Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor

    Bu hafta ele alacağım çalışma on kişilik bir komisyonun, Gulbenkian Komisyonu’nun kaleme aldığı “Sosyal Bilimleri Açın” adlı bir rapor olacak. Bu raporun içeriğine dair bir şeyler söylemeden önce Gulbenkian Komisyonu’nun tam olarak ne olduğu ve kimlerden meydana geldiği hakkında bir giriş yapmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.

   Böyle bir raporun oluşturulması için kurulmuş olan komisyon, adını proje için finansal destek sağladığı Gulbenkian Vakfı’ndan almış. Portekiz merkezli bu vakfın kuruluş amacı ve izlediği yol ise projeden tamamen farklı olduğundan ve ortaya çıkan raporla da bir ilgisi bulunmadığından bu kısma özellikle değinmeyeceğim. Komisyonun başkanı ise, Modern Dünya Sistemi serisi ve Sosyalbilimleri Düşünmemek adlı çalışmaları ile de tanınan, dünyaca ünlü sosyolog Immanuel Wallerstein. Komisyonda yer alan diğer üyeler de sosyal bilimler, doğa bilimleri ve insan bilimleri alanlarında çalışmalar yürüten uzman isimlerden oluşuyor.

   Rapor toplamda dört kısımdan meydana geliyor. İlk kısımda sosyal bilimlerin kuruluş aşamalarına, üniversite yapılarının fonksiyonlarını yitirmeye başladıkları bir zamanda yeniden üretim faaliyetine başlamaları ve adeta canlanmalarına, ardından sosyal bilim alanlarının burada kurumsallaşarak finansal destek sağlamaları sürecine yer veriliyor. İkinci kısımda I. Dünya Savaşı’nın neden olduğu siyasal ve yapısal değişikliklere odaklanılırken, sosyal bilimlerin örgütlenme ve disiplinleşme süreçlerinin tekâmülüne, doğa bilimleri ve sosyal bilimlerde yaşanan değişikliklere ve yapay ayrımların güç dengelerine odaklanılıyor. Üçüncü kısımda sosyal bilimlerin yeni istikametinin nasıl olması gerektiğine yer verilirken, dördüncü yani son kısımda da bu yeniden üretim aşamasının nasıl gerçekleşmesi gerektiği konusundaki izahlar bir araya getirilerek rapor tamamlanıyor.

   İlk kısımda daha çok sosyal bilimlerin kuruluşundan önce doğa bilimlerinin nasıl ortaya çıktığı üzerinde durulmuş. Burada keşif yolculuklarından, ticaret yollarına, iş bölümünün meydana gelmesinden sömürge düzeninin ortaya çıkmasına ve en nihayetinde Batı’nın egemen hale geldiği nihai görülen aşamaya kadar bir dizi gelişme özetlenmiş. Özellikle, doğa biliminin, gökyüzü mekaniğinin incelenmesi ile ortaya çıkışı, deneysel ve ampirik bilgiyi temsil etmesi ile nasıl kendi otoritesini kurduğu üzerinde durularak daha sonra “iki kültür” arasındaki tartışmalara varacak olan meselenin temeline burada geniş bir şekilde yer verilmiş.

   Başlangıçta pratik yarar sağlamadaki üstünlüğü ve “hayali olmayan” bilgiye dayanan teknikleri ile bilginin de tekelini elinde bulunduran doğa bilimleri kuşkusuz üstünlüğünü ilan ediyor. Sosyal bilimlerin bir alternatif olarak belirmesi ya da en azından farklı bir bilgi alanı olarak nevzuhur etmeye başlaması ise üniversiteler sayesinde oluyor. Zaten rapor boyunca sosyal bilim-üniversite ilişkisini açık bir şekilde görmek mümkün. Bu bölümde de özellikle üniversitenin kiliseler ile olan bağını koparması, tarihçilerin, klasik dilcilerin ve ulusal edebiyat uzmanlarının üniversiteleri canlandırmak üzere giriştikleri çabayı görüyoruz. Zira burada vurgulanan asıl mesele, sosyal bilimcilerin akademik çalışmaları adına devlet desteği sağlayabilme gayretleri oluyor. Hatta bu amaç uğruna doğa bilimlerini de üniversitelere çekerek onların olumlu izlenimlerinden faydalanmak istemeleri bir sonraki bölümde görülecek tartışmaların temelini teşkil etmesi bakımından oldukça önemli.

