‘’Çoğulcu demokrasi’’ kavramındaki ‘’çoğulcu’’ kelimesinin biri tasvirî-analitik, diğeri normatif olmak üzere iki farklı anlamı vardır. Tasvirî-analitik bir kavram olarak çoğulculukla, birbiriyle yarış içindeki grup ve toplulukların varlığının bütün modern karmaşık toplumların doğal bir özelliği olduğu anlatılmak istenir. Buna göre, modern toplum düşünceler, çıkarlar ve hayat tarzları temelinde farklılaşmıştır ve bu farklı varoluşlar siyaseti de etkilemek üzere örgütlenmişlerdir. Bunun sonucu olarak, iktidar siyasal kararların oluşumunu etkilemek üzere birbirleriyle yarışan farklı gruplar arasında dağılmış durumdadır, yani toplumdaki iktidar yapısı hiyerarşik değildir. Ünlü Amerikalı siyaset bilimci Robert Dahl’ın (1915-2014) demokrasiyi ‘’çoklu iktidar sistemi’’ (oligarchy) olarak adlandırması bu fikrin bir ifadesidir.
Öte yandan, çoğulculuğun normatif siyasî imaları da vardır. Buna göre, toplumun çoğulcu yapısı aynı zamanda korunması gereken bir değerdir; çünkü toplum içinde çok sayıda nispeten özerk siyasî ve iktisadî teşekküllerin varlığı demokrasi ve özgürlük için hayatî önemdedir. Bu ise değişik çıkarların kendi çıkar ve görüşlerini ifade edebileceği ve iktidar için yarışabileceği kurumların var olmasını gerektirir. Başka bir ifadeyle, rekabetçi bir siyasî partiler sisteminin varlığı çoğulcu demokrasilerin ayırt edici bir özelliğidir.
Bununla beraber, çıkar grupları temelli bir çoğulcu anlayışın her zaman iyi olduğu ve demokrasiyi destekleyici olduğu görüşünü şüpheyle karşılayan düşünürler de vardır. Sözgelişi F. A. Hayek siyaset teorisiyle ilgili yazılarında, günümüzde çoğulculuğun çıkar gruplarının kamusal pastadan güçleri yettiğince pay koparmayı amaçlayan ilkesiz bir yarışa dönüştüğünü ve kamu yararına da aykırı olan bu durumun demokrasiyi yozlaştırdığını ısrarla dile getirmiştir.
Buna karşılık, yurttaşların belli bir sivil amaç etrafında gönüllü olarak bir araya gelmeleri –‘’sivil toplum örgütleri’’- doğru anlamda bir çoğulculuk için hayatî önemdedir. Alexis de Tocqueville19. yüzyıl Amerikan toplumunda yurttaşların ortak amaçlar için “bir araya gelme/örgütlenme” ruhuna sahip olmalarını demokratik özgürlüğün en önemli güvencelerinden biri olarak görmüştü. Bu örgütler yurttaşlarda katılımcı eğilimi yeşertip desteklemenin yanında, bireylerin devletin cebir gücüyle doğrudan karşılaşma ihtimalini azaltmak suretiyle de bireysel özgürlüğe hizmet eden ‘’ara kurumlar’’ olarak önemlidirler. Merkezî iktidarın sınırlanması açısından düşünüldüğünde, ayrıca, özerk etnik ve kültürel grupların varlığı anlamındaki çoğulluğun da korunması önemlidir.
Çoğulculuktan normatif bir teori olarak söz edildiğinde asıl kastedilen ise ahlâkî çoğulculuk veya ‘’değerler çoğulculuğu’’dur. Bu görüşün önde gelen temsilcisi olan Isaiah Berlin (1909-1997) temel insanî değerlerin çokluğu objektif bir gerçek olduğunu savunmuştur. Buna göre, insanların izleyebilecekleri amaçlar çok ve çeşitlidir; özgürlük, eşitlik, adalet gibi. İnsanları tek bir “insanî iyi” anlayışı değil, “iyi hayat”a ilişkin farklı anlayışlar yönlendirir. Ancak, bu anlayışlar ve değerler her zaman birbiriyle bağdaşmayabilir. Bundan dolayı, kişiler çoğu zaman bunlar arasında, çeşitli bakımlardan oldukça maliyetli olan zor tercihler yapmak durumunda kalırlar.
