Editörden,

Kürt sorununun çözümü için yeni bir ‘’Kürt Açılımı’’nın veya ‘’Çözüm Süreci’’nin başlayacağına dair haber ve yorumlar bir süredir gazete sayfaları ile televizyon ekranlarını, dolayısıyla da Türkiye’nin siyasî gündemini meşgul ediyor. Şu var ki, Erdoğan’ın danışmanlarından Mehmet Uçum’un yeni bir çözüm sürecinin kesinlikle söz konusu olamayacağına ilişkin açıklamasını saymazsak, hükümet canibinden bu konuda henüz net bir açıklama yapılmış değil. Aksine iktidar cenahının dolaşımda olan bu rivayetle ilgili beyanlarında hükümetin gündeminde yeni bir çözüm sürecinin olduğuna dair net bir açıklama yer almıyor. Aksine Erdoğan ve Bahçeli’nin açıklamaları Cumhur İttifakı’nın yeni anayasa projesine başta DEM Parti olmak üzere muhalefetten destek sağlama amaçlı bir diyalog ve uzlaşma arayışı içinde olduklarını düşündürmektedir.

Olaylar yeni yasama yılının açılışında MHP lideri Bahçeli’nin DEM Partililerin sıralarına gelerek onlarla tokalaşmasıyla başladı. Daha sonra bu hareketinin anlamını Bahçeli’nin kendisi şöyle açıkladı:  ‘’DEM sıralarına giderek elimi uzattım. Uzattığım el milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır. (…) Gelin Türkiye partisi olun, milli birliğimizde kenetlenin teklifidir. Biz gelişigüzel, anlık olarak el uzatmayız. Biz durduk yere el vermeyiz. (…) DEM’e düşen sorumluluk uzanan elin kıymetini anlaması ve eşik olarak değerlendirmesidir.’’ (8 Ekim) Anlaşılacağı gibi, Bahçeli’nin bu sözlerinde çözüm süreci yönünde bir niyet değil, tam aksine ‘’bizimle uyumlu davranmazsanız sizin için iyi olmaz’’ iması vardır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bahçeli’ye teşekkür eden konuşmasında da doğrudan doğruya çözüm sürecini çağrıştıran bir ifade veya ibare yer almamaktadır. Nitekim Erdoğan 12 Ekim’de şöyle bir açıklama yaptı: ‘’Biz sayın Bahçeli’nin ortaya koyduğu tavrı ülkemizin demokrasi mücadelesi için olumlu ve anlamlı buluyoruz. Sayın Bahçeli, Türkiye’nin siyasi yapısında uzlaşma ve diyalog çağrısının önemine burada bir vurgu yapıyor. Dolayısıyla sayın Bahçeli’nin bu attığı adım bir kenara konulamaz. (…) Temennimiz odur ki bundan sonraki süreçte de bu adımları atanların sayısı çoğalsın. Bu adımları atanların sayısı çoğaldıkça da inşallah yeni anayasa konusunda toplumsal mutabakatın tabanını genişletebiliriz. Siyasetimizin temelinde, ülke meselelerinin geniş bir mutabakatla çözülmesi, toplumun farklı kesimlerinin de sürece dahil edilmesi yatıyor.’’ Erdoğan bu açıklamayı kendisine yöneltilen yeni bir çözüm süreci başlayacak mı mealindeki sorular üzerine yapıyor.  Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkça amaçlarının sadece yeni bir anayasa için muhalefetle uzaşma sağlamak olduğunu dile getirmektedir.

