BlogYayınlar

Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) Yeniden Yapılandırılması

Yönetici Özeti

Öneriler

Bugünkü sistemde HSK, 13 üyeden oluşmakta, 4 üye Cumhurbaşkanı, 7 üye de TBMM tarafından seçilmekte, Adâlet Bakanı Başkanlık konumunu, Bakanlık müsteşarı da tabiî üye konumunu korumaktadır. Hemen fark edilebileceği üzere, 2010 değişikliklerinde olduğu gibi, 2017 değişikliklerinde de Kurul’un 12 Eylül 1980 askerî rejiminin ürünü olan yapısındaki bazı özellikler değişmemektedir. Bunlar arasında en önemli olanı, Adâlet Bakanı ile müsteşarının kurulun tabiî üyeleri olma konumlarının korunmasıdır. Bunun yanında, Yargıtay ve Danıştay’dan gelen üyelerin seçim usûlleri değiştirilmiş olmakla birlikte, sayıları korunmaktadır.

Genel olarak bakıldığında, HSK’nın bugünkü yapısını da 2010 değişikliklerinden sonraki yapı gibi, olumlu ve olumsuz yönleriyle ele almak mümkün görünmektedir. Örneğin, 2010 değişikliklerinde kurul üyelerinin seçiminde tüm hâkimlere yetki verilmesi olumlu, buna karşılık seçimlerde “liste usûlü”nün uygulanması ve kurulun oluşumunda parlâmentonun dışlanmış olması, olumsuz olarak değerlendirilmişken, şimdi de 13 üyenin 7’sinin parlâmento tarafından seçiliyor olmasını olumlu olarak görmek gerekir. Keza, 2017 sonrası getirilen HSK yapısında hâkim üyelerin yanında hâkim olmayan üyelerin varlığı ve bunların Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi bir çekince konusu yapılabilirse de, kurulun üye yapısının büyük ağırlığının yargıçlardan oluşması, bu çalışmada değindiğimiz kriterlere uygun bir yapı manzarası ortaya koymaktadır.

Bununla birlikte, kurul yapılarıyla ilgili olarak, olumlu ve olumsuz yanlarını görmeye çalışan bu değerlendirmelerin sadece normlar üzerinde, Anayasa ve yasalardaki ifadeler üzerinden yapıldığını unutmamak gerekmektedir. Kurulun pratikteki işleyişi, terim yerindeyse “kâğıt üzerinde” olumlu görünen yanların da olumsuza dönüştüğünü gösterebilmektedir. Örneğin, TBMM’nin kurul üyelerinin seçiminde yetkilendirilmiş olması olumlu, bununla birlikte pratikte TBMM’deki çoğunlukla Cumhurbaşkanı’nın aynı siyasî partiden olmaları, hatta Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda çoğunluk partisinin genel başkanı konumunda bulunması, kurul üyelerinin bütünüyle yasama ve yürütme organlarına hâkim siyasî eğilimin etkisi altına girmelerine ve dolayısıyla kurulun ve yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirmesine yol açmaktadır.

Öyle görülüyor ki, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile ilgili bugünkü durum, Türkiye’de yaşanan siyasî rejim değişikliğinden bağımsız değildir. Değişimin 2007’de mi, 2010’da mı, yoksa 2014’te Cumhurbaşkanı’nın tarihte ilk kez doğrudan seçmen oyuyla seçilmesinden sonra mı, yahut 2017 Anayasa değişikliklerinin bütünüyle yürürlüğe girdiği Temmuz 2018’den bu yana mı etkili olduğu, kuşkusuz tartışılabilir. Gene hiç kuşkusuz, bu değişimin ürettiği siyasî rejimin “rekabetçi otoriterlik” veya başka tür bir nitelemeyle mi analiz edilmesinin daha yerinde olup olmadığı da müzakere konusu yapılabilir.

 Her halükârda açıkça ortada olan bir husus vardır ve bu görmezden gelinemez. Türkiye, hukuk devleti veya hukukun üstünlüğü ve demokratik özgürlükler ile insan haklarına saygı bakımından büyük bir gerileme yaşamıştır ve yaşamaya da devam etmektedir. Kısaca bir gerileme, bir otoriter sapma olarak niteleyebileceğimiz bu durum, bilimsel çalışmalarla da ortaya konduğu üzere, dünya üzerindeki benzer otoriterleşme eğilimleriyle bir paralellik içindedir.

Bu gerileme ve otoriterleşme süreçlerinden yargı bağımsızlığı da payını almış bulunmaktadır. Somut olarak tekrar ve açıkça vurgulamak gerekir ki, mevcut HSK üyelerinin tümü doğrudan veya dolaylı olarak Cumhurbaşkanı tarafından belirlenmekte ve böylece Türkiye’nin siyasî rejimi, başında Cumhurbaşkanı’nın tek kişilik yürütme organı olarak tüm devlet erklerine hâkim olduğu bir kuvvetler birliği manzarası ortaya koymaktadır.

