Editörden,
Yeni yasama yılının 1 Ekim’de başlamasıyla birlikte ülkenin siyasal gündemi de yeniden ısınacak gibi görünüyor. Bunun ilk işaretini yasama yılının açış konuşmasını yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’yeni anayasa’’ çağrısını tekrarlayarak verdi. Cumhurbaşkanı konuşmasında, birkaç aydır hep tekrarladığı gibi, Türkiye’nin yamalı bohçaya dönmüş olan 12 Eylül Anayasası’nın yerine uzlaşmaya dayalı, sivil, demokratik ve özgürlükçü bir anayasaya ihtiyacı olduğunu vurguladı. Erdoğan ‘’bir kez daha tüm partileri ve milletvekillerini, toplumumuzun tüm kesimlerini, Türk demokrasisini yeni ve sivil bir anayasa ile taçlandırma mücadelemize omuz vermeye davet’’ etti.
Fakat Cumhurbaşkanı’nın bu çağrısında dikkat çeken şöyle bir tuhaflık var: Her ne kadar ‘’kuşatıcı, uzlaşmaya açık’’ anayasadan söz etse de, çağrısında yeni anayasa yapımını muhalefetin de desteklemesi rica edilen ama esasında Cumhur ittifakının kendi meselesi olarak gördüğünü ima eden bir dil kullandı. Kendilerinin bu yoldaki mücadelelerine (‘’mücadelemize’’) muhalefeti ‘’omuz vermeye’’ davet etmesinde bu ima saklıdır. Erdoğan’ın şu sözlerinde bu bakış açısı daha da açık ve belirgindir: ‘’Biz kendi hazırlıklarımızı, hem de çok titiz bir şekilde yapıyoruz. Ama bu demek değildir ki diğer tüm fikirlere kapımızı kapatıyoruz. Yeni anayasanın hazırlık sürecinde her türlü fikre saygı duyarız, her düşünceyi ilgiyle dinleriz, her yapıcı teklifi hayırhahlıkla değerlendiririz.’’ Yani, isteseler muhalefetten gelebilecek ‘’diğer fikirlere’’ kapılarını kapatabilirlermiş.
Cumhur İttifakı demek istiyor ki, ‘’anayasa yapımı meselesinde asıl özne biziz, sizden sadece varsa mütevazi katkılarınızla bizi desteklemenizi bekliyoruz.’’ Bu demektir ki, eğer Anayasayı değiştirmeye sayısal olarak güçleri yetseydi, bu göstermelik nezakete de ihtiyaç duymayacaklardı. Oysa ‘’uzlaşmacı’’ ve ‘’kuşatıcı’’ anayasa yapımı böyle olmaz, aslında anayasa yapımı böyle olmaz. Demokratik anayasa yapımı, bir tarafın taslağına diğerlerinin katılmasıyla değil, toplumun bütün ilgili kesimlerinin aktif bir girişimi olarak ve önlerine hazır bir metin konmadan açık bir müzakereyle tartışarak oluşturacakları bir mutabakat metnine dayanmalıdır. Ayrıca, yapılmak istenen sadece anayasa değişikliği değil de, ifade edildiği gibi yeni bir anayasa ise, o da ancak sırf bu iş için oluşturulacak olan demokratik bir kurucu meclis eliyle veya en azından bu meselenin seçim barajı uygulanmaksızın yapılan son parlamento seçiminin ana gündem maddesi yapılmış olması kaydıyla mümkündür. Kaldı ki, Türkiye’nin halihazırda içinde bulunduğu şartlar siyasî rejimi bütün esaslarıyla yenibaştan kurmaya girişmek için hiç uygun değildir.
Öte yandan, AKP-MHP bloğunun anayasa meselesinde şimdiye kadar ortaya koyduğu tutum, bugün iddialı bir retorikle gündeme getirdikleri yeni anayasa girişiminin asıl amacının sahici bir özgür-demokratik anayasa arayışından çok, rejim üzerinde halihazırda var olan kontrollerini daha da güçlendirmek ve/veya AKP lideri Erdoğan’ın devlet başkanlığı konumunu sürdürmesini sağlamak olduğunu düşündürmektedir. Onun için, muhalefetin bu meselede fazlasıyla ihtiyatlı hareket etmesi gerekmektedir.