Bir çözüm süreci ihtimalini asıl gündeme getirien ise Bahçeli’nin 15 Ekim’de Partisinin grup toplantısında Öcalan’a yaptığı çağrıdır, ama bu çağrıda da yeni bir çözüm süreci iması yer almamakta, hatta aksi yönde bir kararlılık ortaya konmaktadır: ‘’ Türkiye’ye getirilirken ‘her türlü hizmete hazırım’ diyen terörist başı buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin. Devletin terörle masaya oturmasını hiç kimse, hiçbir şart altında beklemesin, aklından bile geçirmesin. (…) Devlet terör örgütüyle müzakere etmez kıran kırana mücadele eder. (…) Günlerdir uzattığım elden farklı sonuçlar çıkaranlar(ın) elimi devlet millet ve vatan için uzattığımı gönülden istediğimi bilmeleri faydalarına olacaktır. Biz elimizi süreç için değil, kardeşlik için uzatırız. ’’

Tuhaf olan, bu açıklamaların DEM Partilileri yeni bir barış süreci için  heyecanlandırmış olması. Gerçekten de Bahçeli’nin bu açıklamasından hemen sonra S. Süreyya Önder Meclis’in başkanlık kürsüsünden Bahçeli ve Erdoğan’a ‘’barışa yönelik adımlarından dolayı’’ teşekkür eden kısa bir konuşma yaptı. Bu arada cezaevinde bulunan Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ı ziyaret eden DEM Parti eş genel başkanları da cezaevindeki arkadaşlarının ‘’onurlu bir barış için (…) her türlü katkıyı yapmaya hazır olduklarını’’ ve ‘’bu sürecin başlamasının en önemli ve öncelikli yolunun İmralı tecridinin kaldırılması olduğunu’’ ifade ettiklerini açıkladılar.

Öte yandan AKP cenahından gelen ve ‘’Devlet’’in görüşünü seslendirdiklerini düşündüren diğer açıklamalar DEM Partililerin beklentilerinin Devlet ve Cumhur İttifakı nezdinde hiçbir karşılığı bulunmadığını gösteriyor. Nitekim Cumhurbaşkanı’nın ‘’baş danışmanı’’ Mehmet Uçum, yukarıda işaret ettiğim gibi, 18 Ekimdeki bir sosyal media paylaşımında ‘’çözüm süreci’’ne ilişkin beklentilerin gerçek bir karşılığı olmadığını kesin bir dille ifade etti. Uçum   “Yumuşama, normalleşme, tokalaşma hangi tutum ve dil referans verilirse verilsin Türkiye’de ne önceki uygulamaya benzer ne de yeni versiyonla bir çözüm süreci olmaz, olamaz’’ diye yazdı ama bununla yetinmedi ve ekledi: “Devlet deneyip tam sonuç alamadığı yol ve yöntemleri bir daha denemez. Devlet başka etkili yol ve yöntemler bulur. O da 15 Temmuz’dan sonra uygulanan güçlü ve etkili siyasi ve askeri stratejilerdir.”  Böylece, devletin Kürt meselesini esas olarak bir güvenlik ve terör meselesi olarak gördüğünü anlatmaya çalışan Uçum bu meselede tutulacak yolu da daha açık bir dille göstermektedir. “Eğer DEM kendisine sunulan terör vesayetinden kurtulma [‘’Türkiye Partisi olma’’-ME] imkânını sosyal ve siyasi açıdan değerlendirmezse veya bu imkânı kötüye kullanırsa, o zaman TBMM’de DEM üzerinden yürütülen terör vesayeti hukuk yoluyla tasfiye edilir.”

Uçum’un bu açıklamasını AKP Genel Başkan Yardımcısı Efkan Ala’nın ondan bir gün önce verdiği beyanat ta doğrulamaktadır. Parti olarak gündemlerinde yeni bir çözüm sürecinin olmadığını belirten Ala, Öcalan’la da temasın söz konusu olmadığını söyledi. Efkan Ala eski barışçı çözüm sürecine atıfla ‘’Her seferinde aynı şeyi yapmak durumunda değiliz’’ diyerek Mehmet Uçum’un belirttiği ‘’çözüm’’ü, yani PKK’yla şiddet yoluyla mücadeleye devam edilirken DEM Parti’nin de hukuk yoluyla tasfiyesini ima etmektedir.

