğin Fransa’da da terör tehdidine karşı OHAL rejimi kabul edilmiş ve süresi de uzatılmıştır. Ancak Fransa’daki OHAL rejimi ile Türkiye’deki arasında çok önemli farklar vardır. Bu farklardan birincisi, Türkiye’de suçluların ve cezaların tespitinde idarenin büyük yetkilerle donatılması ve bu kapsamda yargının ikinci plana atılması veya marjinalleştirilmesidir. Fransız OHAL’ i ile ikinci fark, kanun hükmünde kararnamelerin (KHK) Meclisi devre dışı bırakacak biçimde çok kapsamlı bir biçimde uygulanmasıdır. Öyle ki KHK ile olağanüstü hal dönemi bittikten sonra da geçerli olacak şekilde kanunlarda değişiklikler yapılmıştır. Üçüncü önemli fark OHAL çerçevesinde gözaltı ve tutuklama süreçlerinde ciddi ve kapsamlı insan hakları ihlallerinin yapılması ve bu ihlallere duyarsız kalınacağının en yetkili ağızlardan açıklanmasıdır. Şüphesiz Türkiye’nin yaşadığı tehdit Fransa’nın yaşadığından çok farklıdır. Ancak ekstrem OHAL’in tüm bu özelliklerinin sistemik kriz tehlikesini arttırıcı ve bu riske karşı direnci azaltıcı etkiler yapması da kaçınılmazdır. 15 Temmuz darbe girişiminin 2013 Gezi olayları ve 17–25 Aralık “yolsuzluk operasyonları” ile ilişkilendirilmesi de darbe sonrasında yaşanan gelişmeleri ve sistemik kriz potansiyelini birinci derecede etkilemiştir. İlk olarak siyasi iktidarın her iki olayı da darbe girişimi ve bu olaylara katılanları da darbeci kapsamında değerlendirmesi, darbeye katılımın çok geniş bir perspektifte ele alınmasına neden olmuştur. Diğer taraftan 17–25 Aralık olaylarının darbe olarak nitelendirilmesi o tarihten sonra Gülen Cemaati’ne yönelik olarak kapsamlı etkisizleştirme veya “kökünü kazıma” operasyonunun yapılması imkanını yaratmıştır. Öyle ki, 17–25 Aralıktan sonra ilan edilmemiş kısmi bir olağanüstü hal dönemi yaşanmıştır. Böylece siyasi iktidar 15 Temmuz olayını 17–25 Aralık ile fiilen ilişkilendirmiş ve bu sürecin OHAL kapsamında hızlandırılması ve genişletilmesi imkanını yaratmıştır. 15 Temmuz darbe girişiminin 17–25 Aralık’la ilişkilendirmesi, suçluların tespitinde bir milat olarak da kullanılmak istenmiştir. Bu çerçevede 17–25 Aralık açık bir darbe girişimi olarak kabul edildiği için bu tarihten sonra Gülen Cemaati ile şu veya bu şekilde ilişki kuranların da terör örgütüne yardım ve yataklık etme kapsamında değerlendirilmesi imkanı yaratılmıştır. Diğer taraftan 17–25 Aralık’ın bu bağlamda bir milat olarak kabul edilmesi o zamana kadar cemaatle çok sıkı dayanışma ilişkisi içinde olan siyasi iktidarın da sorumsuzlaştırılmasını sağlamıştır. Bu ilişkilendirmelerde ortaya çıkan temel sorun Hükümetin kamuoyuna intikal etmiş bazı delillere rağmen yolsuzluk iddialarının aklanması konusunda isteksiz ve engelleyici bir yaklaşım benimsemesi olmuştur. Bu durum özellikle 17–25 Aralık operasyonuna karşı alınacak tedbirler konusunda mutabakatı güçleştiren ve kutuplaşmayı teşvik eden etkiler yaratarak sistemik kriz olasılığını arttırıcı etkiler yaratmıştır. