13 Şubat’ta Birmingham Üniversitesi münazara topluluğu The Philosopher’s Yard, kapitalizm konulu bir panel düzenlemiştir. IEA’dan Kristian Niemietz bu münazarada kapitalizmi savunan tarafı temsil etmiştir. Aşağıdaki makale kendisinin yaptığı açılış konuşmasına dayanmaktadır.
Bugün kapitalizmi savunmak için huzurunuzda bulunuyorum.
Kapitalizmin bugün hiç de popüler bir dava olmadığının farkındayım, sizden bir alkış falan da beklemiyorum. Nitekim yapılan tüm anketler kapitalizmin berbat bir üne sahip olduğunu göstermektedir.
Örneğin, geçtiğimiz Aralık ayında YouGov tarafından yapılan bir ankete göre, nüfusun sadece %30’u kapitalizm hakkında olumlu bir görüşe sahipken, %45’i olumsuz bir görüşe sahip bulunmaktadır. Daha da önemlisi, aynı anket kapitalizm yanlıları arasında neredeyse hiç birisinin kendi görüşlerini güçlü bir şekilde benimsemezken, anti-kapitalistler arasında yaklaşık beşte ikisinin kendi görüşlerini hararetle benimsediğini göstermektedir. Y kuşağı ile Z kuşağı[1], Bebek Patlaması[2] kuşağına kıyasla çok daha anti-kapitalisttir; dolayısıyla demografik faktörler çok büyük ölçüde bu anti-kapitalist zeitgeist [zamanın ruhu] lehine işlemektedir.
Madem öyle, bu kadar gayri-popüler bir sistemi biz neden savunalım ki?
[Bu bağlamda] üç noktaya vurgu yapacağım:
1. Dünyanın durumu hiç de şu anda sanıldığı kadar kötü değildir. Ekonomik, sosyal ve çevresel konularda genel olarak kabul edilenden çok daha fazla ilerleme kaydedilmiştir. 2. Söz konusu ekonomik, sosyal ve çevresel ilerleme yeryüzünde rastgele dağılmış değildir. Sistematik bir şekilde dünyanın daha piyasa temelli ekonomilerinin tarafına yaslanan bir dağılımdır. 3. Aradaki ilişki sadece bir korelasyon değildir; nedensel bir ilişkidir.
Dünyanın durumu
1990 yılından bu yana kişi başına düşen küresel GSYH reel olarak iki kattan fazla artmıştır. Bu ise, dünyanın genel olarak benim ilkokulda okuduğum döneme kıyasla iki kat daha zengin olduğu anlamına gelmektedir.
Bu dönem, dünyanın gelmiş geçmiş en zengin dönemidir. Günümüzün yaşam standartları tarihsel olarak tamamen emsalsizdir ve hâlâ daha da iyiye gitmektedir.
Bunun bir sonucu -daha doğrusu, aslında bir “sonucu” değil de, sadece başka bir yönü- aşırı yoksulluktaki keskin düşüştür. Tarihsel olarak, dünya nüfusunun yaklaşık %80’i bugün bizim “aşırı yoksulluk” olarak adlandırdığımız şartlarda, yani günde 2 dolardan daha az bir gelirle yaşıyordu. 1980 yılında bu durum neredeyse dünya nüfusunun yarısı için geçerliydi. Bugün ise nüfusun onda birinden daha azı için geçerlidir. Bu ise tarihte şimdiye kadar görülen en düşük orandır.
Tabii, “aşırı” yoksulluk çok katı bir ölçüdür. Açıktır ki, daha yüksek yoksulluk eşikleri kullanırsanız, örneğin günde 5, 7 ya da 10 doların reel eşdeğerini kullanırsanız, daha yüksek yoksulluk oranları elde edersiniz. Ancak eğilim her zaman aynıdır. Hangi eşiği kullanırsanız kullanın, küresel yoksulluk azalmaktadır. Özellikle de son çeyrek asırdan bu yana hızla düşmektedir. Olması gerektiği kadar hızlı olmasa da işler doğru yönde ilerlemektedir.
Bunun sonuçlarından biri de bugün bizim her zamankinden daha uzun yaşıyor olmamızdır. Tarihsel olarak, doğumda beklenen yaşam süresi yaklaşık 30 yıldı; yahut şayet ilk yılınızı atlatmayı başarırsanız, 50 yıldı. Bugünse ortalama bir dünya vatandaşı 70. yaş gününü kutlamayı umabilir. 1960’larda bu durum yalnızca dünyanın en zengin bölgelerinde, yani Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda’da geçerliydi. Oysa bugün küresel ortalamadır bu.