Kürt sorununun, onlarca yıldır çözümsüz kalmasının hem Kürtlere hem de Türkiye’nin geri kalan çoğunluğuna yüklediği devasa insanî ve ekonomik maliyeti ortadan kaldıracak şekilde barışçı ve uzlaşmacı bir yolla çözülmesi elbette hepimizin yararınadır. Bu, Kürt yurttaşlarımız için aynı zamanda bir özgürlük ve demokrasi meselesidir. Aslına bakılırsa, Kürt sorununun barışçı çözümü sadece Kürtlerin değil bütün Türkiye yurttaşlarının hür ve demokratik bir rejime kavuşmasının zorunlu bir önşartıdır. Biz Kürt olmayanlar da eğer özgürleşeceksek bu büyük ölçüde Kürt sorununun barışçı çözümü sayesinde olacaktır. Onun içindir ki yıllar önce bu anlamda ‘’Bizi Kürtler Özgürleştirecek’’ diye yazmıştım.

Ne var ki, böyle bir çözümün, birincil amaçları carî statükoyu korumak ve kendi iktidarlarını tahkim etmek olan Erdoğan-Bahçeli ikilisinin başını çektiği bugünkü güvenlikçi yönetim döneminde gerçekleşmesi maalesef gerçekçi bir ihtimali olarak görünmüyor. Olayların yukarıda özetlediğim gelişiminden de siyasî iktidarın böyle bir niyeti olduğunu çıkarmak kolay değil.

Özgürlük Gündemi’nin bu sayısında A. Rıza Çoban ‘’Açık Radyo’’nun kapatılmasını, kredi kartı sahiplerinden savunma sanayiini desteklemek adı altında alınmak istenen ‘’katkı payı’’ meselesini, Caner gerek ise 2024 Nobel İktisat Ödülü’nün Daren Acemoğu ve arkadaşlarına verilmesini ele alıp incelemektedirler.

Bir sonraki sayıda buluşmak üzere.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan


Açık Radyo Kapatıldı

Gazeteci ve hukukçu Ömer Madra tarafından kurulan ve 1994 yılından beri “Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo!” sloganıyla yayın yapan Açık Radyo, Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun (RTÜK) karasal yayın lisansını iptal etmesi nedeniyle 11 Ekim 2024 tarihi itibariyle yayınlarına son verdi.[1]

Yayın lisansının iptaline giden süreç, 24 Nisan 2024 tarihinde sabah saat 8:00’de yayınlanan “Açık Gazete” programının “Nereye Doğru: Cengiz Aktar’la Geleceğe Bakışlar” bölümünde, 1915 olaylarının anılmasına ilişkin faaliyetlerin yasaklanması bağlamında “Ermeni Soykırımı” ifadesinin kullanıldığı iddialarına dayanıyor. Söz konusu yayına katılan gazeteci Cengiz Aktar’ın (C.A.) aşağıdaki şekilde gelişen diyalogda sarfettiği “… evet, Ermeni, yani Osmanlı topraklarında gerçekleşen tehcir ve katliamların, soykırım olarak adlandırılan katliamların 109. yıldönümü, sene-i devriyesi. Bu yıl da anma yasaklandı biliyorsunuz”. Ömer Madra– “Biraz önce birazcık değinmeye çalıştık. İlk yasaklanmalardan falan açılışta birazcık bahsettik.” C. A.- “Evet, Sultanahmet’te, Haydarpaşa’da, Taksim’de ve Kadıköy’de cereyan ediyordu. Yani her sene farklı yerlerde oluyordu. Daha ziyade, ilk önce 2010’da, Taksim’de idrak edilmişti.” Özdeş Özbay– “Anma Evet”. C.A. – “Evet ama artık orada yapmak mümkün değil yani, Ermeni soykırımı anması ve ama buna rağmen hükümet bir taziye yayınlıyor, gene yayınladılar biliyorsunuz, tam ne yaptıkları da belli değil yani evet…” şeklindeki sözler dolayısıyla RTÜK program hakkında soruşturma açıyor.