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yaşanan gelişmeleri ve sistemik kriz olasılığını etkileyen bir diğer husus da darbenin Güneydoğu ve Suriye‘de yaşanan sorunlarla ilişkilendirilmek istenmesidir. Bu çerçevede siyasi iktidar yanlısı medya ısrarla PKK, İŞİD ve FETÖ arasında ortak hareket etme konusunda bir anlaşma olduğu iddiasını doğrulayacak argümanlar oluşturmaya çalışmıştır. Bu bağlamda Rus uçağının düşürülmesinden Uludere katliamına, çözüm sürecinin bozulmasından kentlerdeki silahlı kalkışmanın desteklenmesine kadar çeşitli olaylar “FETÖ” ye fatura edilmiştir. Bu yaklaşım barış bildirisine imza koyan öğretim üyelerinin işinden atılmasında etkili olmuştur. Bu durum, bir yandan mücadele kapsamındaki kitleyi genişletirken diğer yandan kamu oyunun cezalandırma süreçlerindeki haksızlıklara karşı duyarlılığını azaltarak, hükümetin suçsuzluk karinesi, adil yargılanma hakkı, işkence yasağı gibi konularda daha “rahat” davranması imkanını yaratmıştır. Bu yaklaşımlar ise kitlesel boyutlar kazandığında sistemik kriz riskini arttırıcı etkiler yaratma potansiyeline sahiptir. Darbe girişiminin yapılış tarzı da sistemik risk tehdidini arttırıcı etkilere sahiptir. Şüphesiz darbenin kanlı bir biçimde gerçekleşmesi, darbenin engellenmesinde istihbaratın ve güvenlik güçlerinin etkili olamamasına karşılık sivil direnişin önemli ve etkili bir rol oynaması ve bu arada TBMM’ nin bombalanması gibi olaylar, darbe sonrasında hukuk devleti ve insan haklarından uzaklaşmayı kolaylaştırıcı ve bu şekilde sistemik risk tehdidini arttırıcı etkiler yaratmıştır. Yukarıdaki tespitler hiçbir şekilde darbe girişimine kalkışanların şiddetle cezalandırılması ve gelecekte darbeleri önleyici tedbirlerin alınması konusunda hareketsiz kalınmasını ima etmemektedir. Burada vurgulanmak istenilen husus bir sorunu çözerken ondan daha büyük bir sorunun yaratılmasından kaçınılmasıdır. O halde yapılması gereken şey, sistemik risk tehlikesini minimuma indirerek bu amaçların gerçekleştirilmesidir. Bunun için de en temel koşullardan birisi basın ve ifade özgürlüğünün titizlikle korunmasıdır. Çünkü sistemik risk yaratan önemli faktörlerden birisi, eksik yanlış veya manipüle edilmiş bilgi ile büyüyen sistemik sorunların göz ardı edilmesidir. Aslında 15 Temmuz öncesinde böyle bir durum yaşanmış ve herkesi şaşırtan bir patlama ortaya çıkmıştır. Basın ve ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğünün, insan haklarının ve demokrasinin varlığının da olmazsa olmazıdır. Şüphesiz, Türkiye iç ve dış şoklara karşı dirençli, güçlü bir ülkedir. Ancak Türkiye, aynı anda çok büyük sorunlarla mücadele eden, idaresi, yargısı ve özellikle de ordusu ağır tahribata uğramış bir ülkedir. Bundan da ötesi, darbe girişimi sonrasında kısmi bir mutabakat sağlasa da Türkiye, etnik, dini, kültürel hassasiyetleri ve kutuplaşma eğilimleri çok yüksek olan bir ülkedir. Bu çerçevede demokrasiyi muhafaza ve geliştirme amacıyla büyük tehditlere karşı yapılacak mücadelelerin sistemik riskler gözetilerek yürütülmesi gerekmektedir. Bugüne kadar böyle bir hassasiyetin sergilenmesi bir tarafa “yangına körükle gidildiği” izlenimi uyandıran gelişmeler, sistemik riskleri arttırmaya ve tetiklemeye devam etmektedir. Basın özgürlüğünün sınırlı olması nedeniyle yaşanılan gizli krizin yarattığı tahribatın sonuçlarının daha sonra su yüzüne çıkması mümkündür. Bu gizli krizin en muhtemel sonucu geniş kitlelerin Türkiye’nin geleceğine güvenini kaybetmesidir.

Shares:

Okumaya Devam Edin