Yargı liberal-demokratik rejimlerin kilit kurumudur. Bu tür rejimlerde yargının başlıca iki işlevi vardır. İlk olarak, yargı, rejimin güç ve yetki konfigürasyonunda ‘’fren ve denge’’ mekanizması olarak yer almak suretiyle siyasî bir işlev görür. Daha açık bir deyişle, yargı yasama ve yürütmenin kendi yetkilerini aşmalarını önler, onları hukuk içinde kalmaya zorlar. Yargının fren ve denge mekanizması olarak işlemesi liberal-demokrasinin tanımlayıcı bir unsurudur.
Yargının diğer işlevi hukukî olup, kısaca ‘’adalet dağıtmak’’ olarak belirtilebilir. Yargı ilk işlevi bakımından ‘’siyasî’’ bir kurum iken, ‘’adalet dağıtma’’ işlevi bakımından öncelikle hukukî bir kurumdur. Yargının adalet dağıtma işlevi ‘’herkese hakkını vermek’’ veya ‘’herkesin hakkını teslim etmek’’ olarak da tanımlanabilir. Kişinin, doğuştan getirdiği, doğrudan doğruya ‘’insan kişisi olmasından kaynaklanan’’ hakları yanında, hukuka uygun olarak sonradan kazanılmış hakları da vardır. Yargı bu hakların tümünün koruyucusu ve teminatıdır.
Liberal-demokratik rejimlerdeki ‘’fren ve denge’’ işlevinden farklı olarak, yargının hukukî işlevi her tür rejim için azçok geçerlidir. Nitekim, demokratik olmayan rejimlerde de mahkemeler vardır ve bunlar yürürlükteki hukukun izin verdiği ölçüde kişilerin haklarını korurlar. İlk bakışta sanılabileceğinin aksine, otokratik rejimler bakımından yargının bu işlevi önemsiz değildir. Çünkü, mahkemelerin adalet dağıttıkları veya insanların mahkemelerde haklarını alabildikleri inancının toplumda yerleşmesi bu rejimlere meşruluk sağlar. Demokratik temsil meşruiyetinin olmadığı veya çok zayıf olduğu otokratik rejimler, yargının ‘’adalet dağıttığı’’ düşüncesinin yerleşmesine çok ihtiyaç duyabilirler.
Böylece, yargının üçüncü bir işlevinden daha söz etmiş oluyoruz: rejime meşruluk desteği sağlama işlevi. Bu işlev, ima ettiğim gibi, özellikle liberal-demokratik olmayan rejimler bakımından önemlidir. Totaliter olanlarını bir yana bırakırsak, hiç değilse siyasete ilgisi zayıf olan ve daha çok gündelik işlerine bakan yurttaşlarını bu yolla memnun etmek kimi otoriter veya yarı-otoriter rejimler bakımından hayatî önemi haiz olabilir.
Türkiye’ye gelirsek, ‘’yeni Türkiye’’de yargı artık diğer kuvvetleri, özellikle de yürütmeyi frenleyebilecek güç ve bağımsızlığa sahip etkili bir aktör olmaktan çoktan çıkmıştır. Hadi bundan geçtik, işin tuhafı, yeni rejim toplumun desteğini sağlayacak şekilde mahkemelerin adalet dağıttıkları izlenimi yaratmaya bile ihtiyaç duymamaktadır. Rejim büyüklerinin, kişilerin haklarının mahkemeler tarafından bile çiğnenmesini dert edinmemeleri bir yana, mahkemelerin bağımsız olmadıklarını adeta haykıran inisiyatifler almaktan bile çekinmemeleri, onların her nedense bu ‘’meşruluk desteği’’ meselesini önemsememelerinden ileri geliyor olsa gerektir.
Bu şartlar altında, son zamanlarda toplumda ‘’yargıya güven’’in olmadığından veya çok zayıfladığından sıkça söz edilmesi şaşırtıcı değildir. Öyle, çünkü insanlar mübalâğasız her gün yargıdan sadır olan zikzaklı, çelişik ve haksız-hukuksuz kararları görüyorlar; birçoğu zaten bu kararların mağduru durumunda. İnsanların hafızasında mahkemelerin siyasî makamlardan gelen talimatlara göre karar verdiklerini veya karar değiştirdiklerini düşündüren pek çok örnek var.
Oysa, bağımsızlık mahkeme kavramı için haricî bir özellik değil, onun tanımlayıcı bir unsurudur. Bu açıdan, ‘’mahkemeler bağımsız ve tarafsız olmalıdır’’ demek bile yanlış bir ifadedir, çünkü bağımsız ve tarafsız olmayan bir heyet zaten mahkeme değildir.
Ayrıca, son dört-beş yılda partili, hatta partizan birçok şahsiyetin ya olağanüstü KHK’larla doğrudan, ya da ‘’mülâkat’’ yoluyla hâkimlik-savcılık mesleğine kabul edildiği unutulmuş değil. Yargıda sadece bir yıllık adaylık döneminden sonra mesleğe kabul edilen ve bir kısmı bugün ağır ceza mahkemesi üyesi, hatta başkanı konumunda olan gençler olduğu da herkesçe biliniyor.
Aslında bu olgular, yani partizan siyasî etki ile birlikte eğitim ve tecrübe eksikliği, Türkiye yargısının hukuk ve adaletten neden bu kadar uzaklaşmış olduğunu açıklamaya yeter. Uygulamasının hukukun evrensel ilkelerinin neredeyse tamamını devre dışı bıraktığı düşünülürse, maalesef hukuk ve adalet nosyonunu büsbütün yitirmenin eşiğinde olan bir yargı profili ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Gerçekten de son yıllarda Türkiye mahkemeleri ‘’kanunsuz suç ve ceza olmaz’’, ‘’kanunlar geçmişe yürümez’’, ‘’suçsuzluk karinesi’’, ‘’tabiî hâkim’’, ‘’ispat külfetinin isnat veya iddia edene ait olduğu’’, ‘’şüpheden sanık yararlanır’’, ‘’savunma hakkına saygı’’, ‘’hak arama özgürlüğü’’ gibi evrensel hukuk ilkelerini yok sayan yığınla kararlar vermişlerdir.
İşin kötüsü, ‘’hukuku geri getirecek’’ bir yargıya kavuşup kavuşamayacağımız da meçhul.