Isaiah Berlin’e göre, insanlık durumunun değerlerin çokluğuna ilişkin bu kaçınılmaz özelliğine en uygun olan siyasal sistem, farklı değerlerin bir arada var olmasına imkân veren liberal çoğulcu demokrasidir. Ancak böyle bir sistem insanlara tek bir değer veya amacı yahut amaçlar hiyerarşisini dayatmaz ve onlara kendi hayatlarını sorumluluğu kendilerine ait olan tercihler doğrultusunda yönlendirme olanağı tanır.
Ahlâkî çoğulculukla kültürel çeşitlilik arasında da bir ilişki vardır, karmaşık toplumların kültürel çeşitliliği bir yanıyla değerler çoğulluğunun bir yansımasıdır. Bundan dolayı, ahlâkî çoğulculuk görüşünü benimseyenler genellikle kültürel çeşitliliğin korunması ve hatta desteklenmesi gerektiğini düşünürler. Toplumun kültürel çeşitliliği sayesinde, bireylerin kendilerininkinden farklı kültürler ve hayat tarzlarından öğrenme imkânına sahip oldukları düşünülür. Çünkü, eleştirel ve sorgulayıcı bir zihin yapısı kadar, farklı insanî varoluş tarzlarının aynı toplumda bir arada bulunması da insanların ufkunu genişletir ve hoşgörü kültürünün gelişmesine katkı yapar.
Kültürel çeşitlilikle ilgili bu kavrayış, son 40-50 yılda Batı toplumlarında değişken derecelerde etkili olan ‘’çok-kültürlülük’’ ve ‘’çok-kültürcülük’’ düşünce ve politikalarıyla da yakından ilgilidir. ‘’Çok-kültürcülük’’ ayrıca grup kimlikleri düşüncesine dayandığı için grup haklarına özel bir önemi verir. Ancak, hakları bireyler yerine gruplarla temellendirmenin, yalın anlamıyla ‘’demokrasi’’yle değilse de, demokrasinin yaşayabilirlik zeminini oluşturan liberal değerlerle bağdaşabilirliği kuşkuludur.
Öte yandan çoğulculuk çoğunluk baskısı ihtimaline karşı da demokrasinin en önemli güvencelerinden biri sayılır. Çünkü toplumsal çoğulculuğun demokratik yoldan siyaseti etkilemesine izin verilmesi tek bir grup veya topluluğun hegemonik hale gelme ihtimalini azaltır. Yine de çoğulcu bir demokraside despotik bir çoğunluk ihtimalinin söz konusu olmadığı söylenemez. Çoğulculuğun siyasal tercihleri parçalayıcı etkisi belki tek bir grubun mutlak üstünlüğünü frenleyebilirse de, son zamanlarda sağ ve sol popülizm örneklerinde görüldüğü gibi, aralarındaki farklılıkları aşan veya onları çapraz kesen bir siyasî söylem aracılığıyla farklı grupları ortak bir program etrafından birleştirebilen bir siyasî ekip çoğulcu yapıya rağmen pekâlâ iktidarı kendi tekeline alabilir.
Kaldı ki, kültür veya hayat tarzı bakımından nispeten türdeş olan veya belli bir kültür ve hayat tarzına sahip olanların toplumun ana kütlesini oluşturduğu yerlerde seçimlerin güçlü bir siyasal çoğunluğu ortaya çıkarması ve bu ‘’demokratik’’ çoğunluğun bütün siyasal ve hukukî kurumları kontrolü altına alarak baskıcı bir rejime yönelmesi mümkündür. Bu durum her zaman demokrasinin tamamen ölümüyle sonuçlanmasa bile, yarı-demokratik veya demokrasi görünümlü yozlaşmış rejimlere yol açabilir ve onları kalıcı hale getirebilir.