Yeni yasama yılının açılmasından söz etmişken, açış konuşmasını yapmak üzere kürsüye gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Özgür Özel’in talimatı üzerine CHP grubunun ayakta karşılayıp ayakta uğurlamasının anlamına ve bunun parti içinde yarattığı huzursuzluğa da işaret etmek gerekir. CHP’nin bu şekilde şimdiye kadarki tutumunun tersine hareket etmesi, beklenebileceği gibi, parti içinde eleştirilere yol açtı, hatta bir ölçüde partinin huzurunu kaçırdı. Bu konuda en sert tepki eski genel başkandan geldiyse de, bu tür bir ‘’normalleşme’’ arayışının siyaseten yanlış olduğunu düşünenin sadece Kılıçdaroğlu olmadığı anlaşılıyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meclis’e girişi sırasında bazı CHP’liler genel başkanlarının talimatına rağmen ayağa kalkmadılar, bazıları da toplantı salonuna girmemeyi tercih etti. Genel başkan Özel’in partisi içinde rahatsızlık yaratan başka bir davranışı da Meclis’in açılış kokteylinde kendisine ve partisine karşı saldırgan üslubu ve tehditleriyle öne çıkan MHP başbuğuyla tokalaşıp samimi bir poz vermesi oldu.
Ancak Özgür Özel’in her iki davranışını da ‘’makama saygı’’ gerekçesiyle haklılaştırmaya çalışması CHP’lileri, hatta belki genel kamuoyunu da pek ikna etmiş görünmüyor. CHP liderinin kavga çıkaran, gerilim yaratan ‘’sorumsuz’’ bir lider imajı vermemek uğruna siyasî iktidar karşısında ‘’uyumlu’’, hatta kimilerince ‘’uysal’’ olarak nitelenebilecek şekilde davranmasının partisinin iktidar yolunda ilerlemesine gerçekten yarayıp yaramayacağı belli değildir. Çünkü bu stratejinin geniş halk kitleleri nezdinde Özgür Özel’in iktidar olma sorumluluğunu alabilecek ve Erdoğan’la başedebilecek ölçüde kararlı, cesur ve atak bir lider olduğu konusunda tereddütler yaratma ihtimali de vardır.
Bu sıralar CHP camiasını endişelendiren, bu sefer İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’yla ilgili olan başka bir önemli sorun daha var. Malum, Yüksek Seçim Kurulu üyelerine hakaret ettiği gerekçesiyle İmamoğlu hakkında başlatılmış olan ceza kovuşturması devam etmektedir. Yani, İmamoğlu’nun bu davada ceza mahkumiyetine çarptırılarak kamu haklarından yasaklanması (‘’siyasî yasak’’) ihtimali bulunmaktadır. Böyle bir durumda İmamoğlu’nun ve onun cumhurbaşkanı seçilmesine umut bağlayanların gelecek seçimde cumhurbaşkanı adayı olma hayali suya düşebilir. Onun için CHP’liler bir taraftan İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi’nde derdest olan başvurunun sonucunu endişeyle beklerken, bir taraftan da mahkemeden siyasî yasak kararı çıkması durumunda ne yapabilecekleri üstünde kara kara düşünüyorlar.
Bu arada son anda İmamoğlu taraftarları için Çorum’daki bir ceza mahkemesinden gelebilecek bir ümit ışığı belirmiş durumda. Buna göre, benzer bir davaya bakmakta olan Çorum 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nin yargıcı ‘’kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret’’ suçunun Anayasaya aykırı olduğu için iptal edilmesini sağlamak amacıyla itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş bulunmaktadır. Yani, CHP’liler şimdi de Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kanun hükmünü Anayasaya aykırılık gerekçesiyle iptal etmesine ümitlerini bağlamış görünüyorlar.
Özgürlük Gündemi Ali Rıza Çoban’ın Liberal Değerler Araştırması’nın hukuk devletiyle ilgili bulguları, Ömer Faruk Şen’in Sinan Ateş Davası kararları ve Caner Gerek’in enflasyonla mücadele politikasının seyri hakkındaki değerlendirme yazılarıyla devam ediyor.
Gelecek sayıda buluşmak üzere.
* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
Türkiye Toplumunun Hukuk Devleti Talebi Var mı?
