İfade Özgürlüğü Özgür Toplumun Temelidir
İfade özgürlüğü anayasal demokrasilerin temel taşlarından biridir; ifade özgürlüğünün anayasal ve hukukî olarak güvence altına alınması özgür ve demokratik bir toplumun vazgeçilmez şartıdır. Çünkü, bütün diğer temel özgürlüklerin varlığı şu veya bu ölçüde ifade özgürlüğünün güvence altında olmasına bağlıdır. Devlet-toplum ilişkisini faşist bir perspektiften görenler, “hikmet-i hükümet”çiler ve her türlü otoriter ve -özellikle de- totaliter düzen taraftarları dışında, herkes ifade özgürlüğünün değerine ilişkin bu temel görüşü paylaşır. İfade özgürlüğünden yana olanlar arasında da elbette bazı görüş farklılıkları vardır; ama bunlar bir prensip uzlaşmazlığından ziyade bu özgürlüğün kapsamı ve -dolayısıyla- sınırları hakkındaki farklı anlayışlardan kaynaklanan tali meselelerdir. İfade özgürlüğünün özgür-demokratik bir toplum için vazgeçilmezliğini kısaca açıklamak gerekirse: Her şeyden önce, demokrasi açık-uçlu, desantralize bir süreçtir. İfade özgürlüğü bu süreçte toplumda kanaat-oluşumunun ve kamusal tartışmanın varlığını mümkün kılar. Fikirlerin serbestçe dile getirilemediği bir toplumda kamusal meseleler hakkında sağlıklı bilgi/fikir edinmek ve neyin kamunun iyiliğine olduğunu tartışmak mümkün değildir. Esasen, düşüncelerin serbestçe ifade edilemediği yerde, sahici ve samimi bir “kamu iyiliği” arayışının varlığından söz edilemez. Öte yandan, kamu otoritelerinin alenen ve korkusuzca eleştirilebilmesi anlamında “kamusal eleştiri” demokrasinin temel taşlarındandır. Kamusal eleştiri demokratik kamusal tartışmanın ayrılmaz bir parçasıdır; bundan dolayı demokrasinin “imkânı” özgür eleştirinin ve meşru muhalefetin varlığına bağlıdır. Liberal-demokratik bir toplumda kimin haklı ve neyin doğru olduğuna karar vermenin yegâne meşru yolu eleştirme ve sorgulama yoluyla herkesin herkesi denetlemesine dayanan açık uçlu bir kamusal tartışmadır. Belirttiğimiz gibi, özgür konuşmanın ve eleştirinin olmadığı yerde “ortak iyi”yi bulmak imkânsızdır. İfade özgürlüğü-demokrasi ilişkisi bağlamında hatırlamamız gereken son bir nokta, demokraside en üstün otoritenin “halk” olduğudur. Eğer demokraside en üstün otorite “halk” ise, o zaman herhangi bir fikrin halka ulaşmasını engellemeye hiç kimsenin, hiçbir makam veya merciin hakkı yoktur. Demokrasiden söz ediyorsak, (“kamusal iyi” hakkındaki) son kararı ancak “halk”ın verebileceğini de kabul ediyoruz demektir. Bu da, her şeyden önce, halkın (yurttaşlar topluluğunun) bütün görüşlerden haberdar olabilmesini, yani düşünce yasaklarının olmamasını gerektirir. Bu bağlamda, özgür ifade ve eleştirinin “toplumun ortak değerleri”ni tahrip ettiğinden yakınanlar görünüşte halktan yana olsalar da aslında demokrasinin yanında değildirler, en azından ona şüpheyle bakıyorlar demektir. Böyleleri hem “toplumun” ne düşündüğünü bildiklerini hem de bu düşüncenin kendi düşündükleriyle aşağı yukarı aynı olduğunu varsaymaktadırlar. Öte yandan, düşünceleri yasaklamak suretiyle kişilerin ulaşabilecekleri görüş ufkunu keyfî olarak daraltmak, “söz”ün muhataplarını ahlâkî anlamda reşit/ergin saymamakla aynı kapıya çıkar. Oysa, yetişkin insanlar kendileri için neyin iyi olduğuna yine kendileri karar vermelidirler. Eğer onları ergin kabul ediyorsanız, kişilerin neyi okumaları, izlemeleri, görmeleri ve dinlemeleri gerektiğine haricî bir otoritenin karar vermeye hakkı olmadığını da kabul etmeniz gerekir. Paternalist himayeciliği savunmak kişinin sadece iradesine ve tercih özgürlüğüne değil, aynı zamanda insanlık onuruna ve kişiliğine de saygısızlık etmektir. İfade özgürlüğü lehindeki başka bir argüman, her türlü fikrin serbestçe yayılmasının sonunda hakikatin galip gelmesiyle sonuçlanacağını söyler. Bu görüş açısından, iktisadi mallarda olduğu gibi, fikir ürünlerinde (“iyileri”nde) de rekabetçi bir piyasaya ihtiyaç vardır. Her türlü fikir serbest bir “piyasa”da birbiriyle yarışmalıdır ki “müsademe-i efkâr”dan hakikat ortaya çıksın… Fikirler piyasasının “yanlış”ı tasfiye etme yeteneğine itibar etmek, aynı zamanda, insanların fikirlerin değerini tartabileceklerini kabul etmek demektir. Pratik açıdan bakıldığında da, düşünce yasakları hem işe yaramaz hem de zararlı sonuçlar doğurur. Bir fikri yasaklamak, yasakçıların zannettikleri gibi, genellikle o fikrin aleyhine sonuç vermez. Çünkü, bir fikri yasaklamakla, onu akılcı yoldan eleştirme ve yanlışlığını ortaya çıkarma fırsatlarını da büyük ölçüde ortadan kaldırmış; yani yasaklanan fikre bir avantaj sağlamış, ona bir nevi dokunulmazlık kazandırmış olursunuz. Besbelli ki, yasaklanan fikrin aslında “yanlış” olduğu kanıtlanmadığı (gösterilmediği), hatta yanlış olup olmadığı bilinmediği için, pek çok insan onun doğru ve güçlü bir fikir olduğunu sanmaya devam edecektir. Hatta, gerçek hayattan da bildiğimiz gibi, yasaklanmak çoğu zaman sağlam olmayan görüşlere ve onların sahiplerine hak etmedikleri bir çekicilik, hatta itibar da sağlar. Yasakçılık aynı zamanda zararlı sonuçlar da verir. Çünkü, bütün gözlemlerin doğruladığı gibi, yasaklanan görüşler ortadan kalkmazlar; aksine kendilerini ifade edecek başka yollar bulurlar. Bu yolların en muhtemeli ve tehlikelisi de barışçı olmayan ifade biçimlerine yönelmedir. Bundan dolayı, toplum açısından düşündüğümüzde, yasakçılık sadece yararsız değildir, aynı zamanda son derece zararlıdır. Son söz olarak şunu söylemek isterim: İfade özgürlüğü lehindeki bütün bu kanıtları hatırlatmanın, toplumsal-siyasal meselelere otoriteye odaklanmış bir açıdan bakan Türkiye’nin gerçek karar alıcılarını “hidayete erdireceği”ni elbette düşünüyor değilim. Ama bu tür yazıların ifade özgürlüğünün değeri hakkında zihinlerinde şüphe taşıyan iyi niyetli yurttaşların hiç değilse bir kısmının meseleyi yeniden tezekkür etmelerine vesile olacağına olan ümidimi korumaya devam ediyorum.