Türkiye'de Popülist Otoriterlik
AKP’nin yönetimi altındaki Türkiye’nin kabaca 2011 yılından itibaren içine girdiği otoriterleşme sürecinin tam olarak nasıl bir siyasî rejime evrileceği Nisan 2017 Anayasa referandumuna kadar kesin değildi. Ben bundan dört yıl kadar önce kaleme aldığım ‘’Türkiye’nin Siyasî Rejimi’’ başlıklı yazıda, popülizmin bu gidişatın belirgin bir özelliği olduğuna da bakarak, bu sürecin nihaî durağının ‘’populist bir seçimsel otoriter’’ rejim olacağını öngörmüştüm. Türkiye’de otoriter bir başkancı rejim kurmayı amaçlayan 2017 Anayasa değişikliklerinin 24 Haziran 2018 seçimleri sonrasında tümüyle yürürlüğe girmesinden sonra ortaya çıkan siyasî manzara bu öngörünün maalesef doğru olduğunu göstermiş bulunuyor. Bu yazıda, sözünü ettiğim ‘’seçimsel popülist otoriterlik’’i daha yakından ele almak istiyorum.
Populizm Nedir?[i]
En başta belirtmek gerekir ki, dinî-İslâmî versiyonuyla birlikte popülizmin 1950’lerden itibaren Türkiye’nin siyasî rejiminde belirgin bir etkisi olmuştur. Populizm şüphesiz Demokrat Parti’yi iktidara taşıyan etkenlerden biri idi. Aslında, 1940’ların ikinci yarısında Cumhuriyet Halk Partisi de kısmî populist politikalar izlemiş, ancak bu konuda kendisinden sonra gelecek olan DP kadar başarılı olamamıştı. Ayrıca, 1970’li yıllarda Süleyman Demirel’in bir yandan ‘’komünizm tehlikesi‘’ni öbür yandan dinî temaları öne çıkaran sağcı politikaları ile Bülent Ecevit’in halkçılık vurgusunda somutlaşan hafif sol renkli söylemini de bu bağlamda zikretmeliyiz. Fakat aynı dönemde siyasette dinî popülizmi en etkili bir şekilde kullanan Necmettin Erbakan oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kuranlar ise her ne kadar başlangıçta ‘’millî görüş gömleğini’’ çıkardıklarını dile getirerek dinin siyasî kullanımına dayanan bir politika gütmeyecekleri vaadinde bulundularsa da, zaman AKP’lilerin gerçek amacının dışarıya yansıtılandan çok farklı olduğunu gösterdi. Nitekim, özellikle 2011’den itibaren AKP ve lideri Erdoğan dinci popülizmle de desteklenen otoriter bir siyaset anlayış ve uygulamasında karar kılmış görünüyor. Peki popülizm nedir?… Her şeyden önce, populizm başlı başına bir ideoloji değildir; populizm, siyasetin esas kılavuzunun halkın istek ve arzuları olması gerektiğini söyleyen bir tarz veya söylemdir. Populistlere göre siyaseti halkın ‘’gerçek’’ çıkarları yönlendirmelidir. Belli bir ideolojiye bağlı olmaması, populizmin hem sağ hem de sol türlerinin olabileceği anlamına gelmektedir. Populizm en temelde halkı monolitik ve homojen bir özne olarak görür ve dolayısıyla birleşik bir ‘’halk iradesi’nin varlığını kabul eder. Populist tasavvurda siyaset, ahlâken tefessüh etmiş ‘’halk düşmanı’’ seçkinlerin karşısında ‘’saf ve temiz halk’’ın (ve onun temsilcilerinin) konuşlandığı bir arenadır. Başka bir ifadeyle, popülizm siyasette iyiyi halkla ve onun iradesiyle özdeşleştirirken, halka karşı tertipler peşinde olduğunu varsaydığı seçkinleri şeytanlaştırır. Bu yüzden, populist jargonun ana