Özgürlük Araştırmaları Derneğinin Liberal Değerler Araştırması[1] bir kez daha Türkiye’de halkın herkes için özgürlük ve herkes için eşit adalet talebi olmadığını gösterdi. Katılımcıların sınırlı devlet ve hukukun üstünlüğü fikrini ne ölçüde kabul ettiğini ölçmeye yönelik olarak 16 soru içeren anket, 20 Mayıs–10 Haziran 2024 tarihleri arasında Türkiye genelini temsilen 28 şehirde 2011 kişi ile yüz yüze görüşme (F2F) yöntemiyle yapılmış. Araştırmaya katılanların %50.1’i kadın, %49.9’u erkeklerden oluşurken katılanların yaş ortalamasının 36.4 olduğu görülüyor. Eğitim durumu bakımından katılımcıların, okur yazar olmayan: %0.2, sadece okur- yazar: %0.9, ilkokul: % 9.9, ortaokul: 11.7, lise: %38,0, Yüksek okul: % 9,1, Üniversite: % 28,7, Yüksek Lisan: % 1.0, Doktora: % 0,6 olduğu görülüyor.
“Devletin yetkilerine hiçbir sınırlama getirilemez” yargısına katılıp katılmadıkları sorulan katılımcıların %16.61’i kesinlikle katılmıyorum, %37.39’u katılmıyorum derken, %10.94’ünün kararsız, % 25.16’sının katılıyorum, % 6.96’nın kesinlikle katılıyorum, % 2.93’ünün de fikrim yok cevabını verdiğini görüyoruz. Görüldüğü gibi sınırsız devlet fikrine karşı çıkanların oranının ancak %50’nin biraz üstünde olduğu görülürken %32’lik bir oranın ise sınırsız devlet fikrini desteklediği görülüyor. Siyasi görüşe göre dağılıma bakıldığında ise şaşırtıcı olmayan bir biçimde kendisini ülkücü olarak tanımlayanların bu soruya %9.35’i kesinlikle katılmıyorum, %30.94’ü katılmıyorum derken, % 39.57’sinin katılıyorum, % 9.35’inin kesinlikle katılıyorum dediği görülüyor. Kendisini milliyetçi olarak tanımlamayanlarda ise bu oranlar, %.14.26 kesinlikle katılmıyorum, % 34.57 katılmıyorum, % 33.18 katılıyorum, % 6.51 kesinlikle katılıyorum şeklindedir. Görüldüğü gibi devletin hiçbir şekilde sınırlandırılmaması gerektiği fikrine katılanların oranı kendini ülkücü olarak tanımlayanlarda % 50’yi geçmektedir.
Daha ilginç olanı ise kendisini geleneksel muhafazakar, dindar muhafazakar, siyasal islamcı ve radikal islamcı olarak tanımlayanlarda devletin sınırlandırılamayacağı fikrinin çok daha yaygın kabul görmüş olmasıdır. Kendini geleneksel muhafazakar olarak tanımlayanların %51.32’si, dindar muhafazakar olarak tanımlayanların %72.69’u, siyasal islamcı olarak tanımlayanların %68’i ve radikal islamcı olarak tanımlayanların % 58.06’sı katılıyorum ve kesinlikle katılıyorum diyerek devletin sınırlandırılamayacağı fikrini desteklemektedirler.
Benzer bir durum birey hakları ile devletin çıkarlarının karşı karşıya geldiği durumlar bakımından da geçerlidir. “Devletin menfaatleri ve bekası bireyin haklarından önce gelir” yargısı ile ilgili görüşleri sorulduğunda katılımcıların %13.72’si kesinlikle katılmıyorum, %34.21’i katılmıyorum derken, %11.49’unun kararsız, % 30.78’inin katılıyorum, % 7.16’sının kesinlikle katılıyorum, % 2.64’ünün de fikrim yok cevabını verdiğini görüyoruz. Görüldüğü gibi halkın yaklaşık % 40’ı devletin menfaatlerinin ve bekasının birey haklarından önce geleceği fikrini destekliyor.
Siyasal görüşe göre dağılımlara bakıldığında da bu fikre ülkücülerin %31, 66’sı katılmazken, %57.55’nin katıldığı görülmektedir. Aynı şekilde milliyetçilerin %40.78’i bu fikre katılmazken %48.37’sinin bu fikri desteklediği görülmektedir. Kendini geleneksel muhafazakar olarak tanımlayanların %53.97’si, dindar muhafazakar olarak tanımlayanların %70.48’i, siyasal islamcı olarak tanımlayanların %64’ü ve radikal islamcı olarak tanımlayanların % 54.84’üı katılıyorum ve kesinlikle katılıyorum diyerek devletin menfaatlerinin birey haklarından önce geleceği fikrini desteklemektedirler. Beklenebileceği gibi bu fikre anarşistler hiç destek vermemiştir. Komünistler ve liberaller de bu fikre destek vermemiştir.
