Dünyada ana akım medyada iklim değişikliğinden sorumlu tutulan aktörler, genellikle çevreyi yok etmek pahasına tek amacı para kazanmak olan “Bencil Kapitalistler” ve sürekli tüketimi artma eğiliminde olan bir orta sınıf olmuştur. Buradan probleme yaklaşanlar, özel mülkiyeti iklim değişikliğini etkileyen ana faktör olarak görürler. Günün sonunda önerdikleri çözüm yolu ise iklim değişikliğiyle mücadele etmek ve gelecek nesilleri kurtarabilmek için daha az tüketmek, daha az özel mülke sahip olmak ve daha çok toplu seyahat etmeyi tercih etmektir. Önerilerde kısmi bir haklılık payı olması ile beraber bunlar sürdürülebilirlikten, adem-i merkeziyetçilikten ve uygulanabilirlikten uzaktır. O halde gerçekten iklim değişikliğinin nedeni bencilce mülkiyet istenci içinde olan kapitalistler midir ? Yoksa bireylerin sürekli göz ardı ettiği ve/veya istemsizce ahlaki bir ilkeyi çiğnemeleri midir? Bu sorulara cevap vermek amacıyla John Locke’un özel mülkiyet teorisinden yararlanarak, liberteryenizmin ahlaki temellerinin iklim değişikliğiyle mücadelede nerede durduğundan bahsedeceğiz.

Özel Mülkiyet ve Yaşam Hakkı

John Locke’un doğa durumunda, Thomas Hobbes’un doğa durumunun aksine, insanların birbirlerinin kurdu (homo homini lupus) olduğu bir kaos ortamı yoktur. Locke, insanların rasyonel akıl vasıtasıyla ahlaki kurallara ulaşabileceklerini, bu ahlaki kuralların aslında doğa yasası olduğunu ve bu sayede doğal bir düzenin var olduğundan bahseder. Fakat bu doğal düzen durumu, insanlar arasındaki anlaşmazlıklardan doğan hukuki meselelere karar verecek tarafsız bir yargı gücünün eksikliği ve verilen yargı kararlarının uygulanmasından sorumlu mutlak bir siyasi otoritenin olmayışından dolayı, bireylerin pratik ihtiyaçlarına karşılık vermekte zorlanır. Bu pratik ihtiyaçların başında da mülkiyet hakkı gelir. Locke’a göre insanların bir devlet çatısı altında birleşmelerinin ve kendilerini hükümet altına koymalarının asıl amacı, mülkiyetlerini koruma altına almaktır (Locke, 1689/2004). Mülkiyet ise doğa durumunda insana Tanrı tarafından verilmiş olan ve insanın kendi bedeniyle başlayan bir haktır. Bu hakka karşı yapılan her müdahale doğal hukukun ihlali anlamına gelir (Özpek, 2022). Peki doğa durumunda insanlar diğer insanların rızasını almadan mülkiyete nasıl sahip olurlar? Locke bu soruya yaşama hakkı temelli bir argüman sunar. İnsan, yaşayabilmek için mülkiyete sahip olmalıdır ve bu mülkiyetin durumunu belirleyen üç faktör bulunmaktadır. Sahip olacağı mülkiyeti ilk meşru kılan faktör emektir. İnsan ancak doğadaki ürünlere emeğini katarak onların sahiplik hakkını bulundurabilir. Örneğin, doğal yaşamda bir elma ağacı gördünüz ve elma ağacına çıkıp kendiniz için belirli bir miktarda elma topladınız. Siz bu elma ağacındaki elmaları toplayarak elmalara kendi emeğinizi geçiriyorsunuz: Elmayı alabilmek için ağaca çıkarak sarf ettiğiniz efor, ağaca çıkmakla göze aldığınız ağaçtan düşme riski, ağaçtan düşmemek için sağladığınız denge. Bütün bu emeğiniz avucunuzun içinde sımsıkı tuttuğunuz elmayı sizin yapan faktördür. Diğer faktörlerse sırasıyla kişinin ilgili maldan kendisi için yeterince alması ve diğer insanlara da yeterince bırakmasıdır (Kuyurtar,2017). Yani Locke, ihtiyacımızdan fazla elmayı ağaçtan almamamızı ve diğer insanlara da elma kalmasını elimizde tuttuğumuz elmanın sahipliği için şart koşmuştur. 