   Bilginin disiplinlere ayrılması, meslekleşme süreci, Fransız devriminin yarattığı kültürel altüst oluş, zamanla sosyal bilimlere duyulan ihtiyacın artması, sosyal bilimlerin doğa bilimleri karşısında kendi otoritesini kazanması, doğu bilimleri ve antropolojinin ortaya çıkışı gibi konulara da değindikten sonra ikinci bölümde artık disiplinleşme süreçlerini tamamlamış olan sosyal bilimlerin girdiği kalıp tartışmaya açılıyor. Burada ilk olarak Amerika’nın dünya savaşları sonrasında büyük bir ekonomik güce sahip olmasının yanında sosyal bilim faaliyetlerine de el atması meselesi gündeme geliyor. Ayrıca Avrupa dışı halkların da tarih sahnesinde belirmeleri ile Avrupa merkezcilik iddiaları sorgulanmaya, mirasın yerel görüşlülüğü irdelenmeye başlanıyor. Üniversite sisteminin dünyanın her yanında büyük bir artış göstermesi ile ivme kazanan ancak kısa yoldan kendisini tüketme yoluna giren sosyal bilimlerin statülerini korumak adına komşu dallara yavaş yavaş giriş yapmaya başlamaları ve çalışma alanlarını genişletme gayretleri net bir şekilde ortaya konuyor. Nihayetinde sosyal bilimler arasındaki ayrımların geçerliliğinin sorgulanmasına yol açan bu durumun ortaya çıkardığı gelişmeler bir diğer odak noktasını teşkil ediyor.

   Başlangıçta sosyal bilimler iki temel noktada birbirlerinden ayrılıyorlar; modern dünyayı inceleyen dallar ve modern olmayan dünyayı inceleyen dallar. İlk grupta tarih ve üç nomotetik bilim (iktisat, siyasal bilim ve sosyoloji) yer alıyor. Bunlardan tarih, geçmişi, diğer üç alan ise bugünü (piyasa, devlet ve sivil toplum) inceliyor. İkinci grupta ise daha sonradan odak noktasını değiştirecek olan antropoloji ve isminden dahi vazgeçecek olan doğu araştırmaları yer alıyor. Kalıplar hayli keskin ve ayrımlar oldukça güçlü görünse de bölge araştırmalarının ortaya çıkması ile bütün ayrımlar geçerliliğini yitirmeye başlıyor. Bölge araştırmalarının çok-disiplinli yapısı sosyal bilimlerin her alanından uzmanı bir araya getirmeyi başarıyor. Ayrıca araştırmalarının odak noktalarını da artık Avrupa dışı halklar oluşturmaya başlıyor. Bu durum zamanla Avrupa dışı halkların da tarihlerinin olup olamayacağı gibi soruları akla getirirken, bir yandan da modernleşme teorisi, ilerleme paradigması, kamu politikaları, kalkınma gibi çok temel ve hala daha sosyal bilimlerin ilgi alanında bulunmayı sürdüren tartışmaları meydana getiriyor. Bu şekilde mirasın ne kadar yerel görüşlü olduğu konusu tartışmaya açılıyor.

   Evrensellik iddiası tartışma merkezlerinden bir diğeri. Üç nomotetik bilimin öngörüde bulunabilme, müdahale edebilme ve hassas ölçümler yapabilme iddiaları üzerine kurdukları ve doğa bilimlerinden özenerek meydana getirdikleri sosyal olgunun da ölçülebileceği ve evrensel mutabakat sağlanabileceği inancı, sosyal bilimlerin ciddi manada sorgulanmasına yol açıyor. Özellikle feministler ve azınlık gruplar üniversitelerin devşirme usullerine dahi eleştiriler getiriyorlar. Bu mevzu biraz daha alışık olduğumuz ve artık klişe haline gelen Avrupa’nın üstünlük tezlerini de içerdiği için pek detaya girmek istemiyorum. Burada iki kültür arasındaki ayrımın gerçekliğinin ve geçerliliğinin tartışıldığı bir kısım daha ilginç. Elbette bu noktada bilim tarihi de devreye giriyor ve Newtoncu modelin popülerliğini yitirmesi ile başlayan doğa bilimlerindeki dönüşümün sosyal bilimlerdeki yansıması da mercek altına alınarak iki kültürün aslında nasıl birbiri ile ilintili olduğu tezi üstü kapalı bir şekilde tespit ediliyor. Burada doğrusal olmayanın doğrusallığa, karmaşıklığın basitliğe, kalitatif olanın kantitatife üstünlüğünün ortaya çıkma süreci insanlığın bir makine gibi görülmesi anlayışını, hatta Descartes’ın determinist yaklaşımını adeta baş aşağı çeviriyor.