hedefi halkın aleyhine olacak şekilde sistemi kontrol eden ve ‘’sessiz çoğunluk’’un talep ve özlemlerini görmezden gelen ‘’yozlaşmış ve komplocu elit’’ ile onların yabancı işbirlikçileri veya hatta efendileridir. Populizmin monolitik halk tasavvuru doğası gereği hem çoğunlukçudur, hem de çoğulculuk karşıtıdır. Bu da popülist iktidarların hem dışlayıcı bir siyaset izlemelerine, hem de sivil toplumu bastırmaya çalışmalarına yol açar. Populistler sadece kendilerinin halkı temsil ettiklerine inanırlar, ama bu ‘’halk’’ kendileri gibi düşünmeyenlerin dahil olmadığı bir halktır. Popülizmin çoğulculuk-karşıtlığı onun toplumun belirli grup veya kesimlerini marjinalleştirmesiyle sonuçlanır. Bununla tutarlı olarak, popülistler çoğunlukla aynı görüşte olmadıkları için bu grupları ‘’sahici’’ halkın bir parçası saymazlar. Bu da sadece dışlanan toplumsal kesimlerin istek ve ihtiyaçlarının popülist iktidarlarca görmezlikten gelinmesini değil, aynı zamanda farklı olanların bastırılmasını gerektirir. Populistler kendilerinin halkın yegâne meşru temsilcisi olduklarına inanır ve halkın ‘’sahici çıkarlarını’’ ve derin özlemlerini temsil ettikleri için halk adına konuşmaya kendilerinin yetkili olduklarını düşünürler. Bundan dolayı, popülist siyasetçiler rakiplerini yozlaşmış-komplocu elitin bir parçası sayar ve tabiatıyla meşru görmezler. Kısaca popülistlerin iktidarında ‘’meşru muhalefet’’ diye bir şey yoktur, muhalif siyasetçiler en hafifinden gafiller ama genellikle de halkın düşmanlarıdırlar. Populist tasavvurda sadece muhalif siyasetçiler ve siyasî ekipler değil; inanış, düşünüş ve hayat tarzları bakımından çoğunluktan farklı olan toplum kesimleri de meşruluktan yoksundur. Populist siyaset çok kere halka doğrudan hitap edecek ve onun adına konuşacak bir karizmatik lidere ihtiyaç duyar. Bu lider halkın iradesini temsil edecek, onun sesini duyacak ve duyuracaktır. Karizmatik liderler halkın taleplerinin kendi kişiliklerinde somutlaştığı kişilerdir. Onların halkın şikâyetlerini doğrudan, aracısız bir şekilde sezme yeteneğine sahip oldukları varsayılır. Karizmatik liderlere olan ihtiyaçları yüzünden popülist partiler genellikle kişiselci partilerdir. Yani, popülist partinin hâkimi liderdir ve onun hem kimliği hem de kaderi liderin kariyerine bağlıdır. Bu arada, genellikle populistler devleti sadece yönetmeyi değil onu ele geçirmeyi de amaçlarlar. Gerçi bu özellik popülistlere mahsus değildir, elbette devlet aygıtını ele geçirme amacı güden başka siyasî gruplar da vardır. Ancak, popülistler onlardan farklı olarak devleti ele geçirmeyi kendileri için bir hak olarak görür ve dolayısıyla bunu genellikle açık bir şekilde yaparlar. Populist mantık açısından bunda şaşılacak bir yan yoktur: Onlar bunu yaparken aslında kendilerine ait olan bir şeyi geri alıyorlardır. Öyle ya, devlet halka ait olduğuna ve halkın yegâne meşru temsilcisi de kendileri olduğuna göre, popülistlerin devlet aygıtını ele geçirmeye çalıştıkları için mahcup olmaları gerekmez.
