Blog

Türkiye’de Kayyımlık Müessesesi Neden Girişim Ve Mülkiyet Özgürlüğünü Tehdit Ediyor?

Türkiye’de kayyımlık bir müsadere yöntemi olarak kullanılmaktadır.

Türkiye’de Kayyımlık Müessesesi Neden Girişim ve Mülkiyet Özgürlüğünü Tehdit Ediyor?

Medeni kanuna göre ((MK) m.403, m.426) kayyımlık müessesesi, teşebbüslerin yönetimsiz kalması halinde yetkili mahkemelerce geçici olarak atanan ve sınırlı yetkileri olan, tecrübeli ve güvenilir yönetici veya yöneticileri ifade eder. Burada kayyımlık, yönetim aczine düşen tüzel kişilerin mal varlığını yani mülkiyeti korumaya ve varlıklarını sürdürmelerini sağlamaya yönelik bir müessesedir. Ceza Kanununda Kayyımlık ile ilgili bir düzenleme yoktur. Ancak Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda (Madde 133) kayyım atanması teşebbüslerin Ceza kanununda öngörülen bazı ağır suçları (kaçakçılık, para aklama fuhuş gibi) işleyen şirketlerin yönetimi devralmak amacıyla da yapılabilmektedir. Türkiye’de kayyımlık müessesesi on yıllardır sorunsuz olarak işlemiştir. Ancak 2014 den itibaren kayyımlık müessesesi girişim ve mülkiyet özgürlüğünü ağır şekilde ihlal eden bir kurum olarak işlev görmeye başlamıştır. Hükümetin kayyım atamasını gerektiren halleri genişletme, kayyımların yetkilerini arttırma ve kayyımların daha sorumsuz biçimde davranmasını mümkün kılan bir teklifi TBMM ye getirmesi bu alanda ilk kez iş dünyasının da tepkisine yol açmış ve Hükümet kayyım atanmasını gerekli kılan halleri genişletme projesini şimdilik askıya almıştır. Ancak tehdit artan şekilde devam etmektedir. Bu yazının amacı kayyımlık müessesesinin hangi koşullarda girişim ve mülkiyet özgürlüğünü tehdit eden bir müessese haline gelebileceğini ve bu koşulların Türkiye’de ne ölçüde var olduğunu sorgulamaktır. Girişim özgürlüğü şüphesiz bir bakkal dükkanı veya lokanta açmanın serbest olması çerçevesinde düşünülemez. Günümüzde yıllık cirosu onlarca ülkenin GSYIH’ sından daha fazla olan şirketler vardır. Böyle büyük şirketlerin oluşabilmesi girişim özgürlüğünün çok hassas ve titiz şekilde korunması ve bu konuda en küçük bir tereddüdün doğmasına imkan verilmemesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Mülkiyet özgürlüğü de bireylerin bir ev sahibi olması veya şirketlerin bir fabrikaya sahip olmasının engellenmemesi şeklinde düşünülemez. Günümüzde ülkelerin gayri safi milli servetinden daha büyük servete sahip olan teşebbüsler ve kişiler vardır. Böyle büyük mal varlıklarının oluşabilmesi mülkiyet özgürlüğünün korunması konusunda çok titiz davranılmasını ve bu konuda geleceğe yönelik hiçbir tereddüdün olmamasını gerektirir. Bu açıdan altı husus önem kazanmaktadır. İlk olarak girişim ve mülkiyet özgürlüğüne hangi hallerde ve nasıl kısıtlama getirileceğinin açık bir biçimde ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde belirlenmesi gerekir.Türkiye’de bu alanda bazı önemli sorunlar ve eksiklikler dile getirilmekle birlikte sorunun önemli ölçüde halledilmiş olduğu varsayılabilir. Ancak bu koşul gerekli bir koşul olmakla birlikte kesinlikle yeterli bir koşul değildir. Kayyımlık müessesesinin girişim ve mülkiyet özgürlüğünü tehdit etmemesi için ikinci koşul, ihlale imkan veren yasal prosedürün kolay olmamasıdır. Bu açıdan, hangi hallerde kayyım atanacağı, kayyımın kimler tarafından nasıl atanacağı, kayyımda aranacak vasıflar, kayyımın yapabileceği tasarruflar, kayyımın görev süresi gibi konuların mülkiyet hakkı ihlalini kolaylaştırıcı nitelik taşımaması gerekir. Kuvvetli suç şüphesi gerekçesiyle istenilen her kuruluşa kayyım atanması mümkündür. Konuya bu açıdan bakıldığında Türkiye’de kayyımlar eliyle girişim ve mülkiyet ihlalinin çok kolay olduğu, yargıda birkaç yandaş bulunduğunda istenilen kişilerin rahatça kayyım olarak atanabildiği, kayyımların