Soruşturma 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun’un 8. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan, yayın hizmetleri “Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz.” ilkesinin ihlal edildiği gerekçesiyle açılıyor ve 22 Mayıs 2024 tarihinde RTÜK söz konusu ilkenin ihlal edildiği gerekçesiyle Açık Radyo’ya idari para cezası ve yayın durdurma yaptırımı uygulanmasına karar veriyor. Yaklaşık 190.000 TL idari para cezası ve beş gün yayın durdurma yaptırımı içeren karar elektronik olarak Açık Radyo’ya tebliğ ediliyor. Birden fazla belge içeren tebligatın yayın durdurma cezasını içeren kısmı teknik nedenle açılamıyor ve kararda belirtilen yayın durdurma cezasının uygulanacağı günler geçtikten sonra belge açılıyor, buna ilişkin olarak da RTÜK’e başvuru yapılıyor. Ancak RTÜK 3 Temmuz 2024 günü, yayın durdurma kararına uyulmadığı gerekçesiyle 6112 sayılı Kanunun 32. Maddesine göre yayın lisansının iptaline karar veriyor.  Ancak ceza kararına karşı açılan davada idare mahkemesince yürütmeyi durdurma kararı verilmiş olması nedeniyle bu karar Açık Radyo’ya tebliğ edilmiyor.

İdare mahkemesi, idarenin cevabını aldıktan sonra, 27 Eylül 2024 tarihinde yürütmeyi durdurma kararını kaldırıyor ve yürütmeyi durdurma talebinin reddine karar veriyor. Bu kararı alan RTÜK, yayın lisansının iptaline ilişkin kararı Açık Radyo’ya tebliğ ediyor.

Esasen AİHM içtihatları çerçevesinde ifade özgürlüğü kapsamında olduğu konusunda şüphe olmayan bir konuşma nedeniyle verilen cezanın hukuka aykırı olduğu ve iptal edilme olasılığı çok yüksek olduğu halde RTÜK’ün davanın sonucunu beklemeden hemen yayın lisansının iptaline karar vermesinin iyi niyetli bir tutum olmadığını belirtmek gerekir. Ayrıca yayın durdurma yaptırımına uymama yönünde bir irade olmadığı, sehven sürenin kaçırıldığı belirtilmesine rağmen Açık Radyo’nun bu bildirimde bulunduğunun ertesi günü karasal yayın lisansının iptal edilmesi de iyi niyetle bağdaşan bir tavır gibi görünmüyor.

“Ermeni Soykırımı” ifadesinin kullanılması dolayısıyla yapılan ceza yargılamaları ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi ve AİHM’e çeşitli başvurular yapılmış ve her iki mahkeme de söz konusu ifadenin suçlama konusu yapılmaması gerektiği konusunda kararlar vermiştir. Anayasa Mahkemesi, Deniz Yücel kararında “Başvurucunun ‘Ermenilere yapılan soykırım’ şeklindeki söylemi yalnızca Türkiye’de değil uluslararası düzeyde de hararetli tartışmalara neden olan bir konuya ilişkindir. Salt böyle bir ifadenin kullanılması herhangi bir suçlamanın konusu olmamalıdır” demiştir.[2] AİHM de Taner Akçam kararında başvurucunun “Ermeni soykırımı” konusunda yazdığı yazılar ve yaptığı konuşmalar nedeniyle hakkında pek çok soruşturma açılmasını ifade özgürlüğünün ihlali olarak görmüştür.[3]

Buna rağmen bir radyo programında sadece Ermeni soykırımı ifadesi geçmiş olması nedeniyle 30 yıldır yayın yapan Açık Radyo’nun yayın lisansının iptal edilmesi açıkça ifade özgürlüğü ihlâli ve sansür niteliği taşımaktadır.

* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu 


Jeopolitik Riskler Bahane, Vergi Yükü Gerçek

AK Parti, vatandaşlara ek mali yükümlülük getirecek yeni bir yasa teklifi sundu. Hazırlanan 12 maddelik yasa teklifine göre, kredi kartı limiti 100 bin TL’yi aşan kart sahiplerinden yıllık 750 TL savunma sanayii katkı payı alınacak. Ayrıca ilk defa tescil edilecek araçlar için 3 bin TL, ikinci el araçlar için 1.500 TL tescil ücreti öngörülüyor. Tapu ve kadastro işlemlerinde, taşınmaz satışlarında alıcı ve satıcıdan ayrı ayrı 750 TL, diğer işlemlerde ise 375 TL katkı payı alınacak. Bunlarla birlikte, 5.000 TL üstü kol saatinden askeri amaçlı olmayan drone’lara kadar birçok ürüne de ek vergi getirilmesi öngörülüyor.

Hükümet, bu yasa teklifinin gerekçesi olarak bölgesel istikrarsızlığı ve İsrail’in uyguladığı işgalleri öne sürüyor. Teklifi sunan AK Parti milletvekili Hüseyin Altınsoy “Ülkemizin jeopolitik konumu, bölgesinde ve dünyadaki önemini daha da artırırken risk ve tehditleri de beraberinde getirmektedir. Bu kapsamda savunma sanayimizin gelişimi ve güçlenmesi, bir ihtiyaçtan ziyade zaruret haline gelmiş durumdadır”[4] diyerek milli güvenlik gerekçesiyle bu fonun desteklenmesi gerektiği belirtti. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de “Çelik kubbe inşa edilecek. Ülkeyi koruyacak hava savunma sistemi kurulacak. Bunlar pahalı sistemler. Savunma sanayinin kaynak ihtiyacı var”[5] diyerek İsrail’in demir kubbesinden daha güçlü bir hava savunma sistemi kurmak için, bir nevi halkın elini cebine atması gerektiğini söyledi. Zaten son günlerde hükümete yakın medya kuruluşları da hiçbir temeli olmayan İsrail’in Suriye’ye girdiği haberlerini yaymaya başlamıştı.

Bu yasa teklifine siyasetçilerden ve vatandaştan birçok tepki geldi. Birçok vatandaş sosyal medyada kredi kartı limitlerini 99.000 TL’ye düşürdüklerini paylaştı. Eleştirilere yönelik BBP lideri Mustafa Destici ise “Ver kardeşim! Vermezsen sonun Suriye, Irak, Filistin gibi olur. Mehmetçik canını, polis kanını, güvenlik koruyucusu ailesini veriyor; sen 750 lira vermişsin, çok mu!”[6] diyerek hamasi bir söylemle bu yasa teklifini meşrulaştırmaya çalıştı. 