Küresel piyasa ekonomilerinin ve büyük ölçekli üretimin günlük hayatımızın rutin bir      parçası haline geldiği günümüz dünyasında kişinin kendisi için yeterince alması ve diğer insanlara yeterince bırakması gri, subjektif ve ölçülemez koşullar olarak görülebilir. Ancak, Locke’un özel mülkiyetin sahipliği için oluşturduğu koşulları şimdiki zamana uyarlarsak şu şekilde bir yorumlama yapabiliriz: Bireylerin özel mülkiyete sahip olabilmeleri için özel mülkiyetlerinin diğer bireylerin yaşama hakkını ihlal etmiyor olması gerekir. Anlaşılacağı üzere, Locke’un teorisinde özel mülkiyet hakkı yaşam hakkına içkin bir haktır. Burada yaşama hakkının mülkiyeti sınırlayan niteliğini özellikle vurgulamak gerekir. Örneğin, denizde teknesi batmış birini gördünüz ve boğulmamak için sizin özel mülkiyetiniz olan adanıza doğru yüzüyor. O kişiye adanın sizin özel mülkiyetiniz olduğunu söyleyip adadan atamazsınız. Eğer bunu yaparsanız, o kişiyi alenen ölüme göndermiş olursunuz. Locke’un diğer insanlara yeterince bırakma koşulu bu vakada önemlilik arz eder ve sizin özel mülkiyet hakkınızı başkasının yaşama hakkı için kısıtlar (Nozick,1974/2015).

Locke’un toplumsal sözleşmesinde bireyler yaşamlarının, mülkiyetlerinin ve hürriyetlerinin korunması için devlet ile sosyal bir sözleşme yapmışlardır. Devlet yukarıda sayılan üç hakkı korumakla görevlidir. Bu hakların korunmaması ve/veya bizzat devlet tarafından ihlal edilmesi durumunda ise bireylerin devlete karşı direnme hakları mevcuttur. Çünkü, devlet sözleşmenin bir tarafı olarak yükümlülüklerini yerine getirmemiştir. Aynı şekilde, Locke’un anlatısından yola çıkarak iklim değişikliğinin de bir özel mülkiyet ihlali olduğu çıkarımını yapabiliriz ve bu nedenle sözleşme ihlalinin gerçekleştiği sonucuna kolaylıkla ulaşırız.  Peki, İklim değişikliği nasıl bir özel mülkiyet ihlalidir?

İklim Değişikliği ve Özel Mülkiyet

         Açıkça denebilir ki iklim değişikliği bir özel mülkiyet ve yaşama hakkı ihlalidir. Çünkü, bireylerin sahip olduğu bir takım özel mülkler çevreyi kirleterek iklim değişikliğine sebep olur ve iklim değişikliği de diğerlerinin sağlığına ve özel mülkiyetine zarar verir. Örneğin, sahibi olduğunuz termik santralinin bacasından çıkan karbon emisyonu havayı kirletir ve başkalarının temiz hava alabilme özgürlüğünü engeller. Hava kirliliği ise bireylerde çeşitli hastalıkların oluşmasına sebebiyet verir. Bu bariz bir yaşama hakkı ihlalidir. Aynı hava kirliliği sizin tarlanıza asit yağmuru yağmasına neden olduğu taktirde ürün verimliliğinizi düşürür ve bu da başka bir özel mülkiyet ihlalidir. Bireyler yaşama hakkı gereği üretim araçlarının özel mülkiyetine sahiptirler. Yaşayabilmek için yapacakları üretim faaliyeti eğer başkalarının hayatına mal oluyorsa, özel mülkiyet hakkına sahip olamazlar. Sizin özel mülkiyetiniz diğerlerinin yaşayabilmesi için bir tehdit oluşturuyorsa bu durumda sizin başkalarının hayatına zarar vermeden özel mülkiyet hakkınızı ve üretiminizi devam ettirmeniz gerekir.

Özel mülkiyetin ihlalini meşrulaştırma çabası içinde olan argümanlar da vardır. İlki, bireylerin, refah düzeyleri ile iklim değişikliğinin yol açtığı sorunlar arasında zımni bir tercih yaptığını iddia eden zımni onay argümanıdır. Bu yaklaşıma göre insanlar kentlerde yaşamayı seçerek özel mülkiyetlerinin karbon salınımı yoluyla ihlal edilmesine zımnen bir onay verirler, onay vermeyenlerse diledikleri gibi şehirleri terk etmekte özgürdürler. Bu nedenle, benzinli arabalar, termik santralleri, fabrikalar vb. pek çok sera gazı salınımı kaynağının neden olduğu mülkiyet ihlallerine karşı toplumsal alanda yaşayan bireylerin reaksiyon göstermeleri kendileriyle çelişmeleri anlamına gelir. Lakin, bu argüman baştan hatalıdır. İnsanlar nerede ve hangi sosyoekonomik çevrede doğacaklarını hür iradeleri ile seçemezler (Smith, 1869/2018). Bireylerin hür iradeleri ile seçemedikleri bir durumun etkilerine itiraz etmesine karşı çıkmak ve mevcut durumun sonuçlarına katlanmalarını talep etmek ise hem ahlaki değildir hem de bir hak ihlalidir. Bu kararlara bireyler ancak belirli bir bilinç düzeyine sahip olduklarında karar verebilirler. İnsanın özgürce karar verebilmesi için iradesinin özgür olması gerekir ve iradesinin özgür olması da bilinç sahibi olmasına bağlıdır. Örneğin, bebekler ve çocuklar bilince sahip olmadıklarından, hür irade sahibi olduklarını söyleyemeyiz. Dolayısıyla, bebekler ve çocuklar toplumsal alanda yaşamayı kendileri seçmemişlerdir ve kendilerinin özel mülkü olan akciğerleri sera gazı salınımı yoluyla istismar edilmiştir. Yetişkinler içinse sera gazı salınımının var olduğu bir toplumsal alanda yaşamaları, sera gazı salınımına rıza gösterdikleri anlamına gelmez. Pek çok insan, sera gazı salınımının yüksek düzeyde olduğu kentlerde yaşamaktadır. Ancak köy, kasaba gibi karbon salınımının düşük yerleşim yerlerinde ise sosyo-ekonomik nedenlerle nüfusun belirli bir kısmı yaşamaktadır. Bu sebeplerden dolayı hava kirliliğine onay vermeyen ve bundan şikayetçi olan bireylerin kenti terk etmelerini istemenin ahlaki bir temeli yoktur. 