AKP’nin Populizmi
Dikkat edilirse, popülist siyasetin yukarıda işaret edilen bütün özelliklerinin olgusal karşılıkları son 7–8 yılın Türkiye siyasetinde mevcuttur. Gerçekten de AKP’nin yönetimi altındaki Türkiye’de 2010–11 sonrası döneme hâkim olan siyaset tarzının en belirgin özelliği, ‘’halk düşmanı’’ statükoyu kontrol eden kötücül seçkinler (askerî ve sivil bürokrasi), onların işbirlikçisi ‘’dış mihraklar’’ ve ‘’üst akıl’’ın oluşturduğu ‘’şer ittifakı’’nın karşısına AKP’nin saf ve temiz ‘’milletimizin iradesi’’ni koymasıdır. Bu karşıtlığın pekiştirilmesinde ‘’biz ve onlar’’ veya ‘’dost-düşman’’ karşıtlığına yapılan milliyetçilik temelli atıfların da katkısı az değildir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin geleneksel vesayetçi ideolojik-kurumsal yapısı AKP’nin ‘’iyilere karşı kötüler’’ (halka karşı statükocu elit) şeklindeki bu ikili karşıtlığın ve genel olarak popülist politikaların ikna ediciliğini kolaylaştırmıştır. Nitekim literatürde populizmin önemli ölçüde demokrasi eksikliğine ve sistemin bazı toplumsal kesimlerin ihtiyaç ve taleplerine karşı duyarsızlığına bir tepki olarak ortaya çıktığına dikkat çekilmiştir. Bu bakımdan, populizmin kurulu düzenin dışladıklarına hitap ederek onları sisteme entegre etmek suretiyle eksik demokrasiyi kısmen de olsa düzeltmeye hizmet edebileceği söylenir.[ii] Türkiye’de de geniş dindar-muhafazakâr çevreler statükoya tepki göstermelerine yol açan türden bir dışlanmışlık ve mağduriyet tecrübesini en son 1997–2002 yılları arasında yaşadılar. AKP iktidarının bu tecrübenin hemen ardından geldiğini ve bu dışlanmış kesimlerin bugün AKP’nin en büyük ve ateşli destekçileri olduklarını unutmamak gerekir. AKP’nin son yıllardaki siyasî tarzında ve söyleminde çoğunlukçuluk, çoğulculuk-karşıtlığı, güçlü bir liderin (‘’Reis’’in) istisnaî konumu ve muhalefeti meşru görmeme gibi popülizmin diğer unsurlarının da izdüşümlerini bulmak hiç de zor değildir. Reisin iktidarı, bu arada, sivil toplumun temelini oluşturan özgürlük ve dokunulmazlık hakları (sivil hak ve özgürlükleri) ile mal-mülk emniyetini yok mesabesine indirmek ve yargıyı eleştiri ve muhalefeti susturma aracı olarak kullanmak suretiyle, sivil toplumun bastırılması yolunda da büyük mesafe kat etmiş bulunuyor. AKP’nin devlet aygıtını ele geçirmede ve bu sayede kontrol ettiği devletçi rantları iktidarını tahkim etmek üzere dilediği gibi dağıtmayı kendisine bir hak olarak görmedeki başarısı ise gerçekten takdire değer. Nitekim, resmî adı ‘’Türkiye Cumhuriyeti’’ olan devlet bugün fiilen AKP devletine dönüşmüş ve bu arada devletçi rantlarla palazlanmış yeni bir zengin zümre oluşmuş durumdadır. Yukarıda AKP popülizminin başarısını kolaylaştıran etkenlerden birinin eski vesayetçi devlet yapısının sokaktaki vatandaşta ve liberal-demokrat aydın çevrelerinde yaratmış olduğu yaygın hoşnutsuzluk olduğunu ima ettim. Buna aynı derecede önemli olan iki etkeni daha eklemeliyim: 15 Temmuz darbe girişimi ve dinin siyasî amaçlarla kullanılması. Nitekim mobilize edilen kimi sivil unsurların da katkısıyla darbe girişiminin bastırılmasından Erdoğan hem kendisi hem de partisi için ilâve meşruluk devşirmeyi başardı. Bu durum onun darbe girişimiyle ilgili olsun olmasın bütün muhaliflerini sindirmesini de kolaylaştırdı. Öte yandan, AKP’nin dinî değer ve sembolleri siyasî amaçla kullanmadaki başarısı da öncelikle ‘’Reis’’in iktidarını pekiştirmesine ve sosyolojik tabanını genişletmesine hatırı sayılır derecede katkı yaptı. Dinî popülizmin AKP siyasetindeki yoğunluğu son birkaç yılda iyice artmıştır. Dinî hissiyatın AKP tarafından siyasî kullanımı kimi zaman dinin popülist siyasetler için bağımsız bir referans olarak gösterilmesi, kimi zaman popülist fikir veya siyasetlerin din kılığına büründürülmesi, kimi zaman da kamusal alanda sergilenen kişisel dindarlık gösterileri şeklinde gerçekleşti, gerçekleşmektedir. Bu noktada, AKP’nin siyasî getiri amacıyla aynı anda hem dini hem de milliyetçiliği kullanması, ilk bakışta sanılabileceğinin tersine, Türkiye bağlamında hiç de çelişkili değildir. İki nedenle: İlk olarak, zaman AKP’nin ideolojik olarak aslında dinci-milliyetçi (veya dinî milliyetçi) bir parti olduğunu gösterdi. İkinci olarak, Türkiye’de din zaten öteden beri anayasal olarak milliyetçiliğin (ulusal bütünleşmenin) bir aracıdır. Ayrıca, gerek resmî söylem ve kurumsal yapı düzeyinde, gerekse sivil-toplumsal algı düzeyinde din ile milliyetçilik, Müslümanlıkla Türklük, aşağı yukarı aynı şeydir. Bundan dolayı, Türkiye’de ‘’millet düşmanları’’ aynı zamanda ‘’din düşmanları’’ anlamına gelir.
