Mikroekonomi ilkeleri ve orta düzey mikroekonomi ders kitaplarının çoğu piyasa başarısızlığına en az bir bölüm ayırır; bu bölüm tipik olarak “piyasa gücü”, “kamu mallarının” yetersiz tedariki ve “dışsallıklar” konularını içerir. Ders kitaplarında genellikle hükümetlerin idealize edilmiş verimlilik modellerine uymadığı gerçeğine dair bazı kabuller yer alsa da “hükümetin başarısızlığına” belirli bir oranda yer ayrılması nadirdir ve öğrencilerin piyasaların neredeyse her yerde bulunan bu eksikliklerine çözümün hükümet müdahalesi olduğu sonucuna varması kolaydır.
Çevresel Düzenleme Savunucuları
Tecrübelerime göre, dışsallıklar- genellikle çevre sorunları- piyasaları ve hükümeti anlamaya çalışan öğrenciler için en zor konulardan biri olmuştur. Kirlilik sorunları devlet müdahalesi gerektirmez mi?
Genellikle, dışsallıklar bölümü özel maliyetler (veya faydalar) ile sosyal maliyetler (veya faydalar) arasındaki farkı gösteren birkaç diyagram içerir. Negatif dışsallıklara ilişkin diyagram genellikle marjinal özel maliyet (MPC), marjinal sosyal maliyet (MSC) ve marjinal özel fayda (MPB) ifadeleri ile Şekil 1’deki gibi görünür. Öğrenciler daha sonra negatif dışsallığa neden olan malın optimal çıktı miktarı (Q*) ile piyasada üretilen çıktı miktarı (QM) arasındaki farkı gözlemlemeye yönlendirilir. Q* miktarını aşan herhangi bir üretim faydalardan çok maliyetlere katkı sağlayarak “dara kaybı” (DWL) olarak adlandırılan net bir kayıp yaratır. Bu dara kaybının varlığı piyasa başarısızlığının kanıtı olarak kabul edilir ve yazarlar normalde hükümetin piyasayı Q*’ya doğru itebileceği çeşitli yolları değerlendirmeye devam eder.
Şekil 1: Negatif dışsallıklarla sonuçlanan çıktı miktarının maliyet ve faydaları arasındaki fark
Walter Block, dışsallıkların piyasa başarısızlığı olarak ele alınmasının sorunlu olduğunu ileri sürmüştür. Eğer kirliliğe maruz kalan kişi zararını tazmin edemiyor ya da bir mahkemeden ihtiyati tedbir kararı aldıramıyorsa -ki bu on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar tipik bir çözüm yoluydu- o zaman bu piyasanın başarısızlığı değil, hükümetin mülkiyet haklarını korumadaki başarısızlığıdır. Bir zamanlar mülkiyet haklarının korunmasında makul ölçüde gayretli olan mahkemeler, 1800’lerin ortalarında bu korumaları zayıflatmaya başladı. Örnek olarak, 1866 tarihli Ryan v. New York Central Railroad Co. davasında (35 N.Y. 210), demiryolu şirketinin ihmali nedeniyle yanan ve demiryolunun yakınındaki odunluktan çıkan kıvılcımların tutuşturduğu bir evin kaybından demiryolunun sorumlu tutulmaması gösterilebilir. Buna rağmen, mahkeme koruması uzun bir süre daha gücünü korumuştur.
Kirlilik gibi rahatsızlıklara ilişkin ihtilafları çözmek için mahkemelerce çıkarılan yasaların dışsallıklarla başa çıkmada giderek yetersiz kaldığı düşünüldüğünden, hükümet müdahaleleri tipik olarak üç şekilde olmuştur: (1) komuta ve kontrol düzenlemesi, (2) emisyon vergileri ve (3) üst sınır ve ticaret (ticarete açık izin) sistemi.
Komuta ve kontrol düzenlemesi, esnek olmayan ve bu nedenle daha maliyetli olması muhtemel olan yollarla emisyon azaltımlarını sağlamaya çalışmasıyla birçok ekonomist tarafından benimsenmemektedir. Ayrıca, endüstri lobicilerinin düzenleyici bürokrasiler yoluyla rakiplerini elemek için bazı teknolojileri kullanmayı zorunlu tutması bu yöntemi “ahbap-çavuş kapitalizmine” karşı daha az dirençli kılar. Ekonomistler için emisyon vergileri ve ticarete açık izinler çok daha caziptir.
