Üç ay kadar önceki bir facebook paylaşımımda şöyle yazmıştım: ‘’İster dindar isterse lâik olsunlar, ‘kesin inançlılar’ (true believers) kendi inancının ’kesin olarak doğru’, hatta ’yegâne doğru’ olduğuna inananlar değil, aynı zamanda kendi doğrusunun başkaları için de zorunlu doğru olduğuna inananlardır.’’

Bu zihniyete, daha bildik bir terimle, bağnazlık da diyebilirsiniz.

Bugün tam da böyle bir olaydan söz edeceğim. Medyada yer alan bir habere göre, Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesindeki bir Anadolu Lisesinde Alevi öğrencilere namaz kılmaları için baskı yapıldığı iddiasıyla öğrencilerin aileleri şikâyette bulunmuş; hatta veliler suç duyurusu da yapmışlar. Tahmin edebileceğiniz gibi, ilçenin kaymakamı da iddiaları reddetmiş.

Hemen uyarayım: Siz bakmayın haberde ‘’iddia’’dan söz edilmesine, emin olunuz ki olay doğrudur. Çünkü, bunun ‘’Türk millî eğitimi’’nin ilk vukuatı olmadığını iyi biliyorum. Ayrıca, suç duyurusundan bir sonuç çıkmayacağından da adım gibi eminim. Çünkü, bu diyarda bağnazlık veya kesin inançlılık kısmî veya arızî bir durum değil, olağan bir resmî tutumdur. Türkiye’nin bugünkü şartlarında bunun arkasında belli ki dinî sâikler var, ama bu, yarın-birgün ‘’lâik’’ bağnazlık örnekleriyle karşılaşmayacağımız anlamına gelmiyor. Tecrübeyle sabit.

Aslına bakılırsa, öğrencilere zorla namaz kıldırılmasına sadece Alevilerin itiraz etmesi ve Sünnî velilerin bu konuda sessiz kalmaları da tuhaf. Evet, uluslararası insan hakları hukuku öğrencilerin ebeveynlerinin dinî inançlarına aykırı bir eğitim-öğretime zorlanamayacaklarını buyuruyor. Bu veri, Alevi ana-babalara Türkiye’deki uygulamaya karşı çıkma hakkı veriyor. Ama mesele sadece bu değil ki… Çünkü, çocuklara zorla namaz kıldırılması aynı zamanda açık bir özgürlük ihlâli olduğu gibi, pedagojik olarak da bunun akıllıca bir yöntem olmadığı açıktır.

Daha temelde, bu uygulama anayasal-hukukî bakımdan da sorunlu. Nitekim, hatalı bir düzenleme mantığı içinde de olsa, T.C. Anayasasının (m. 24/4) zorunlu kıldığı ders belli bir ‘’din(in) eğitimi’’ dersi değil, ‘’din kültürü ve ahlâk öğretimi’’ dersidir. Bu demektir ki, Anayasanın öngördüğü ders açıkça bir kültür dersidir ve dolayısıyla öğrencileri belli bir din doğrultusunda eğitmeyi değil, onlara din fenomeni ve genel olarak dinler hakkında bilgi vermeyi amaçlaması gerekir. Onun için, bu dersin amacına uygun ve demokratik toplum anlayışıyla bağdaşır biçimde işlemesi için davranış eğitimi şeklinde yapılmaması ve -Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin müteaddit defalar belirttiği gibi- müfredatının ‘’objektif, eleştirel ve çoğulcu’’ olması şarttır.

Heyhat, Türk millî eğitim sistemi şimdiye kadar bu konuda sadece -ulusal kanunların üstünde bağlayıcılığa sahip olan- AİHM kararlarına değil, bizatihi Anayasa’nın 24. maddesinin gereklerine de uymamakta direnebilmiştir. Bu da çok tuhaf görünmektedir. Çünkü, TBMM bile AİHM kararlarının gereğinin yerine getirilmesine imkân vermek için gerektiğinde kanun değişikliği yapmakla kendisini görevli addederken, Millî Eğitim’in esas olarak öğretmenlerden oluşan bürokrasisi bu direnci göstermeyi nasılsa başarabiliyor!…

Evet, bütün bunların bir anlamı, AKP bürokrasisinin, emri altında bulunduğu siyasî yönetim gibi, kendi inancının herkes için doğru olduğundan emin olan ‘’kesin inançlılar’’dan oluştuğudur. Ama bu, meselenin sadece bir yönüdür. Evet, bugünkü durumdan ‘’dinci AKP’’ yönetimi sorumlu olsa da, karşı karşıya olduğumuz sorun bu dönemle sınırlı olmadığı için, bunu sadece AKP’nin dinciliğine bağlayamayız.

Aslına bakılırsa, bu sorun seküler olanı ve muhafazakârıyla devlet seçkinlerinin bakış açısından kaynaklanmaktadır. Bu anlayışa göre, bu mesele en temelde Türkiye’nin kimlik sorunuyla ilgilidir. Yani, devlet seçkinleri Türkiye’nin ‘’Sünnî kimliği’’ni her ne pahasına olursa olsun korumakta kararlı görünmektedirler, çünkü onların nazarında bu Türkiye için bir güvenlik meselesidir. Başka bir ifadeyle, resmî Anayasasından devletin dininin İslam olduğu ta 1928’de kaldırılmış ve 1937’den itibaren devlet resmen laik olarak tanımlanıyor olsa da, devlet seçkinlerinin asıl itibar ettiği gayrıresmî anayasa Türkiye’nin bir Sünnî İslam devleti olduğunu öngörmektedir.

Onun için, AKP iktidardan gitse de bu sorunun çözüleceğinden emin değilim. Kendi doğrusunu istemeyen başkalarına da dayatma esasına dayanan bu ilkelliği aşmanın yolu, en nihayetinde, yönetenleri ve yönetilenleriyle bütün bir toplumun medenîleşmesinden geçiyor. Bu arada, ‘’hikmeti hükümet’’in yerini ‘’bireyin doğal hakları’’nın ve ‘’insan onuru’’nun alması da, eğer gerçekleşecekse, ancak bu zemin üstünde gerçekleşecektir.

Önceki İçerikTürkiye Barışçılığı Başarabilir Mi?
Sonraki İçerikÇıkış Yok (mu?)
Mustafa Erdoğan
Mustafa Erdoğan lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamladı; 1991’de Doçent, 1997’de Profesör oldu. İdarî yargıda (1983-85), Ankara Üniversitesi (1985-1990), Hacettepe Üniversitesi (1991-2010) ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde (2010-2016) öğretim üyesi olarak çalıştı. Çeşitli tarihlerde Prof. Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki muhtelif üniversiteler ve düşünce kuruluşlarında misafir araştırmacı olarak bulundu. Türkiye Bilimler Akademisi’nin aslî üyesi olan Prof. Erdoğan’ın başlıca eserleri şunlardır: Hukuk ve Adalet (2. b., 2022); Liberal Perspektif (2021), Türk Anayasa Hukuku (2. b., 2019), Anayasa Hukukuna Giriş (2. b., 2019), Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (2018), İnsan Hakları: Teorisi ve Hukuku (5. b., 2018), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (9. b., 2016), Anayasal Demokrasi (12. b., 2015); Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm (2006); Anayasa ve Özgürlük (2002); Demokrasi, Laiklik, Resmî İdeoloji. (2 b., 2000)