Bu manzara, dünya üzerindeki benzer otoriterleşme eğilimlerini inceleyen akademik çalışmaların üretmiş olduğu bir dizi kavramla da uyum içindedir. Örneğin, bu çalışmanın önceki bölümlerinde işaret ettiğimiz AİHM kararlarında atıfta bulunulan 2016 tarihli Anayasa değişikliği ile milletvekili dokunulmazlıklarının toplu olarak kaldırılması, “Anayasa değişikliği usûlünün suiistimâli” olarak nitelendirilmişti. Tam da buna denk gelen bir biçimde, mukayeseli çalışmalar göstermiştir ki, son yirmi yıllık dönemde sayısı sürekli olarak artan otoriter rejimler, dünyanın tüm bölgelerinde, anayasa yapma ve değiştirme süreçlerini suistimal etmektedirler.

Bu gözleme uygun olarak, bu çalışmanın konusunu da yakından ilgilendiren iki kavram ortaya atılmıştır. Bunlardan ilki, “suiistimalci anayasacılık”, diğeri ise “mahkeme paketleme” diye tercüme edebileceğimiz “court packing”dir. Anayasacılık, hatta Ergun Özbudun’un yerinde ifadesiyle “anayasalcılık”, devlet kudretinin hukukla sınırlandırılması, bunun için temel hak ve özgürlüklere dayanan bir hukuk anlayışı doğrultusunda benimsenen kuvvetler ayrılığı ve özellikle de bağımsız ve tarafsız yargı aracılığıyla yasama ve yürütme işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğunun denetlenmesi anlamına gelmektedir. Buna karşılık, “suiistimalci anayasacılık”, şeklen anayasa adı altında üretilen birtakım düzenlemeler aracılığıyla, otoriter bir siyasî rejimin pekiştirilmesinin sağlanması ifade edilmekte, “court packing” de, böyle bur suistimalci anayasacılığa ve daha genel olarak otoriterliğe engel olabilecek yargı denetimi mekanizmalarını, bu mekanizmalar içinde merkezî rolü bulunan yargıçları siyasî iktidara bağımlı hâle getirme girişimlerini ifade etmektedir.

Türkiye’de sâdece 2016 değişikliği değil, 2017 Anayasa değişiklikleri de suiistimalci anayasacılık örneğidir. 2017 ile ilgili iki noktayı belirtmek yeterli olacaktır. Bunlardan birincisi, Anayasa değişikliklerinin “olağanüstü hâl” koşulları altında yapılmış olmasıdır. Türkiye’nin o tarihte de bugün de yürürlükte olan Anayasa düzenine göre OHAL şartlarında anayasa değişikliği yapılamayacağına dair bir düzenleme yoktur ama, OHAL koşullarında anayasa değişikliği yapılmasının uygunsuzluğu aslında her türlü izahtan vareste, açık ve net bir biçimde, demokratik usûllerin gerçekleşmediği bir anayasa yapım sürecinin yaşandığını göstermektedir. İkinci nokta ise, somut olarak 2017 Anayasa değişikliği ile ilgili halk oylamasında kullanılan mühürsüz oyların yürürlükteki kanunun açık hükmüne rağmen ve oy sayım ve döküm işlemi başladıktan sonra alınan bir kararla geçerli sayılmasıdır. Bu iki husus, 2017 değişikliklerinin meşrûiyetini, en hafif tabirle, zedelemiş ve aslında bir “suiistimalci anayasa” süreciyle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymuştur.

Bu değişiklikler sonucunda ortaya çıkan HSK düzeni ise, tam anlamıyla bir court-packing’dir. Artık yargı, bir bütün olarak, tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı’nın başka herhangi bir denetim ve onay mekanizmasına tâbi olmayan atama yetkilerinin belirlediği bağımlı ve taraflı bir konumdadır. Bağımlı olduğu kadar taraflıdır da çünkü bu sistemde Cumhurbaşkanı, bir siyasî partinin, yâni toplumun tümünün değil, onun içindeki bir bölümün, bir “siyasî taraf”ın lideridir ve kendisinden yana olanları tercih etmektedir. Pratikteki işleyişte, bu court-packing öncesinden gelen bazı farklılıkların ürettiği ve iktidarın kendi siyasî ideolojisi ve tavrı bakımından uygun görmediği yargı kararlarının nasıl etkisizleştirildiğini de tecrübe etmekteyiz.