Emisyon vergileri iklim politikalarının bir parçası olarak yeni bir ilgi görmüştür. Son birkaç yılda federal karbon vergisi (Pigouvian), “Green New Deal” dahil olmak üzere, liberteryen olduğunu iddia eden bir kesim tarafından bile sayısız kez önerilmiştir. Ticarete açık izin sistemleri Amerika Birleşik Devletleri’nde, özellikle de 1993 yılında sülfür dioksit izinlerini açık arttırmayla satmaya başlayan Çevre Koruma Ajansı’nın Asit Yağmuru Programı’nda, yıllardır kullanılmaktadır. Ticarete açık izin sistemleri piyasa dostu ekonomistler için yüzeysel bir çekiciliğe sahiptir, çünkü izinler bir piyasada işlem görmektedir. Ne yazık ki, bu sadece düzenleyiciler tarafından dikte edilen izin arzı ile yarı bir piyasadır.
Çoğu ekonomist bu politikalardan birine ya da diğerine yakın görünür. Oysa hem emisyon vergileri hem ticarete açık izin planları vahim hatalar barındırır.
Kirlilik Hesaplama Problemi
Birincisi, ister bir vergi belirlemek isterse emisyonlara bir üst sınır oluşturmak amacıyla olsun, hükümet kirliliğin yol açtığı maliyetleri belirleyemez. Şekil 1’deki diyagrama bakacak olursak, MSC’yi bulmanın bir yolu yoktur, bu da hükümetin vergiyi ne kadar yüksek belirleyeceğini bilemeyeceği ve ticarete açık bir izin sisteminin kaç tane izin oluşturulması gerektiği konusunda yararlı bilgilere sahip olmayacağı anlamına gelir.
Art Carden’in ifade ettiği gibi, “Belirli bir düzenlemenin ‘işe yarayıp yaramadığını’ bilmek için gereken bilgi tam anlamıyla mevcut değildir ve firmalar ile hükümetler arasındaki temel fark, firmaların (…) kararları için hükümetlerde bulunmayan piyasa testlerine sahip olmalarıdır.”
Ancak, ekonomistler ve politika yapıcılar gerekli bilginin ellerinin altında olduğunu ya da bu zorluğun güvenli bir şekilde göz ardı edilebileceğini iddia etmeye devam etmektedir. William Baumol, 1972 yılında American Economic Review dergisinde yazdığı bir makalede, Pigovian vergilerini savunurken bu bilgi sorunlarını kabul etmiştir:
“Pigouvian geleneğinin vergi sübvansiyonu yaklaşımı prensipte geçerli olmasına rağmen, uygulama açısından ciddi zorluklarla karşılaşılmaktadır. Çünkü Pigouvian vergi sübvansiyonu önerilerini uygulamak için gereken veriler olan sosyal maliyetlerin büyüklüklerini nasıl tahmin edeceğimizi bilmiyoruz.”
Daha sonra, “gerekli vergi ve sübvansiyonları nasıl hesaplayacağımızı bilmiyoruz ve bunları deneme yanılma yoluyla nasıl tahmin edeceğimizi de bilmiyoruz” diye belirtmiştir.
Ne yazık ki, Baumol esasen bu sorunları göz ardı etmiş ve “bir dizi asgari kabul edilebilirlik standardı temelinde” hareket etmeyi, “bu kirletici maddenin yeterli olduğu düşünülen bazı azami seviyelerini” bulmayı önermiştir. Elbette bu, kendisinin de kabul ettiği gibi, bilgi sorununu (ne oranda “kabul edilebilir” veya “tatmin edici” olduğu sorusu) halının altına süpürmektedir. “Ancak” diyor Baumol, “mükemmellik konseyleri tarafından felç edilmemize izin verirsek, pişmanlık duymak için daha büyük nedenlerimiz olabilir.” Başka bir deyişle, kirliliği azaltmak için bir şeyler yapmak, hiçbir kirlilik sınırı koymamaktan daha iyidir. Baumol ve bugün hala emisyon vergilerini veya ticarete açık izinleri savunanlar, kendi sorunlu analitik çerçeveleri içinde bile, MSC’yi abartmanın ve dolayısıyla çok yüksek vergiler veya çok düşük emisyon üst sınırları ile “aşırı düzeltmenin” kolayca mümkün olduğunu ve böylece dara kaybı üçgeninin boyutunu azaltmak yerine artırdığını görememektedir (bkz. Şekil 2). Ayrıca, çevresel ihlallerin önlenmesinde haksız fiil ve rahatsızlık hukukunun etkinliğini takdir etmekte de başarısız olmaktadırlar. Murray Rothbard, 1982 tarihli klasik makalesi “Hukuk, Mülkiyet Hakları ve Hava Kirliliği “nde bu merkezi olmayan, mahkeme temelli yaklaşımın (ortak hukuk) değerini bize hatırlatmıştır.