Bu kanun teklifi pek çok açıdan AK Parti’nin basiretsizliğini ve çaresizliğini gözler önüne seriyor. İlk olarak, borçtan, daha doğrusu henüz kullanılmayan bir kredi limitinden vergi almak kanunlara, akla ve mantığa aykırıdır. Ekonomist Mahfi Eğilmez belirttiği gibi, “Kredi kartı limitinden de kullanılan krediden de vergi alınamaz. Kredi borçtur. Vergi, borçludan değil krediyi veren alacaklıdan alınır. Bilimden uzaklaştıkça feci bir kavram kargaşasının içine giriyoruz.”[7] İkincisi, geçtiğimiz yıllarda uygulanan kötü ekonomi politikaları hane halkını borçlanmaya, kredi kartlarına sürüklemiş, halkın bu yönelimini de hükümet fırsatı olarak görmektedir. Kısacası, vatandaş hem kötü ekonomi yönetimi hem de bu izansız politikalarla kıskaca alınmaktadır. Neticede, düşük gelir grubundakileri etkilemeyeceği iddia edilen bu teklif onlarca milyon insanı etkiyecektir. Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi verilerine göre, Türkiye’de kredi kartlarının %49,2’sinin limiti 100 bin liranın üzerinde.[8] Bu veri bile başlı başına, 100 bin liralık kredi kartı limitinin bir zenginlik göstergesi değil, orta gelirli ailelerin günlük harcamalarını finanse etmek, hatta çoğu zaman ötelemek için kullandığı bir araç haline geldiğini göstermektedir. Yani, sanıldığının aksine bu uygulama sadece üst gelir gruplarını değil, geniş halk kitlelerini de etkileyecektir.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, hükümet, ek kaynak yaratma konusunda oldukça “yaratıcı” bir performans sergilerken, kamu harcamalarında anlamlı bir tasarruf adımı atmıyor. Oysa, kamu maliyesini düzeltmeye yönelik kapsamlı reformlar yapılmadan halktan yeni vergi, katkı payı gibi yükümlülükler talep etmek; başka bir deyişle, giderleri azaltmadan yalnızca geliri artırmaya odaklanmak, ekonomik krizden çıkış için makul bir yöntem değil. Ekonomideki her aktörden krizle mücadele sürecinde elinden geleni yapması bekleniyor, buna zorlanıyor, fakat hükümet kendi üzerine düşenleri yapma konusunda üç maymunu oynuyor. Oysa, hükümet kendi harcamalarındaki israfı dizginleyemiyorsa, halktan fedakârlık beklemesi pek de hakkaniyetli görünmüyor.

Son olarak, getirilmesi düşünülen yeni malî yükümlülüklere gerekçe olarak gösterilen bölgesel jeopolitik riskler, İsrail tehdidi ve savunma sanayii konusuna gelirsek; şüphesiz, savunma sanayiinin önemi göz ardı edilemez, hele Türkiye gibi etrafı çatışmalarla sarılı olan bir ülke için. Fakat sormadan edemeyiz: Şimşek’in çok pahalı dediği çelik kubbeye bugün mü ihtiyaç hasıl oldu? Bizim o meşhur devlet aklı bölgesel riskleri nasıl oldu da öngöremedi? Uğruna F-35 projesinden çıktığımız, ambalajını açmadan depoda tuttuğumuz S-400’lere neden milyarlarca dolar ödedik?

Elbette Türkiye’nin hava savunma sistemine ihtiyacı var; bu, ulusal güvenliğimizin eksik kalan unsurlarından biri. Fakat, halktan toplanan vergileri maceracı dış politika hamleleri ve gereksiz savunma projeleri için heba eden bir hükümetin, bütçe üzerindeki baskıyı yine halka yükleyerek çözmeye çalışması kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Eğer savunma sanayii gerçekten bu kadar kritik ve acil bir kaynağa ihtiyaç duyuyorsa, hükümetin öncelikle israfı kontrol altına alması ve kamu harcamalarını daha verimli bir şekilde yönetmesi gerekiyor. Vatandaşın borç dolu olan cüzdanına el atmadan önce, kamu kaynaklarının nasıl harcandığına dair şeffaf ve hesap verebilir bir maliye yönetimi sergilemelidir.

*Bu yazı kaleme alınırken, söz konusu kanun teklifinin yılbaşından sonra görüşüleceği duyuruldu. Zira teklif içinde yer alan kredi kartlarından katkı payı alınması konusu, diğer başlıkların önüne geçerek kamuoyunda daha çok yer işgal etti ve büyük tepkilere neden oldu. Hükümet de geri adım attı. Tahminimiz bu teklifin, içinden kredi kartı gibi onlarca milyon insanı ilgilendiren bir kalemi çıkartıp daha az sansasyon yaratacak birkaç ekleme ile yılbaşından sonra tekrar önümüze sürüleceği yönünde.