her türlü ihlali büyük bir fütursuzluk içinde yapabildiği görülmektedir. Kayyımlara menkul varlıklar üzerinde de tasarruf hakkı veren “patron yetkisinin“ de mülkiyet hakkı için büyük bir tehdit oluşturduğu muhakkaktır. Kayyımlık müessesesinin girişim ve mülkiyet özgürlüğünü tehdit etmemesi için üçüncü koşul, yargının bağımsızlığıdır. Yargının tam bağımsız olması siyasi iktidarın istediği kayyım atamasını yaptıracak bir yargı mensubu bulamaması, veya bu işlemin o yargı mensubunun kariyerinin sonu olması demektir. Oysa Türkiye’de HSYK nın yapısı, siyasi iktidarın istediği yasa ihlallerini yapan yargıç ve savcıların ve cezalandırılmasını imkansızlaştırmakta, hatta bunların ödüllendirilmesi bile söz konusu olmaktadır. Kayyımlık müessesesinin girişim ve mülkiyet özgürlüğünü kısıtlayamaması için dördüncü koşul ihlallere itiraz edilebilmesidir. Bu açıdan yüksek yargı organlarının ve düzenleyici kurumların siyasi iktidardan bağımsızlığı önem kazanmaktadır. Ne yazık ki Türkiye’de yasalarda yapılan çeşitli değişikliklerle yüksek yargıya güven önemli ölçüde azalmıştır. Diğer taraftan RTÜK gibi bazı bağımsız düzenleyici kuruluşlar tamamen iktidarın kontrolü altındadır. Bu durumda ihlallere itiraz edilmesi belki çok uzun yıllar sonunda semeresini verebilmektedir. Bu gecikmeler ve belirsizlik de mülkiyet ve girişim özgürlüğünün askıya alınması anlamına gelmektedir. Yukarıdaki koşulların hepsinde sorun olması halinde bile kayyımların verdikleri zararların tazmini hakkının bulunması kayyımlık müessesesinin hareket alanını amaca en uygun şekilde sınırlandıracaktır. Türkiye’de bir teşebbüse kayyım atanması o şirketin batması yolunun açılması anlamına gelmektedir. Türkiye’de kayyımlık bir müsadere yöntemi olarak kullanılmaktadır. Aslında müsadere, kayyım eliyle şirket batırmaya tercih edilecek bir durumdur. Çünkü müsaderede şirket batırma amacı söz konusu değildir. Kayyımın cezai sorumluluğunun olması onun esas görevi olan şirketi koruma ve şirketin zarar görmesini engelleme işlevine yönlendirecektir. Türkiye’de verilen zararın devlet tarafından karşılanması ve kayyımın kötü niyetli olması halinde verdiği zararlardan dolayı bir yıl içinde rücu imkanının getirilmesi kayyımların tamamen siyasi iktidarın kontrolü ve yönlendirmesi altına girmesini kolaylaştırmaktan başka bir işlev yapamayacaktır. Şüphesiz kayyımlar yoluyla girişim ve mülkiyet hakkının ihlalinin önlenebilmesi için keyfi uygulamalar karşısında bir kamu oyu tepkisinin oluşabilmesi gerekmektedir. Kamu oyu tepkisinin oluşabilmesi öncelikle basın ve ifade özgürlüğünün varlığını gerektirir. Basın ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede yüzlerce binlerce ihlalin kamı oyu tarafından bilinmeden gerçekleştirilmesi mümkündür. Türkiye’de de durum böyledir. Diğer taraftan iş dünyasının sivil toplum örgütlerinin baskı altında olması ve sesini çıkaramaması da girişim ve mülkiyet özgürlüğünün korunmasında önemli bir rolü olan kamu oyu tepkisini cılızlaştırmaktadır. Kayyımlık müessesesinin girişim ve mülkiyet özgürlüğünü koruyucu bir müessese olmaktan çıkıp yıkıcı bir cezalandırma müessesesi haline dönüşmesinde siyasal iktidarın çok önemli bir rolü olduğu muhakkaktır. Türkiye’de siyasi iktidarın kayyımlık müessesesini rakiplerini sindirmek hatta yok etmek için kullanma eğiliminde olduğu gözlenmektedir. Bunun en büyük delili esasen yıkıcı bir biçimde kullanılan kayyımlık müessesesinin daha geniş ve daha keyfi bir biçimde kullanılmasına imkan verecek yasal düzenleme yapma girişimidir. Bu girişim son anda gevşese de siyasal iktidar çeşitli eylem ve beyanlarıyla mülkiyet ve girişim özgürlüğüne saygı duymadığını göstermektedir. Acil kamulaştırma müessesesinin istismarı bunun önemli göstergelerinden birisidir.

Shares:

Okumaya Devam Edin