Bilindiği gibi, Alman sosyolog Ferdinand Tönnies ünlü Gemeinschaft und Gesellschaft (1887) adlı eserinde modernlik ve sanayileşmenin toplumsal yapıda yol açtığı değişimi açıklamak için ‘’cemaat’’ ile ‘’cemiyet’’ arasında yaptığı bir ayrıma başvurmuştu. Tönnies cemaat (gemeinschaft) ile bireyselliğin toplu varoluş içinde kaybolduğu, ortak inanç ve değerler etrafında kenetlenmiş olan dayanışmacı bir sosyolojik formasyonu kastediyordu. Cemiyet/toplum (gesellschaft) ise bireysellikler temelinde farklılaşmanın ön planda olduğu ve daha çok formel hukukî ilişkilere dayanan ortak varoluş tarzını ifade ediyordu.
Tönnies’e göre, en azından Batılı toplumlarda modernleşme ve sanayileşme geleneksel cemaatçi yapıların dağılmasına ve cemiyet tipi toplumsal varoluş biçiminin egemen hale gelmesine yol açmıştı. Bu değişimi kısaca komüniteryenizmden bireyciliğe veya geleneksel cemaatçi toplumdan modern bireyci topluma geçiş olarak nitelendirebiliriz. Tönnies bu değişimin toplumu bir arada tutan birincil ilişkiler, dayanışma ve ortak değerlerin zayıflamasına yol açmasından, başka bir deyişle toplumun dağılmasından veya çözülmesinden endişe ediyordu.
Oysa Tönnies yanılıyordu, çünkü birincil yapıların gerileyerek bireyselleşmenin ve formel yapıların ön plana çıkması ne toplumun çözülmesi ne de dayanışmanın yok olması anlamına gelmiştir. Aslında Tönnies’ten bir asır önce İskoç Aydınlanması düşünürleri toplumsal düzenin geleneksel temellerinin sarsılmasının ortaya çıkardığı sorunu görmüş ve düzenin temellerini eskiden olduğu gibi toplumun dışındaki Tanrı veya Kral gibi eski referanslarda değil toplumsal yapının kendi içindeki dinamiklerde aramak gerektiğini savunmuşlardı. Onlar 17. yüzyıldan itibaren başlayan toplumsal düzen bunalımına cevap olarak, toplumun varlığını mümkün kılan duygudaşlık (sempati) ve hayırhahlık gibi ahlâkî duygu ve değerleri keşfederek öne çıkarmaya çalıştılar.
Bu bağlamda David Hume insan davranışına yol gösteren normları insan doğasının değişmez özelliklerinde aramak gerektiğini söylüyordu. Hume’a göre toplumda barış, düzen ve adaleti sağlayan uzlaşmaya dayalı pratiklerin (genellikle, teamüller/konvansiyonlar) temeli insan doğasının yapısında bulunuyordu. Benzer bir yaklaşımla Adam Smith de insanların sadece kendini düşünen varlıklar olmadıklarını, bireylere aynı zamanda topluma uyma ve takdir görme eğiliminin de rehberlik ettiğini vurguluyordu. Adam Ferguson ise siyasî iktidar ve zenginliğin yozlaştırıcı etkilerine karşı gönüllü sivil örgütlenmelerin önemine dikkat çekmişti.
Özetle, İskoç filozofları ‘’kamusal ruh’’un önemi ile -gönüllü sivil örgütlenmenin de temelini oluşturan- bireysellik arasında zorunlu bir karşıtlık gömüyorlardı. Onlar, bu arada gayet isabetli olarak, birincil toplumsal ilişkilerden kaynaklanan dayanışmanın gerilemesinin bireyler arasındaki gönüllü birliklerin oluşturulması yoluyla telâfi edilebileceğini ve dolayısıyla bireysel varoluşun cemaatçi veya kolektivist kaygılara feda edilmesinin zorunlu olmadığını savunmuşlardır. Başka bir ifadeyle, İskoç Aydınlanmacılarına göre, toplumsal varoluş bireylere zorla dayatılan suni bir statü değildi ve toplum halinde var olmanın güvencesi toplumsallığın (sociability) insan doğasında saklı olmasında yatıyordu.
Evet, İskoç Aydınlanmacılarının da fark etmiş oldukları gibi, toplum bir bakıma bireysellik ile bireylerdeki toplumsallık eğiliminin (sociability) bir kombinasyonudur. Modern uygarlığı ve insan refahının bugünkü muazzam düzeyini de zoraki kolektivist dayanışmaya değil, söz konusu sentezi sağlayan piyasa toplumlarında bireysel gönüllülük temelinde yürüyen işbölümü ve işbirliği mekanizmalarına borçluyuz. Bireyci düşüncenin karakterize ettiği kültürel değişim de bu sürece eşlik etmektedir, daha doğrusu bu gelişmeyi sağlayan büyük ölçüde düşünce ve kültürdeki bireyci dönüşümdür. Richard Ebeling’in özetlediği gibi, ‘’bireyci düşünce ve ruh insan bireyinin kolektif bir grubun veya kabilenin kontrol, manipülasyon ve fedakârlık nesnesi olduğu görüşünden toplumu uzaklaştıran bir kültürel değişimin öncüsü olmuştur.’’ (For A New Liberalism, 2019, s. 354)
Bu durum karşısında, günümüz toplumlarında halâ komüniteryen -hatta kolektivist- eğilimlerin güçlü bir etkisinin var olması şaşırtıcıdır. Bunu söylerken, elbette, modern bireyci toplumlarda cemaatçi eğilimlere yer olmadığını ve dolayısıyla cemaatçi yapıları toplum dışına atmak gerektiğini kastetmiyorum. Cemaatçi eğilimlerin ve cemaat tipi toplumsal formasyonların var olmadığı bir toplum tasavvuru zaten gerçekçi değildir. Kaldı ki, kendiliğinden bir şekilde teşekkül etmiş olan ve mensuplarına ‘’çıkış hakkı’’nı tanıyan cemaatçi yapıların var olma hakkını reddetmek özgür toplum anlayışıyla da bağdaşmaz.
Özgür toplum inanç, ideoloji ve hayat tarzı bakımlarından türdeş ve tekdüze bir toplum demek değildir, özgür toplum farklı varoluşların barış içinde bir arada yaşayabildiği bir çeşitlilikler armonisidir. Bundan dolayı, bireysellik ve özgürlük için asıl tehlike toplumda cemaatçi eğilimler ve yapıların varlığı değil; ister dinci, ister sağcı, isterse solcu biçiminde olsun, cemaatçiliğin cebrî yoldan bütün bir topluma dayatılmasıdır. (Diyalog, 8 Aralık 2024)