  “Şimdi Nasıl Bir Sosyal Bilim Kurmalıyız?” başlığı ile bir diğer bölüme giriş yapan komisyon burada örgütlenme konusundaki problematiklere değiniyor. Öncelikli konunun öğrencilerin yetiştirilmesi meselesinden ziyade akademisyenlerin kariyer çizgilerinin belirlenmesi meselesi olduğu vurgulanıyor. Alan içi dergilerin disiplin sınırlarını bilinçli olarak göz ardı eden dergilerle kendilerini kıyaslamalarını ve yeni gelişen dalların disiplinleşme yolunda, var olan yerleşik disiplinlerin kaynaklarını tüketme eğilimlerini sorgulamalarını öneriyor. Bunu yaparken disiplinlerin kendi aralarında uzlaşıya varmalarını ve işi idarecilere bırakmamaları gerektiği öğütleniyor. 1850-1945 arası dönemde gerçekleşen sosyal bilimlerin az sayıda disipline indirgenmesi sürecinin tam tersi bir tabloya dönüştüğü takip eden yıllarda, yeniden böyle bir tabloya geri dönüşün yaşanabileceği, ancak ilk dönemdeki faaliyetlerin üniversite yapısını canlandırırken şimdilerde ise yüksek araştırma enstitüleri gibi kurumların bu süreci olumsuz yönde etkileyebilecekleri vurgulanıyor. Eskiden ortaöğretimlerde dahi ders veren akademisyenlerin şimdi alt kademe lisans etkinliklerinden dahi el çekmelerine varan süreci, en azından kamusal alana karşı meşrulaştırmaya çalışmaları gerektiği yoksa ortaya ciddi problemlerin çıkacağı söyleniyor. Ardından dört başlıkla bir araya getirilen insan-doğa, devlet, evrensellik-tekillik ve nesnellik gibi olgulara açıklık getiriliyor.

   Sonuç kısmında ise raporun ilk üç bölümünün neye hizmet ettiği belirtildikten sonra açık bir formül ortaya konmayacağı, sadece tartışmaya açık birkaç önerilerinin olduğu söyleniyor. Burada ortaya konan düşünceler özetle şunlardır; Disiplin sınırlarını göz ardı etmeli ve entelektüel faaliyetlerimizi daha geniş bir yelpazede yürütmeliyiz. Mesela tarihle ilgilenmek sadece tarihçilerin tekelinde değildir. Sosyoloji yapmak sadece sosyologların tekelinde değildir. Ekonomik sorunlar sadece iktisatçıların tekelinde değildir. Bunlar bütün sosyal bilimcilerin görevidir. Bilgelik tekelleri kurmamalı ve diplomalarla belirlenen bilgi bölgeleri tahsis etmemeliyiz. Uzunca bir süre deneysel birikime sahip bir oluşum olarak çeşitli yenilikleri deneyen; 19. yüzyılda öğrencilere seçimlik ders alabilme imkânı tanıyan, zorunlu ana ders uygulamasına geçen, sosyal bilim araştırma konseylerini, alan araştırmalarını, kadın araştırmalarını ve çeşitli “etnik” programları icat eden, yeniliklere açık olan Amerikan üniversite sistemini göz ardı etmemeli ve dikkatle incelemeliyiz. Aynı şekilde tarihsel antropolojinin Paris’de bir bölüm olarak tanınması, Sussex Üniversitesi’nin Bilim-Politika Araştırma Birimi ders programını yarı yarıya sosyal ve doğal bilimlere ayırması gibi olguları göz ardı etmemeliyiz. Ayrıca henüz mevcut disiplin yapısının çöktüğünü söyleyemesek de günümüzde artık bu yapının sorgulandığını ve alternatif yolların arandığını görmeliyiz. Dolayısıyla temelde yatan sorunları enine boyuna tartışmalıyız ki bu raporun birinci hedefi bu tür tartışmaları teşvik etmek ve bunların uzantısında ortaya çıkan meseleleri irdelemektir.