Bu noktada, Venedik Komisyonu’nun 6-7 Aralık 2024 târihli toplantısında, Avrupa Konseyi Parlâmenter Meclisi İzleme Komitesi’nin (PACE) isteği üzerine kabul ettiği HSK konusunu ele alan raporuna değinmek gerekmektedir. 9 Aralık 2024 günü kamuya açıklanan bu raporunda Venedik Komisyonu, mevcut HSK yapısının, çok temel bazı bakımlardan, Avrupa Konseyi tarafından benimsenmiş ve bu çalışmada da esas aldığımız kriterlere uymadığını tespit etmektedir. Bunlar arasında, Kurul üyelerinin çoğunluğunu yargıç ve savcılar oluşturmakla beraber, bu üyelerin tüm hâkim ve savcıların kendi aralarında yaptıkları bir seçimle belirlenmediği, Cumhurbaşkanı’na tamamen kişisel takdirine bırakılmış bir biçimde belirleyeceği 4 üyenin dışında diğer üyelerin seçimi konusunda da denetimsiz geniş bir yetki verilmiş olması nedeniyle Kurul’un yürütme organının açık etkisi altında kaldığı özellikle dikkat çekmektedir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin bugünkü anayasa düzenini, kuvvetler ayrılığına dayalı, insan haklarına saygılı bir hukuk devleti veya hukukun üstünlüğü anlayışına uygun olarak, aşırı merkezîyetçilikten arındırarak dönüştürmeden, yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamak da çok mümkün görünmemektedir.

Yine de yargının kurumsal örgütlenmesi ile ilgili kısmî bir iyileştirmenin sağlanması, bu anlamda hukukun üstünlüğünün gözetilmesi için yapılması gereken kısmî yapısal reform için bir öneride bulunabiliriz. Bu öneri, 1961 Anayasası’ndan esinlenmekte, fakat 1961Anayasası’na hâkim olduğunu düşündüğümüz, “çoğunluk korkusu” ile malûl “devlet muhafızlığı” anlayışına hayli mesafeli durmaktadır.

Öneri, basitçe ve her şeyden önce, yargıçları savcılardan kurumsal olarak ayırmanın gerekli olduğunu düşünmektedir. Yargılama sürecinin iki önemli unsurundan biri olan iddia makamını meydana getiren savcılık, devlet veya kamu adına hareket edeceğinden, bu niteliğiyle ve münhasıran idarî işleyişi ile sınırlı tutulmak kaydıyla, Adâlet Bakanlığı ile irtibatlı olarak örgütlenebilir. Bu açıdan, savcılığı, tıpkı yargılama sürecinin diğer kurucu unsuru olan savunma makamını oluşturan avukatların bir kamu tüzel kişiliği olan baroda örgütlenmiş olması gibi düşünebiliriz ve barodan farklı olarak, Adâlet Bakanlığı ile idarî açıdan ilişkilendirebiliriz.

Buna karşılık yargıç, iddia ve savunma makamlarından ayrı, onlara karşı eşit mesafede, yâni “tarafsız” bir konumda olmak zorundadır. Yargıcın bu konumu, iddia ve savunma makamlarının kendisi dışında ve eşit hizada yer almalarını da gerektirir. Bu durumda, yargıçla savcıyı aynı mevkiye yerleştirmemek gerekmekte, yargıçları, evrensel olarak kabul gören ölçülere uygun olarak, kendi iç işleri ile ilgili olarak bağımsız bir kamusal organ olarak örgütleyen bir yapının oluşturulması gerekmektedir. Bu yapı, bir yargıçlar kurulunun varlığı demektir. Kurulun kompozisyonu ise, kanımca tümüyle yargıçlardan oluşacak şekilde düzenlenmeli, ve 1961’de yapıldığı gibi, üye kompozisyonu üç eşit dilime ayrılarak, bir dilim tümüyle yüksek mahkeme mensupları arasından ve bu mahkemelerin mensupları tarafından seçilenleri, diğeri birinci sınıf yargıçların -savcılar hâriç- kendi aralarından “bir kişi, bir oy esası” uyarınca seçecekleri üyeleri, üçüncü dilim ise yasama organının yüksek yargıçlar hâriç tüm yargıçlar arasından seçeceği üyelerden meydana gelmelidir.

Yargıçlar kurulunun idari yapısı, sekretaryası, özlük işleri, personel ve finansman ihtiyacı, meslekî eğitim gibi hususlar, siyasî iktidarın tercihlerinden etkilenmeyecek, müstakil bir bütçe mekanizmasıyla birlikte oluşturulmalıdır.

Prof. Dr. Levent Köker

Shares:

Okumaya Devam Edin

Blog

‘’YENİ ANAYASA’’ MASALI

İktidardaki AKP-MHP koalisyonunun ‘’yeni anayasa’’ çağrıları hiç gündemden düşmüyor. Hatırlanacağı gibi, geçen sonbaharda Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın düzenlediği Anayasa Sempozyumu’nun da konusu buydu. Cumhurbaşkanı Erdoğan o toplantıda yaptığı konuşmada ‘’sivil, demokratik,