İnsan haklarının evrenselliği fikrinin de toplumda tam kabul görmediği anlaşılmaktadır. “İnsan hakları Batı kültürüne ait bir kavram ve Batının dayatmasıdır” tezine toplumun %66’sı katılmazken, %21.38’inin bu fikri desteklediği görülmektedir.
Hukuka uyma fikrinin de çok yaygın olmadığı görülmektedir. Toplumun %32.47’sinin kamu görevlilerinin yeri geldiğinde yasal yetkilerini aşabileceği fikrini desteklemektedir.
Yargı bağımsızlığı konusunda yeterli hassasiyetin olmadığı görülmektedir. Toplumun %40.82’si Cumhurbaşkanının yüksek yargı organlarının üyeleriyle, gerektiğinde karar verecekleri dosyalarla ilgili görüşebileceği fikrini desteklemektedir.
Farklı toplum kesimlerinin “öteki” olarak gördüğü kesimlerin haklarına sınırlama getirilmesini desteklediği görülmektedir. Mesela milliyetçi ve muhafazakâr kesinlerin %60’a yakınının LGBTİ bireyleri örgütlenme özgürlüğünün dışında tutulmasını desteklediği görülmektedir.
Bu veriler bize büyük toplum kesimlerinin hukuk devleti talebinin çok güçlü olmadığını, toplumun çok büyük bir kesiminin ortak değerler konusunda uzlaşmadığını, kültürel ve siyasi bölünmüşlüğün yaygın olduğunu ortaya koymaktadır. Bu koşullarda, Cumhur İttifakı partilerinin çoğunlukta olduğu bir parlamentodan özgürlükçü, hukukun üstünlüğünü ve sınırlı devleti esas alan, kapsayıcı bir anayasa yapılmasını beklemenin gerçekçi olmadığı açıktır.
* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu
Sinan Ateş Davasında Karar Açıklandı
Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesi, Ülkü Ocakları eski genel başkanı Sinan Ateş’in 2022’de öldürülmesiyle ilgili davada kararını açıkladı. Tetikçi Eray Özyağcı ve azmettiriciler Doğukan Çep, Tolgahan Demirbaş ile Özyağcı’yı motosikletle kaçıran Vedat Balkaya, “tasarlayarak kasten öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Ayrıca, Özyağcı ve Balkaya’ya, müşteki Selman Bozkurt’a yönelik “kasten öldürmeye teşebbüs” suçundan 13 yıl hapis cezası verildi. Ofisin önünde keşif yaptığı gerekçesiyle tutuklu bulunan Suat Kurt da benzer suçlamalarla ağırlaştırılmış müebbet ve ek olarak 13 yıl hapis cezası aldı. Diğer sanıklardan Mustafa Uzunlar ve Aşkın Mert Gelenbey’e “tasarlayarak kasten öldürme” suçundan 15’er yıl, Murat Can Çolak ve Emre Yüksel’e ise 18’er yıl hapis cezası verildi.[2] Duruşma sırasında olağandışı bir olay da yaşandı. Bir sanık yakını, Sinan Ateş’in ablasına saldırdı ve anne Saniye Ateş’ fenalaşarak hastaneye kaldırıldı. Saldırgan polis tarafından gözaltına alınırken abla Selma Ateş Kazanç “Başıma bir şey gelirse sorumlusu MHP’dir” dedi. Daha önce buna benzer bir açıklamayı Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş de yapmıştı.