 *  Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi


2024 Nobel Ekonomi Ödülü Ne Anlatıyor?

2024 Nobel Ekonomi Ödülü (aslında Alfred Nobel anısına Sveriges Riksbank Ekonomi Bilimleri Ödülü) geçtiğimiz pazartesi günü yapılan açıklamayla Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James A. Robinson’a verildi. Ödülü alanlardan birinin Türkiye’de doğup büyüyen ve üniversiteye kadar olan eğitimini Türkiye’de alan Daron Acemoğlu olması Türkiye’de dikkatleri Acemoğlu’nun çalışmalarına ve iktisadi katkılarına çevirdi. Daron Acemoğlu ve arkadaşlarının çalışmaları Türkiye’nin içinde bulunduğu bugünkü duruma dair de bize açıklamalar sunmaktadır.

Daron Acemoğlu ve diğer iki ödül sahibi isim, uluslar arasındaki refah farkının büyüklüğünü açıklayan çalışmalarıyla ödüle layık görüldüler. Yaptıkları çalışmalar, uluslar arasındaki refah farklılıklarının coğrafya, kültür veya teknolojiye erişim gibi faktörlerden ziyade kurumsal yapılardaki farklılıklardan kaynaklandığını savunmakta. Acemoğlu ve arkadaşları, günümüz dünyasındaki zenginlik farklılıklarını geçmişi araştırarak ve toplumların tarihsel dinamiklerini inceleyerek açıklamayı amaçladı. Burada da kurumların etkisini incelediler ve ortaya çıkan çarpıcı sonuç, Nobel Komitesi’nin açıklamasına göre şu şekilde özetlenebilir: Kapsayıcı kurumlar, genellikle sömürgeleştirildiklerinde yoksul olan ülkelerde uygulanmış ve zaman içinde genel olarak müreffeh bir nüfusla sonuçlanmıştır. Bu, bir zamanlar zengin olan eski sömürgelerin şimdi neden yoksul olduğunun önemli bir nedenidir ve bunun tersi de geçerlidir. (9)

Komitenin vurgu yaptığı kurumların kapsayıcılığı burada oldukça önemli. Acemoğlu ve Robinson özellikle kapsayıcı kurumların ekonomik büyümeyi teşvik ettiğini fakat uzun vadeli refahı engelleyen dışlayıcı kurumların refahı olumsuz etkilediğini tespit etti. Kapsayıcı kurumlar, toplumsal geniş katılımı, eşitliği ve hukukun üstünlüğünü teşvik eden siyasi ve ekonomik yapılar demektir. Bu kapsayıcı kurumlar bireylerin ekonomik aktivitelerde bulunmaları, inovatif olmaları ve servet biriktirmeleri için fırsatlar oluşturarak vatandaşların çoğunluğunun kaynaklara ve siyasi etkiye erişimini sağlar. Buna karşılık dışlayıcı kurumlar güç ve zenginliği elitler arasında paylaştırarak rekabeti bastırır ve ülkenin ekonomik potansiyelini sınırlandırır. Acemoğlu, Robinson ve Johnson, kapsayıcı kurumları, serveti ve siyasi gücü elitler arasında toplayarak inovasyonu ve büyümeyi engelleyen dışlayıcı kurumlarla karşılaştırmaktadır. Araştırmaları, kapsayıcı kurumların zaman içinde yatırımı, teknolojik ilerlemeyi ve sosyal hareketliliği teşvik ettiği için sürdürülebilir ekonomik kalkınma için çok önemli olduğunu göstermekte.

