Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurunun yıldönümü ve Mahkemeye son atanan üyenin and içmesi vesilesiyle yapılan törende Mahkeme’nin Başkanı tuhaf bir konuşma yaptı. O kadar tuhaf ki, bu konuşma hakkında dindar-muhafazakâr bir gazeteci tam bir açık sözlülükle şöyle yazdı: ‘’AYM Başkanının bu konuşması özü itibarıyla ‘hutbe’de okunsa garip karşılanmaz.’’ (Faruk Çakır, 13 Eylül 2024, Yeni Asya).
Evet, aynen öyle. Özellikle konuşmanın hâkim ve savcılara yönelik uyarı ve tavsiyeler kısmı pekalâ bir camide ‘’Cuma hutbesi’’ niyetine okunabilecek bir metin hüviyetinde.
Gerçi Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşmasının ana vurgusu -olması gerektiği gibi- ‘’adalet’’ idi, ama konuşma metnindeki adalet kavramlaştırması gerek referansları gerekse üslubu ve terminolojisi bakımından hukukî olmaktan çok dinsel bir nitelik taşıyordu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan alışıldık atıflar dışında, bu metnin referansları esas itibariyle İslam dininin norm kaynakları olan Kur’an ve Sünnet idi ve üslûbu da tipik bir din görevlisinin vaaz ve nasihat üslûbunu andırıyordu.
Nitekim adalet meselesinde ana referans olarak iki defa ‘’Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’’e atıf yapan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasa Mahkemesi Başkanı hâkim ve savcıların adalete riayet etmelerini onların anayasal-hukukî bir ödevi ve adaletin evrensel bir gereği olarak değil de, öte dünyada Tanrı’nın cezalandırmasından kaçınmak için zorunlu olan dinî bir vecibe olarak kavramlaştırmaktadır.
Sadece bir örnek olarak şu sözlere bakınız: ‘’Unutmayalım ki bir gün mizan kurulur, bütün defterler dürülür, hesabı bizlerden sorulur. / ‘’Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı [korkuyla donup kalacağı] bir güne erteliyor.”
Ayrıca, odağında adalet kavramının yer aldığı bu metinde müellifinin hukukun adalet ile ilişkisini felsefî-kavramsal düzeyde ele alan literatüre aşina olduğunu gösteren herhangi bir işarete rastlanmadığı gibi, kullanılan terminoloji de hukukun evrensel diliyle pek ilgili değildir. Dil ve üslûptaki bu belirgin dinsel yerellik başka bir yerde de kendisini bu sefer laik bir görünüm altında sergilemektedir: Sayın Başkanın hâkim ve savcılara, görevlerini hukukun evrensel ilke ve standartlarının genel bağlamından neredeyse bağımsız olarak, ‘’pozitif hukuk düzenimizin öngördüğü çerçeve içinde’’ kalarak yerine getirmelerini tavsiye etmektedir.
Öte yandan, konuşmada öne çıkan başka bir husus ta şudur: Hâkim ve savcıların görevlerini yerine getirirken kendilerini yönlendirmesi gereken kaygılar söz konusu olduğunda öncelik adalete ve evrensel insan haklarına değil de, yargı mensuplarının ‘’Devletimize, milletimize, vatanımıza karşı olan sorumlulukları’’na verilmektedir. Sayın Başkan’a göre, hâkim ve savcıların görevlerini, ‘’Necip Türk Milletini ve Büyük Türk Devleti’ni parçalamaya, bölmeye, çökertmeye’’ çalışanlara karşı bir uyanıklıkla yerine getirmeleri gerekmektedir.
Oysa böyle bir devletçi ve güvenlikçi uyarının normal muhatabının yargı mensupları değil de kolluk görevlileri, bu uyarıyı yapanın da bir yüksek mahkeme başkanı yerine bir siyasetçi veya yüksek güvenlik bürokrat olması beklenirdi.
Başka bir ilginç nokta da Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşmasında yargıçlardan ‘’kardeşlerim’’ diye söz etmesidir. Bu hitap tarzı belli ki sayın Başkan’ın dünya görüşüyle uyumludur ama kendisinin kamusal bir kişilik olarak böyle konuşmaya yetkili olduğu şüphelidir. Sanırım sayın Başkan böyle davranmasında bir sakınca olmadığının güvencesini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yurttaşlara bu şekilde hitap etmeyi alışkanlık haline getirmiş olmasında bulmuş olmalıdır.
Ne var ki, kamusal makam sahiplerinin yurttaşlara ‘’kardeşlerim’’ diye hitap etmeleri demokratik bir cumhuriyet olma iddiasındaki bir devlette uygun bir davranış değildir. Bu hareket tarzı olsa olsa cemaatçi topluluklarda ve/veya etnik veya dinsel temelli kardeşlikçi dayanışma örgütlerinde anlamlı olabilir.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti cemaatçi bir yapı veya bir kardeşlik örgütü değil bir yurttaşlar birliğidir, laik bir siyasî birliktir. Cumhuriyet’in kurucu özneleri de birbirine dinî veya etnik bağlarla bağlı olan ‘’kardeşler’’ değil; eşit onur ve statü temelinde, evrensel insan haklarıyla birlikte yurttaşlık haklarına da sahip olan birey-yurttaşlardır.
Şimdi, kamusal bir söylevinde dinsel norm ve icaplara atıf yapmasına ek olarak, meslektaşlarına ‘’kardeşlerim’’ diye hitap etmesinden anlaşıldığı kadarıyla, Anayasa Mahkemesi Başkanı ‘’din kardeşliği’’ni, Türkiye Cumhuriyeti’nin belki ana kimlik tanımlayıcısı olarak değil ama en azından o kimliğin kurucu bir unsuru olarak görmektedir.
Neyse ki, sayın Başkan bu konuda Türkiye’yi doğrudan doğruya din kardeşliği temelinde bir araya gelmiş olan ‘’ümmetçi’’ bir siyasî birlik olarak gördüğünü düşündüren Cumhurbaşkanı Erdoğan kadar ileri gitmemektedir.
Eh buna da şükür!
(Diyalog, 22 Eylül 2024)