Şekil 2: Negatif dışsallıklar üzerindeki aşırı vergilerin çıktı miktarı üzerindeki etkileri
Çevresel Adalet(sizlik)
İkinci büyük sorun ise ne emisyon vergilerinin ne de ticarete açık izinlerin, kirlilik mağdurlarının uğramaya devam ettikleri kayıpları telafi etmeleri için net bir yol sunmamasıdır. Para cezaları ya da izin ihalelerinden elde edilen gelirler, kirliliğe katlananlara değil hükümete gitmektedir. Gerçekten de ister komuta-ve-kontrol ister başka bir düzenleme türü olsun, uzun yıllar boyunca gelişen otoriter çevre hukuku aygıtının tamamı, çevre kirliliğine sebep olanların komşularının mülkiyet haklarını korumakta başarısız olmuştur. Kömürle çalışan bir termik santralde yıkayıcı kullanılmasını zorunlu kılmak ya da sülfür dioksiti vergilendirmek, kalan emisyonlardan olumsuz etkilenebilecek bir kişinin zararını telafi etmek için hiçbir şey yapmaz. Ayrıca, ticarete açık izin sistemleri kapsamında emisyon izinleri farklı bölgelerdeki kirleticiler arasında değiş tokuş edilirse, emisyonlar bir kirleticinin komşularından diğerine kayacak ve bu kirlilik mağdurlarına herhangi bir tazminat ödenmeyecektir. Görünüşe göre adalet, izinleri satın alan firmanın yayacağı kirlilikle orantılı olarak komşularına ödeyeceği tazminatı artırmasını, izinleri satan firmanın ise komşularına ödeyeceği tazminatı azaltmasını gerektirecektir. Dolayısıyla, mülkiyet hakları korunduğu müddetçe, izinleri alan firmaya izinleri veren firma tarafından ödeme yapılacaktır, çünkü alıcı, komşularına tazminat verme yükünü üstlenmektedir. Ancak, ticarete konu olan emisyon izin sistemleri bunun tam tersini üretmektedir: izinleri alan firma, izinleri sağlayan firmaya ödeme yapmaktadır. Bazı kişilerin kazançları ve diğerlerinin kayıpları önemsiz kabul edilir.
Bu durum önemli etik sorunlar yaratsa da ana akım iktisatçıların çoğu bunları görmezden gelmeye ve “sosyal verimlilik” gibi anlaşılması zor bir noktanın peşinden gitmeye istekli görünmektedir. Murray Rothbard’ın “Hukuk, Mülkiyet Hakları ve Hava Kirliliği” yazısında belirttiği gibi, “sosyal verimlilik kavramı anlamlı olsa bile, yasal ilkelerin oluşturulmasında verimliliğin neden öncelikli düşünce olması gerektiği veya dışsallıkların neden diğer tüm düşüncelerden önce içselleştirilmesi gerektiği sorularına cevap vermezler.” Benzer şekilde, Robert McGee ve Walter Block, ticarete konu olan emisyon izinlerinin, komuta ve kontrol düzenlemesine göre bazı verimlilik avantajlarına rağmen, “mülkiyet haklarının temelden ve yaygın bir şekilde ihlal edilmesine yol açtığını” ve bu “piyasa sosyalizmi” biçiminin, bu hakları sıkı bir şekilde koruyan yukarıda bahsedilen mahkeme tarafında oluşturulmuş ortak hukukla değiştirilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Verimlilik Kimin Umurunda?
