Geçen haftanın sanırım en dikkat çeken siyasî olayı, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘’Saray’ın talimatıyla’’ iç siyasete müdahale edebileceğinden endişe ettiği SADAT adlı örgütün karargâhına adeta baskın yaparak SADAT’çıları tehdit etmesi oldu: ‘’Seçimin güvenliğini sarsacak herhangi bir şey olursa sorumlusu SADAT’tır ve Saray’dır.’’ Kılıçdaroğlu daha sonra grup toplantısındaki konuşmasında da aynı meseleye temas ederek şunları söyledi: ‘’Milletimiz özgürlüklerine yönelik tehditlerle karşı karşıyadır. (…) Paramiliter benzeri tüm yapılara, birlerinin kâtipliğini yapan mektupçu mafyalara, kendini derin devlet ilan etmiş müptezellere sesleniyorum, haddinizi bileceksiniz.’’
Bu konuşmadan birkaç gün sonra İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener de, bir gazeteye verdiği ilginç mülâkatta, söz konusu örgüt hakkındaki endişelerinden bahisle, bu yapıyı ilk defa kendisinin 2017 yılında deşifre ettiğini hatırlatmakla yetinmeyip, bunun ‘’Devletin kayıtları’’na girdiğini söyledi. Akşener bu arada Kılıçdaroğlu’nun SADAT’a yönelik hamlesinin de onun ‘’kendisine gelen bilgiler’’e dayandığını belirterek, ‘’Bu bilgilerin, Kemal Bey’in açıklamalarının ciddiye alınması gerekiyor’’ dedi.
Bana sorarsanız, Meral Akşener’in bu bağlamda ‘’Devletin kayıtları’’na atıfta bulunmasını bayağı ‘’ciddiye almak’’ gerekiyor. Malum, vaktiyle Akşener kendi Partisinin ‘’FETÖ’’cülükle suçlanan İstanbul İl Başkanı hakkında ne yapması gerektiğine karar vermek için Millî Savunma Bakanı ve MİT Müsteşarı’ndan isnatla ilgili bilgi almak istemiş, onlar da ‘’Bizde (yani, Devlet’te) böyle bir kayıt yok’’ cevabı vermişlerdi. (Bkz., 25 Ekim 2020 tarihli ‘’Bizde Öyle Bir Kayıt Yok’’ başlıklı yazım). Buradan da anlıyoruz ki, Akşener’in Kılıçdaroğlu’ya geldiğini söylediği ‘’bilgiler’’in kaynağı da ‘’Devlet’’tir.
Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesinin ahlâken ve siyaseten doğru olduğuna şüphe yok. Elbette amaçları, faaliyetleri ve bağlantıları hakkında ciddî kuşkular bulunan paramiliter yapı ve örgütlerin varlığı demokratik düzen için tehdit oluşturduğu gibi, bu durum hukukun üstünlüğüne bağlı devlet anlayışıyla da bağdaşmaz. Görünüşe göre ticarî bir şirket olan SADAT’ın da isteyen yabancılara (belki TC yurttaşlarına da) gayrı nizamî harp teknikleri eğitimi verdiği ve ayrıca silâh ticareti yaptığı veya buna aracılık ettiği söyleniyor. Dahası, etrafta bu örgütün 15 Temmuz 2016 gecesi ve sonrasında kimi provokasyonlar yaptığı, bu arada darbe girişimini bastırma bahanesi altında birçok masum sivil vatandaşı infaz ettiği veya yaraladığı yolunda söylentiler de dolaşıyor.
Burada tuhaf olan, Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesiyle kendisinden pek beklenmeyen bir ataklık ve cesaret örneği sergilemiş olması. Bunun ilk akla gelen nedeni, Kılıçdaroğlu ve altılı ittifakın AKP’nin önümüzdeki seçimlerde iktidardan düşeceğine kesin kanaat getirmiş olmaları olabilir. Çünkü ancak böyle bir durumda kontrolü altına girecek olan devlet iktidarını kullanarak AKP’nin gerek kamu bürokrasisindeki ve yargıdaki partizanlarına, gerekse ‘’sivil’’ aparatlarına ve yandaşlarına ‘’hadlerini bildirebilir.’’
İkinci ve bununla bağlantılı bir neden, Kılıçdaroğlu’nun ‘’kendisine gelen bilgiler’’in SADAT’ın konumunun artık ‘’Devlet’’i de rahatsız ettiğini gösteriyor olması ihtimalidir. Başka bir deyişle, SADAT’ın tasfiyesi devletin önceliklerinden biri haline gelmiş olabilir; nitekim bu gelişmelerden sonra Tayyip Erdoğan da SADAT ile arasına mesafe koyduğu izlenimi veren bir açıklama yapmıştır. Şimdi mesele, SADAT’ın tasfiyesinin AKP ve Erdoğan’ı da kapsayıp kapsamadığında. Bu da, daha önce Gülen Cemaatinin tasfiyesi meselesinde olduğu gibi, Erdoğan’ın iktidarını sürdürmek uğruna SADAT’ı gözden çıkarmaya hazır olup olmadığı meselesini gündeme getirmektedir.
Son hafta içinde meydana gelen başka bir gelişme de ‘’Devlet’’in önümüzdeki dönem için siyaseti dizayn etme konusunda yeniden inisiyatif almaya başladığını adeta teyit etmektedir. Bu, Ali Babacan’ın, görünüşe göre hiç gereği yokken, 15Temmuz darbe girişimi hakkında Devletin ve Erdoğan’ın ortak ( resmî) tezini kabul ettiği mesajını veren bir açıklama yapma ihtiyacı duymuş olmasıdır. Hatta KHK’lılar konusundaki vaadinin gerçekte resmî tezle aşağı yukarı aynı olması da Partisinin Devletle uyum arayışının (sistem nezdine meşruluk arayışının da denebilir) bir ifadesi olduğu söylenebilir. Unutmayalım ki, ‘’KHK’lılar’’ konusu Kürt meselesiyle bağlantısı yüzünden Devlet açısından bir güvenlik meselesidir. Babacan’ın bu çıkışının, onun gerek ‘’FETÖ’’ gerekse ‘’KHK’lılar’’ konusunda aldığı tutum sayesinde muhalefet blokunun muhtemel iktidarında garantili bir ‘’meşru’’ ortak konumu elde etme arayışıyla ilgili olduğu düşünülebilir.
Son gelişmeler içinde benim anlamlandıramadığım tek olay, Kılıçdaroğlu’nun ve altılı ittifakın kimi üyelerinin aksini düşündüren açıklamalarına rağmen, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 2023 seçiminde Cumhurbaşkanlığına aday olma niyetinden vaz geçmediğini gösteren sözler sarf etmiş olmasıdır. Nitekim İmamoğlu 19 Mayıs’ı kutlama amaçlı mitingde vatandaşlara İstanbul Belediye Başkanı değil de Cumhurbaşkanı adayıymış gibi, ‘’Gelin, geleceği birlikte kuralım. Gelin, bu ülkeyi hep birlikte değiştirelim’’ çağrısında bulundu. Bu durum ’’Devletin içinden’’ bazı odakların İmamoğlu’ya bu yönde fısıldadıklarını düşündürmekteyse de, ben bunu güçlü bir ihtimal olarak görmüyorum. (Diyalog, 22 Mayıs 2022)