Bunun nedenlerinden biri de 1980’lerin sonunda %10’un üzerinde olan çocuk ölüm oranının bugün %5’in altına düşmüş olmasıdır. Aynı şekilde, 1960’larda, çocuk ölüm oranlarının %5’in altında olduğunu sadece dünyanın en zengin bölgelerinde görürdünüz. Bugün ise bu oran küresel ortalama olup, hâlâ da düşmeye devam etmektedir.
Gelelim okuryazarlığa. 1900 yılında dünya nüfusunun, küçük çocukları saymazsak, sadece beşte biri okuma yazma biliyordu. 1960’larda, bu oran hâlâ yarıdan azdı. Bugünse bu oran %90’ın çok da altında değildir ve hâlâ da yükselmektedir.
Bu örneklere devam edebilirim. Vurgulamak istediğim nokta şudur ki, her alanda işler açıkça iyiye gitmektedir.
Ekonomik özgürlük ve toplumsal ilerleme
Bu durumun kapitalizmle ne ilgisi var, diye sorabilirsiniz. Acaba bu sadece sanayileşmenin bir yan ürünü değil midir? Başka herhangi bir sistem altında da aynı şey gerçekleşmez miydi?
Cevap, hayır, olmazdı. İlerleme sistematik biçimde daha piyasa yönelimli ekonomilere doğru meyletmektedir.
Bir ekonominin ne kadar kapitalist olduğunu, 0 ile 10 aralığında değişen bir ölçekte ölçmeye çalışan Ekonomik Özgürlük Endeksine rastlamış olabilirsiniz. Özel mülkiyet haklarının korunması, sözleşme özgürlüğü, sınır ötesiyle ticaret yapma özgürlüğü, alternatif para birimlerini kullanma özgürlüğü ve benzeri şeyleri ölçen bir endekstir bu. Pratikte tüm ekonomiler karma ekonomilerdir, dolayısıyla bir tanesi bile 10 puan alamaz, hatta 9 bile alamaz. Ancak bazıları bu düzeye diğerlerinden daha yakındır. Endeksin en üst sıralarında Hong Kong, Singapur ve İsviçre, en alt sıralarında ise Sudan, Zimbabve ve Venezuela yer almaktadır.
Söz konusu endeks çok net bir örüntü ortaya koymaktadır. Bu listenin üst sıralarında yer alan ülkeler daha zengin, bahsettiğim tüm göstergelerde daha iyi durumda olup, çevre koruma konusunda da daha iyi performans göstermektedirler. Bu ülkeler ölçebildiğimiz her konuda, yaşamak için son derece açık bir şekilde daha iyi yerlerdir. Aradaki korelasyon oldukça güçlüdür; özellikle de Ekonomik Özgürlük Endeksi ile sonuç ölçütlerinin farklı zaman ölçeklerinde işlediğini dikkate alındığında. Örneğin, Baltık ülkeleri 1990’larda ekonomilerini çok hızlı bir şekilde liberalleştirmişlerdir, ancak ekonomik ve sosyal sonuçların bunu yansıtması çok daha uzun zaman almıştır.
Nedensellik, yalnızca korelasyon değil
Bu sadece bir dizi iki değişkenli korelasyondan ibaret değildir. Ekonomik özgürlük ile geniş anlamda refah arasında nedensel bir ilişki olduğuna inanmak için güçlü nedenler vardır. Bunlardan üçüne çok kısaca değineceğim.