   Tüm bunlara ek olarak komisyon, meselelerin aydınlatılması ve yeniden yapılanmaya destek olmak amacı ile uygulanması gereken dört yolun olduğunu söylüyor. Bunlardan birincisi, bir tema etrafında, bir yıllığına, üniversitelerin içinde ya da işbirliği içerisinde olacak bir kurum etrafında bilim adamlarını bir araya getirmek. İkincisi yine sınırlı bir süreliğine mesela beş yıllığına, üniversite yapıları içerisinde geleneksel disiplin sınırlarını aşan ve entelektüel kaygısı ve hedefi olan, kendisine ait bir fonu bulunan birleşik araştırma programlarının oluşturulması. Üçüncüsü profesörlerin birden çok bölüme atanmasının zorunlu hale getirilmesi ve son olarak da doktora öğrencileri için birden çok alanda çalışma zorunluluğunun getirilmesi.

Benim çalışmaya dair genel değerlendirmem ise şu şekilde;

  • Hacmi oldukça küçük olmasına rağmen raporun içerdiği konular oldukça hacimli ve birbiri ile bağıntılı konular. Yani bu çalışmanın ele aldığı bir problematiği farklı kaynaklardan takip ederek o konuda daha çok detay bilgiye sahip olabilirsiniz ancak çalışmanın niteliği burada o kadar iyi şekilde ortaya konmuş ki bunu yapmadan da, bütünlüğü yakalayabilir kopmadan olayın genel mantığını anlayabilirsiniz.
  • Raporda en çok dikkatimi çeken husus da yine bu konuda oldu. Rapor değindiği herhangi bir konuda mesela Newtoncu bilimin altından kayan zemini hakkında herhangi bir kaynağa atıf, referans vermiyor. Bu da bunu nerede bulabilirim diyen daha meraklı bir okuyucu için bir eksiklik oluşturuyor.
  • Raporun ikinci bölümü, başlık açısından okuyucunun tartışmanın taraflarını da görmeyi beklediği bir kısım olsa da burada daha genel problemler ele alınmış ve raporun anlatısı kişiler etrafında değil de bu problemler etrafında gelişmiş. Aslında raporun baştan sona içeriği bu şekilde meydana getirilmiş
  • Son olarak raporun kitaplaşmış hali olan bu çalışma birçok kişi veya akademik çevreler tarafından hazırlanan okuma listelerinin mutlaka baş kısmında, giriş niteliğinde kullanılmak üzere kendisine yer buluyor. Ancak bu çalışma için bu durum hem doğru hem de yanlıştır. Bu rapor ilerleyen her okuma seviyesinde tekrar geri dönüş yapılarak analiz edilmesi gereken kısımlar içeriyor. Yani ilk okuyan bir kişi için oldukça kapalı ve zor bir metin gibi görünse de birçok okumanın ardından bu metnin herhangi bir kısmına geri dönüş yapmak oldukça faydalı olacaktır.

   Yine genel olarak şunu söylemeliyim ki bu çalışma sosyal bilimler alanının hangi disiplininde çalışıyor olursa olsun herkesin elinin altında bulundurması ve sık sık geri dönüş yaparak, başvurması gereken bir çalışmadır.

 

Burak SAMAN

Çev. Şirin Tekeli, Metis Yayınları, İstanbul 2003, Sayfa: 100, ISBN: 9753420990, Fiyat: 16,50 TL

Önceki İçerikDünyanın En Zayıf Güçlü Adamı (çeviri)
Sonraki İçerikÖzgürlüğün Felsefi Temelleri Doğal Hak Kavrami