Bu dava birçok açıdan Türkiye’deki yargı sistemin ve hukukun üstünlüğü ilkesinde yaşanan erozyonun timsali haline geldi. Siyasi bağlantıları görünür olan birçok olgu ya görmezden gelindi ya da üzeri kapatıldı. Örneğin maddi ve somut delillere rağmen birçok olgu kabul edilen iddianamede yer almadı. Bunlar arasında bilirkişi raporlarının yeterince değerlendirilmemesi, Demirbaş ve Çep’in cinayeti azmettirme gerekçelerine yer verilmemesi ve cinayetin nedeninin yeterince açıklanmaması, delillerin tam olarak incelenmemesi, Tolgahan Demirbaş’ın MHP eski milletvekili Olcay Kılavuz’un evinde yakalanmasının iddianamede yer almaması ve Demirbaş’ın olası siyasi bağlantılarının araştırılmaması var. Ayrıca Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’in savcılık ifadesinin iddianameye dahil edilmemişti.[3]
Tartışmaların odağındaki MHP de başından beri agresif bir tutumla cinayetle ilişkili parti ve partililerin herhangi bir sorumluluğunun olmadığını söylemiş, hatta MHP avukatları suçtan zarar gördüğü gerekçesiyle davaya katılma talep etmişti. Dava sürecinde de MHP’li siyasetçilerin dava ile ilişkisini sorgulayan gazetecileri MHP lideri Bahçeli “Kapımızda baykuş öttürmeyiz, kanat çırpan akbabaların da kanatlarını yolar koparırız. Buradan sesleniyorum Halk TV ve Cumhuriyet Halk Partisi ayağınızı denk alın. Dört soytarı muhabirle MHP’yi sorgulayamazsınız, sorgulatmayız.” diyerekhedef göstermişti.
Hakim ve savcıların defalarca değiştirilmesinden iddianamenin dışarıda bıraktığı konulara kadar bu davanın yürütülme şekli de sonunda verilen karar da göstermektedir ki, Sinan Ateş suikastı sıradan bir adli vaka gibi ele alınmıştır. Kamuoyunda dile getirilen ve gözler önüne serilen birçok delil, dokunmasından endişe edilen kişi ve gruplar uğruna göz ardı edilmiştir. Ayrıca, bu dava, faili meçhul olmamasına rağmen arkasındaki saikleri ortaya çıkarmaması sebebiyle toplumsal vicdanı derinden yaralayan ve uzun yıllar hafızalardan silinmeyecek bir hukuksuzluk timsali olarak anılacaktır. Ayşe Ateş’in karardan sonraki açıklamasında belirttiği gibi, “Burada yapılan yargılamada ayakçılar yargılandı. Cinayetin azmettiricilerinin elini kolunu sallayarak dışarıda dolaşıyor.” Bu durum, adalet sistemine olan güveni sarsmakla kalmayıp, hukukun üstünlüğü ilkesinin zedelendiğini ve toplumun adalet beklentisinin karşılanmadığını bir kez daha gözler önüne sermektedir.
* Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi
Mehmet Şimşek’in Nakit Tercihine Müdahalesi
İçinde yaşadığımız dönem nakit kullanımının gittikçe azaldığı ve ödemelerin daha elektronik ortamda gerçekleştiği bir dönem. Ülkelerde kredi kartı ve diğer elektronik ödeme yöntemleri gittikçe yaygınlaşıyor. Çok uzun süredir devam eden bu yaygınlaşmaya rağmen nakit kullanımı da hala belirli oranda zamana meydan okuyor. Bunun önemli nedenlerinden biri, nakit dışı ödemelerin yeterince iyi bir ödeme yöntemi olmamasıdır. En azından bazı kullanıcılar için nakitsiz ödemeler yeterince iyi bir teknoloji değil ve hatta birçok problemi de beraberinde getiriyor. Nakit ile ödeme her şeyden önce çok geniş alanda kabul edilen bir ödeme yöntemidir. Nakit aynı zamanda kolay taşınabilir hızlı bir ödeme aracıdır ve sizi teknolojiye bağımlı olmaktan kurtarır. Ayrıca, belirli koşullarda elektronik ödeme araçlarına göre hem daha güvenlidir hem de anonimlik sağlar. Kuşkusuz bu faydalarına bakarak nakit kullanımını idealize etmek doğru olmaz. En azından bazı bireyler ve kamu için ideal olmayabilir.
Kredi kartı gibi elektronik ödemeler yüklü ödemelerde nakit kullanmamanın önemli nedenlerinden biridir. İnsanlar yüklü ödeme yapmak istediklerinde yüksek miktarda nakit taşımak ve dikkat çekmek istemezler. Ayrıca birçok insan için nakit taşımak oldukça önemli bir güvenlik sorununu beraberinde getirir. İşlem yaparken ardında iz bırakmaması hem ödemelerin takibi açısından zordur, hem de bazı ödemelere dair kanıt gerektiğinde kanıtlamak pek mümkün değildir. Ayrıca internet üzerinden alışveriş yapmak istediğinizde nakit kullanamazsınız. Kamu tarafından bakıldığında ise nakit kullanımı, kayıtdışı ekonomiyi destekleyen bir ödeme yöntemidir. Üstelik nakit kullanımı vatandaşları takip edebilme ve davranışlarını anlamada önemli bir engeldir.