İlk olarak, Ekonomik İşler Enstitüsü [Institute of Economic Affairs]’nün bir anlamda dolaylı kurucusu olan ekonomist Friedrich Hayek, piyasa rekabetini her zaman bir “keşif süreci” veya “keşif prosedürü” (Entdeckungsverfahren) olarak tanımlamıştır. Bununla kastettiği şey basitçe şudur: bırakın başarılı bir ekonomiyi, başarılı bir işletmeyi ya da başarılı bir sanayiyi bile nasıl organize edeceğimizi başlangıçta bilemeyiz, çünkü iktisadi hayatla ilgili çoğu şey önceden bilinemez. Çoğu başarısız olacak pek çok farklı şeyi denemek zorundayız. Piyasa ekonomisi evrimsel bir öğrenme sürecidir. Hayek bunu ta 1960’larda söylemişti, ama o zamandan bu yana iş dünyasının tarihi tecrübesi bunun doğru olduğunu çarpıcı bir şekilde teyit etmiştir. Bugün kullandığımız hemen her başarılı ürün, endüstri veya teknolojinin geçmişine bakarsanız, genellikle sürecin ilk günlerinde bilgili insanların, gayet kendinden emin bir şekilde, bu işin asla başarılı olamayacağını tahmin ettiklerini görürsünüz. Şimdiye kadar başka hiçbir ekonomik sistem piyasaların keşif işlevinin yerini alabilmiş değildir.
İkinci olarak, iktisadi hayatın koordinasyonunda fiyat sinyallerinin rolü vardır. Fiyat mekanizması, milyonlarca insan arasında ekonomik açıdan önemli bilgilerin toplanması ve yayılması için son derece etkili bir yöntemdir. Tüketiciler üreticilerle bu şekilde iletişim kurar, onlara neyi daha fazla istediklerini ve neyi daha az istediklerini söylerler. Üreticiler de tüketiciler ile fiyat sinyalleri üzerinden iletişim kurarak onlara neyin görece kıt, neyin görece bol olduğunu söylerler. Bir kez daha, piyasa dışı hiçbir sistem fiyat mekanizmasının yerini alabilmiş değildir.
Son olarak, çok sayıda anti-kapitalist, açgözlülük ve bencillik gibi piyasa ekonomisine atfettikleri tüm olumsuz özelliklerin sadece kapitalizme özgü olduğunu, farklı bir sistem altında bunların ortadan kalkacağını varsayma hatasına düşmektedir. Bunlar yok falan olmazlar. Bugün piyasa dışı alanda da bunların ortadan kalktıkları falan yoktur. Siyasi süreç de en az piyasa kadar, hatta belki de daha fazla bencillik ve açgözlülükle malul olabilir. Tekrar tekrar aklıma gelen takıntılarımdan biri konut krizi ve organize NIMBY[3] gruplarının bunda oynadığı roldür. NIMBY’ler çok bencil insanlardır. Adamların tavrı şudur: “Benim zaten güzel bir evim var, başkaları da umurumda değil. Ben konut inşasını engelleyecek siyasi güce sahibim ve bunu da kullanacağım.” Bu olabildiğince bencilce bir tutumdur; ancak bu bencillik kendisini piyasa ekonomisinin dışında ifade etmektedir. İstediklerini elde etmek için birileri siyasi süreci, siyasi araçları kullanmaktadırlar. Piyasaları ortadan kaldırıp yerine siyasi kararları koyduğunuzda, her şeyin diğerkâmlık ve “kamu yararı” kaygısına dayanacağı fikri, en hafif tabirle, umutsuzca naif bir safdilliktir. Siyasi alanda bencillik ve açgözlülük piyasadakinden çok daha yıkıcıdır. Siyasi alanı olabildiğince daraltmayı, gönüllü mübadele alanını ise olabildiğince genişletmeyi tercih etmemin bir nedeni de budur.
Piyasalarda işler pek çok şekilde ters gidebilir. Bir ekonomist olarak bunun fazlasıyla farkındayım. Ancak her şeye rağmen, ben hâlâ kapitalizmin (kötü) şöhretinden gerçekte çok daha iyi olduğunu düşünüyorum.
(15 Nisan, 2025. https://iea.org.uk/in-defence-of-capitalism/)
Çeviren: Mustafa Acar
[1] Y kuşağı “Milennials,” 1990’larda doğanlar; Z kuşağı “Zoomers,” 2000’lerde doğanlar. (Çev.)
[2] Baby Boomers: ABD’de 1946 ile 1964 arasında doğanlar. (Çev.)
[3] NIMBY: Not in my backyard; “Benim Arka Bahçemde Olmasın” (BABO olarak kısaltalım, Türkçe literatüre armağanımız olsun!) anlamına gelen, “istemem yan cebime koy,” “iyi ama uzağa yapın,” “bana dokunmasın yeter” gibi anlamlar ima eden, başkalarının durumunu umursamama ve kendini hariç tutma haleti ruhiyesinin ifadesi. (çev.)