Sonuç
Populizm geniş toplumsal kesimlerin dışlanmasına bir tepki olarak doğduğu durumlarda bile otoriter bir siyasetle sonuçlanır. Bu bakımdan, ister sağ ister sol versiyonu olsun popülizmin ‘’halkçı’’ bir görüntü vermesi aldatıcıdır: Populist siyaset esas olarak demokrasi ve özgürlük karşıtıdır. Bunun bellibaşlı nedenlerini (Galston 2018 ve Muller 2016’ya dayanarak) şu şekilde belirtebiliriz: (a) Demokrasi kapsayıcı eşit yurttaşlığa dayanır, oysa popülizmin ‘’halk ve diğerleri’’ şeklindeki dili nüfusun bazı kesimlerinin kendini yönetme (katılım) hakkını inkâr eder, (b) Populizm siyasî muhaliflerini halkın düşmanları olarak gördüğünden, farklı kesimlerin barış içinde bir arada yaşamasını tehlikeye atar, hatta şiddetin yolunu açabilir, © Populistler demokrasiyi çoğunluğun iktidarı olarak anladıkları için, denetim ve denge mekanizmalarını halkın iradesini kısıtlayan antidemokratik engeller olarak görür. Populist otoriter rejimler çoğunlukla aynı zamanda ‘’seçimsel’’ veya seçimli rejimlerdir. Aslında halkın ihtiyaç, istek ve taleplerine duyarlı olduğuna ve halkın gerçek çıkarlarını temsil etiğine ilişkin temel iddiası nedeniyle, her popülist rejim bir şekilde seçim yapmak, ‘’seçimlerden çıkma’’yı en temel meşruluk dayanağı olarak göstermek, kısaca seçimleri bir araç olarak kullanmak zorundadır. Bu tür rejimlerde sahici anlamda özgür, eşit ve yarışmacı seçimlere yer yoktur; seçimlerin tek işlevi iktidardaki kişi ve/veya partiye meşruluk görüntüsü kazandırmaktan ibarettir. Bu, aşağı yukarı Türkiye’nin halihazırda gösterdiği siyasî manzaradır.
[i] Bu yazıdaki popülizm anlatımı esas olarak şu kaynaklara dayanmaktadır:
Giovanni Barbieri, ‘’Populism, Cleavages, and Democracy’’, The Open Journal of Sociopolitical Studies, 2018, Issue 11
(1), ss. 2012–224; William A. Galston, ‘’The Populist Challenge to Liberal Democracy’’, Journal of Democracy, 2018 Vol. 29, №2 (April), ss. 5–19;
Franzisca Schmidt, ‘’Drivers of Populism: A Four-country Comparision of Party Communication in the Run-up to the 2014 European Parliament Elections’’, Political Studies, 2018, Vol. 66/2, pp. 459–479;
Jan-Werner Müller, What is Populism? (Philadelphia: The University of Pennsylvania Press, 2016);
Kirk A. Hawkins, ‘’Is Chavez Populist? Measuring Populist Discourse in Comparative Perspective’’, Comparative Political Studies, 2009, 42 (8), ss. 1040–1067.
[ii] Saskia P. Ruth, ‘’Populism and the Erosion of Horizontal Accountability in Latin America’’, Political Studies, Vol. 2018, 66(2), ss. 356–358.