Acemoğlu, Johnson ve Robinson’ın bulgularından bahsederken 2001 yılında American Economic Review’de yayımlanan The colonial origins of comparative development: An empirical investigation adlı makaleye de dikkat çekmek gerekir. Nitekim Diktatörlük ve Demokrasinin İktisadi Kökenleri, Ulusların Düşüşü ve Dar Koridor gibi oldukça ses getiren kitapların temelini bu çalışma oluşturuyor. Bu oldukça etkileyici makalede (bu yazı yazıldığı gün itibariyle 18620 atıf almış bir makale) sömürgeci kurumların modern ekonomik kalkınma üzerindeki etkisini analiz etmişlerdir. Makale, Avrupalı sömürgecilerin dışlayıcı kurumlar kurduğu bölgelerde uzun vadeli ekonomik büyümenin daha düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan, sömürgecilerin özel mülkiyet için yasal korumalar gibi kapsayıcı kurumlar geliştirdiği bölgeler, sömürgecilikten kurtulduktan sonra bile daha yüksek büyüme seviyelerine ulaşmıştır. Araştırmaları, böylelikle ekonomik kalkınmanın sadece kaynaklara erişim veya coğrafi avantajlarla ilgili olmadığını, toplumların kurumlarını nasıl organize ettikleriyle ilgili olduğunu ileri sürmektedir.

Ödül alan bu isimler kurumlar ile toplumsal refah arasındaki nedensellik ilişkisini ortaya koymalarının yanı sıra, kullandıkları ampirik yaklaşımla iktisatta yeni bir dönem de başlattılar. Yani aslında ortaya konan sadece bir nedensellik ilişkisi değil, aynı zamanda metodolojik de bir katkıydı. Bu ilişkiyi ortaya koyarken kullandıkları matematiksel modellemeler ve ekonometrik yöntemler oldukça çığır açıcıydı ve ödülün neden verildiğine dair komitenin açıklamasında kullanılan metodolojinin oldukça inovatif olduğuna vurgu yapılmakta. Yaptıkları metodolojik katkılar sayesinde bu üç isim kendilerinden sonra gelecek araştırmacılara oldukça önemli bir yol açmış durumda. Diğer yandan bu ödülün oldukça eleştiri aldığını da belirtmek gerekir. Özellikle Çin ve Güney Kore gibi ülkelerde kapsayıcı kurumlar olmadan ortaya çıkan refahın göz ardı edildiği üzerine eleştiriler getirilmekte. Bahsi geçen çalışmalar böylelikle Batılı kurumsal çerçevelerin öncelendiği, Batılı olmayan ülkelerin izlediği farklı kalkınma yollarının ihmal edildiği gerekcesiyle sorunlu bulunmakta.

* Dr. Caner Gerek


[1] https://x.com/acikradyo/status/1844803123954483397

İlker Deniz Yücel, B. No. 2017/16589, 28.05.2019, § 85.

3 Altuğ Taner Akçam/Türkiye, no. 27520/07,25.10.2011; ayrıca AİHM’in şu kararlarına da bakılabilir: Güçlü/Türkiye, no. 27690/03, 10.2.2009; Dink/Türkiye, no. 2668/07 6102/08 30079/08… , 14.09.2010; Cox/Türkiye, no.  2933/03, 20.05.2010; İlker Deniz Yücel/Türkiye, no. 27684/17, 25.01.2022.

4 https://bigpara.hurriyet.com.tr/haberler/genel-haberler/kredi-kartlarindan-savunma-sanayii-payi-gorusmesi-ertelendi-ak-partili-guler-acikladi-yasa-teklifi-2025-yilina-birakildi_ID1602021/

5 https://gazeteoksijen.com/ekonomi/simsekten-savunma-sanayi-payi-aciklamasi-celik-kubbe-insa-edilecek-225458

6 https://finans.mynet.com/haber/detay/ekonomi/kredi-karti-limitine-vergiyi-savunurken-konuyu-dem-parti-ye-yunanistan-a-ve-ermenistan-a-baglayan-destici-onun-vermedigi-750-lirayi-biz-veririz/490735/

7 https://x.com/mahfiegilmez/status/1845033303499214920

8 https://www.riskmerkezi.org/Content/Upload/istatistikiraporlar/ekler/4469/RM_Aylik_Bulten_-_Agustos_2024.pdf

9 https://www.nobelprize.org/prizes/economic-sciences/2024/popular-information/

Shares:

Okumaya Devam Edin