Görüleceği üzere nakit ve elektronik ödeme yöntemleri farklı avantaj ve dezavantajlar sunmaktadır. Bu farklı avantaj ve dezavantajların varlığı karşısında üretici ve tüketici taraflarının kullanım tercihleri de değişebilmektedir. Fakat son dönemde getirilen düzenlemeler ve uygulamalarla üretici ve tüketici tarafı kredi kartı işlemlerine zorlanmakta. Tüketici tarafında yüksek değerli yeni banknotların basılmaması kredi kartı ile harcamaya itmekte. Üretici tarafında ise geçen hafta kredi kartı kullandırmayan firmalara ceza kesileceği açıklandı. Konuyla ilgi Mehmet Şimşek’in yaptığı açıklama şu şekilde:
“Artık perakende mal ve hizmet sunan tüm esnaf ve işletmelerde yeni nesil ödeme kaydedici cihaz kullanılması ve bu işletmelerin mutlaka banka kartı ya da kredi kartıyla ödeme imkanı sunması gerekiyor. GİB tarafından yapılan denetimlerde yeni nesil ödeme kaydedici cihaz almayan ya da tahsilatlarında banka kartı veya kredi kartıyla ödeme imkanı sunmayan mükelleflere özel usulsüzlük cezaları kesiliyor. Bazı işletmelerin, bankaların komisyon oranlarının yüksekliğini gerekçe göstererek nakit ödemeye göre daha yüksek tutar talep ettiğini görüyoruz. Mükelleflerimizin, bu gerekçeyle komisyon farkını vatandaştan talep etme yoluna gitmemesi önem taşıyor.” İktidarın bu uygulaması piyasa bakış açısıyla üç açıdan oldukça sorunlu. Birincisi, burada iktisadi özgürlüklere kısıtlama getirilmekte. Firmalar spesifik bir teknolojiye adapte olmaya zorlanarak, şirket işletme modeli için en uygun kararı kendilerinin vermesi yerine iktidar tarafından belirlenmekte ve bu da şirketlerin otonomisini kısıtlamaktadır. İkincisi bu uygulama POS makinesini zorunlu kılarak mülkiyet haklarını ihlal etmekte ve işletmelerin kendi mülkiyetindeki kaynakları nasıl kullanacağına iktidarca karar verilmektedir. Ödeme sisteminin adapte edilmesine piyasanın kendisi karar vermediği bu tür müdahaleler piyasayı tahrif etmektedir. Üçüncüsü POS cihazı alımları ve her bir ticari işlemde ödemek zorunda kalınan banka komisyonları firmanın maliyetlerini artırmaktadır. Nitekim firmalar işlemden alınan komisyonların oldukça yüksek olduğuna işaret etmekte ve firmaların maliyetleri oldukça artmakta. Örneğin akaryakıt firmaları bazı bankaların aldığı komisyon ücretlerinin yüksekliği nedeniyle POS cihazlarında azaltıma gitmekte. Ayrıca firma tarafı bu artan maliyetlerin bir kısmını tüketiciye yansıtmakta ve böylece hem üretici tarafı hem de tüketici tarafı bu durumdan zarar görebilmektedir. Tüm bu ihlal ve maliyet artışlarının varlığında, nakit tercihini cezalandırmak piyasa mekanizması ile çelişen oldukça sıkıntılı bir durumu işaret etmekte. Bu tarz müdahaleler ayrıca Mehmet Şimşek’in piyasacı bir zihniyetten ziyade pragmatist bir zihniyette olduğuna deliller de sunmaya devam etmekte.
* Dr. Caner Gerek
[1]https://oad.org.tr/yayinlar/arastirma-turkiyede-liberal-degerler-2024/
2 https://tr.euronews.com/2024/10/02/sinan-ates-davasinda-karar-aciklandi-11-saniga-hapis-cezasi-verildi
3 https://www.bbc.com/turkce/articles/cly474xlw0wo