Bilgi ve etik sorununu bir kenara bıraksak bile, hükümetten neden en verimli sonucun peşinden gitmesini beklememiz gerektiği açık değildir. Politikacıların ve bürokrasilerin kendi hedefleri vardır- tipik olarak politikacılar seçilmek, bürokratlar ise daha büyük bütçelerle oynamak isterler. Genel ekonomik verimliliği pek de önemsemeyen lobi gruplarının amansız baskısıyla karşı karşıya kalan politikacılar, ekonomi profesörlerinin marjinal sosyal maliyet hakkında söylediklerini memnuniyetle göz ardı edeceklerdir. Çevreci örgütler, Q* değerine ulaşıldığında -ne olduğunu bilsek bile- emisyonların azaltılmasını talep etmekten vazgeçmeyeceklerdir. Doğal gaz üreticileri, karbon vergilerinin kömür rakiplerini dezavantajlı duruma düşürecek kadar yüksek olmasını isteyecek, ancak elektrik şirketlerini nükleer enerjiye yönlendirecek kadar yüksek olmasını istemeyeceklerdir. Çıkar gruplarının rekabet ettiği böyle bir ortamda, Q* ders kitabındaki sonuç ancak nadir bir tesadüf eseri ortaya çıkacaktır.
O halde, bilgi için imkânsız taleplerde bulunan ve hükümet politika yapıcılarından özverili olmalarını bekleyen “verimlilik temelli” teorileri bir kenara bırakmamız iyi olacaktır. Ed Stringham ve Mark White’ın Murray Rothbard’ı izleyerek ifade ettiği gibi:
Faydacı teoriler genel olarak bu hesaplama sorunlarından muzdariptir, ancak hak temelli etik sistemler gibi deontolojik teoriler böyle değildir. Bu tür teorilerde, hukuki kararlar verimlilikten ziyade adalet kavramlarına dayalı olarak verilir ve yargıçlar, dünyanın tüm olası durumlarında, tüm olası eylemlerinin ekonomik sonuçlarını hesaplamak gibi zor bir görevle karşı karşıya kalmazlar.
Burada bahsettiğim birkaç sorun dışında emisyon vergileri ve ticarete açık izin planları ile ilgili başka sorunlar da vardır. Örneğin, Bob Murphy “gelirden bağımsız” bir karbon vergisinin bile “ekonomiye daha fazla dara kaybı yükleyerek, potansiyel çevresel faydaların en azından bir kısmını dengeleyeceğini” göstermiştir. Dahası, böyle bir vergi için yapılan teklifler -ki sonuçta sermaye üzerinden alınan bir vergidir- yanıltıcı iddialarla doludur ve karbon vergileri ekonomik büyüme için yıkıcı olacaktır. Buna ek olarak, bu önerilerin çoğunun teorik olarak uzak gelecekte meydana gelebilecek zararları önlemeye yönelik olduğu düşünüldüğünde, bu uzak torunlarımızın kabiliyetleri ve öncelikleri hakkında daha da az şey bilebiliriz ve maliyetler, bu olası faydalar gerçekleşmeden önce nesiller boyunca geleceğe uzanabilir.
Devlet, emisyon vergileri ve ticarete açık emisyon izinlerinin vaat ettiği piyasa sonuçlarına göre iyileştirmeyi gerçekleştiremez ve işleri daha da kötüleştirebilir. Gördüğümüz gibi, hükümet tüm bir toplum için hangi kirlilik seviyesinin verimli olduğunu belirlemek için ihtiyaç duyacağı bilgiye sahip değildir ve hükümet yetkilileri zaten verimlilikle özellikle ilgilenecek teşviklere sahip değildir. Çevresel yayılma etkilerini tutarsız bir “sosyal verimlilik” yerine haklar temelinde ele almak hem pratik hem de etik açıdan daha savunulabilirdir. Özgürlüğe ve ortak hukuka verilecek yeni bir itibar, mülkiyet haklarının korunması ve kirlilik sorunlarının azaltılması yönünde uzun bir yol kat edilmesini sağlayacaktır.
Yazar: Timothy D.Terrell
Çeviri: Pelinsu Carti
Metnin orijinali:https://mises.org/wire/why-government-pollution-control-fails