İkinci argüman ise ekonomik büyüme için sera gazı salınımına izin verilmesinin gerektiğidir. Eğer Locke’un özel mülkiyet teorisi doğa tarafından verilmiş bireysel hak üzerine inşa edilmek yerine kolektivist genel irade kavramı üzerine inşa edilseydi, bütünün yararı için özel mülkiyetin feda edilmesi bir gereklilik halini alırdı. Fakat, kamu yararı için hükümetin vatandaşlarının bireysel haklarını görmezden gelmesi ile ekonomik büyüme için iş insanlarının karbon salınımı yaparak diğerlerinin özel mülkiyetini çiğnemesi arasında hiçbir fark yoktur. Locke’a göre ilkine karşı direnme hakkı kullanılması gerekirken, ikincisi özel mülkiyet ihlali olduğundan devlet tarafından engellenmesi gerekir. Devlet vatandaşlar arasında ayrım yaparak toplumsal sözleşmeyi ilga eder ve toplumdaki bir kesimin refahı için başkalarının evini ve hayatını iklim değişikliğinin yol açtığı felaketler nedeniyle kaybetmesine göz yumar.

Üçüncü argüman aslında emisyon salınımını bir hak ihlali olarak görür. Fakat bu hak ihlalinin önlenmesi için hızlı bir reaksiyon alınmasının ekonomik zararlara neden olacağını öne sürer ve bireyleri fosil yakıtları kullanmaları yerine, yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmalarına yönlendirmek amacıyla devlet tarafından kademeli bir politika yapılması gerektiğini savunur. Bu politikanın aracı da karbon vergisidir. Karbon vergisi sayesinde alternatif, çevre dostu enerji kaynaklarının nispi olarak fiyatı daha uygun olacağından dolayı insanlar bu enerji kaynaklarına yöneleceklerdir. Yine de, devletin karbon vergisi uygulaması Locke’çu özel mülkiyet teorisi ile uyuşmaz. Çünkü bu durum, hırsızın hırsızlık yaptığı için devlete rüşvet vermesi demektir. Bu vergilendirme (rüşvet) karşılığında hırsızlar, ekonomik aktivitelerine diğerlerinin özel mülklerine saldırarak devam edebilirler. Halihazırda devam eden hak ihlalinin azaltılması veya bir şekilde tazmin edilmesine yönelik çabalar hak ihlali engellenmediği sürece yetersizdir.

Değerlendirme /Sonuç Niyetine

Bu yazıda John Locke’un ahlaki bir hak temeliyle oluşturduğu özel mülkiyet teorisinin iklim değişikliği ile mücadelede sanılanın aksine destekleyici bir nitelikte olduğu öne sürülmüştür. Genel kanı liberallerin iklim değişikliği problemine özel mülkiyeti korumak için sessiz kaldığı olsa da bu kanı yanlıştır. Liberaller bireysel hakların savunucularıdır ve bireysel haklara saygı duymak bir başkasının yaşamına ve özel mülkiyetine saygı duymayı da gerektirir; bir başkasının özel mülkiyetini ihlal etmeyi değil. İklim değişikliğiyle mücadele etmek için oluşturulacak liberal politikaların üzerine inşa edilecek ilk fikir, Locke’un bahsettiği üzere, özel mülkiyet hakkının kutsal olduğu ve birkaç istisnai durum dışında asla ihlal edilemeyeceğidir.

Son olarak, bu yazıda bahsedilen argümanlara verilen cevaplar, Locke’un mülkiyeti tamamen ahlaki bir yaklaşımla temellendirmiş olmasından dolayı ahlaki gerekçelerle cevaplandırılmıştır. Bu yüzden, bazı okurlar için argümanlara verilen yanıtlar radikal gözükebilir. Çünkü, Locke’un yaptığı gibi mülkiyet ahlaka dayandırıldığında oluşturulacak her politika ahlaka uygun olup olmaması bağlamında değerlendirilir, reel dünyaya somut bir fayda üretip üretmemesi bağlamında değil. Politika ise insanların pratik ihtiyaçlarına bir çözüm arayışıdır.

Önceki İçerik‘’Altılı Masa’’nın Zorlukları
Sonraki İçerikCumhuriyet ve Türkiye’nin Cumhuriyeti