Editör’den,

Geçen iki haftaya damgasını vuran siyasî olaylar arasında, Devlet Bahçeli’nin 154 kişinin kimliklerini içeren tehditvari bir liste açıklaması ön sırayı almaktadır. Ad ve soyadlarıyla listeye dahil edilenlerin eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş cinayeti ve bununla ilgili soruşturma ve kovuşturmanın yürütülme tarzı hakkında MHP’yle aynı görüşü paylaşmayan veya bu cinayet ile MHP’nin kimi yöneticileri arasında bir bağlantı olduğunu ima eden kişiler oldukları anlaşılmaktadır.

Nitekim Bahçeli konuyla ilgili açıklamasında şöyle demektedir: ‘’[Bu kişiler] Milliyetçi Hareket Partisi’ne karşı çok büyük haksızlıklar iftiralar, yalanlar, hakir görmeler, suçlamalarda bulunmuşlardır. Bunların toplamı 154 kişidir. (…) Onları kabul etmekte zorlanıyoruz ama yakın takip altındayız. Şu görmüş olduğunuz liste kimin hangi gün hangi saatte hangi programda nasıl konuştuklarının kimlerle konuştuklarının, MHP’ye hangi hakaretleri yaptıklarının toplamıdır. Bu dosya elimizdedir. Günü geldiğinde bu dosya eyleme de geçecektir. (…) Onlarla muhatap olmayı dahi kabul etmeyiz ama hukuk zemininde mutlaka hesaplaşacağız.”

Bahçeli her ne kadar görünüşe göre hukukî bir hesaplaşmadan söz etmekteyse de, bu olay yine de ülkemizde basın ve ifade özgürlüğünün içinde bulunduğu vahim durumu yansıtmaktadır ve Türkiye’nin demokratikleşme şansı açısından ümit kırıcıdır. Ayrıca MHP’nin, açıkça eleştirilmesi şöyle dursun, kendisininkinden farklı görüşler ileri sürülmesinin bile cesaret meselesi olduğu konusundaki yerleşik kanaati göz önünde bulundurduğumuzda, Bahçeli’nin bu açıklaması aynı zamanda ürkütücüdür de.

Bu arada öne çıkan başka bir olay da sokak hayvanlarının ‘’İtlâfı’’nı öngören yasa teklifinin, muhalefetin itirazları ve aksi yöndeki kamuoyu hiç dikkate alınmadan, iktidar çoğunluğu tarafından yasama komisyonunda kabul edilmesidir. Kamuoyunda ‘’İtlâf Yasası’’ olarak anılan teklifin yasalaşması halinde büyükşehir belediyeleri, il belediyeleri ve nüfusu 25 bini aşan belediyelerin “sahipsiz” hayvanların sahiplendirilinceye kadar bakımının yapılması ve rehabilitasyonunun sağlanması amacıyla yıl sonuna kadar hayvan bakımevleri kurmaları gerekecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meclis adlî tatile girmeden bu işin sonlandırılması konusunda kendi parti grubuna talimat verdiği de hatırlanırsa, bu yasa teklifinin Meclis’te ciddî bir değişikliğe uğramadan kabul edileceğine kesin gözüyle bakılabilir.

Ancak, birçok belediyenin ya kendilerine getireceği büyük yükten kaçınmak için ya da -öncelikle AKP’li belediyelerin- kategorik hayvan sevmezlikleri yüzünden, üstlerine düşen sorumluluğu almaktan kaçınıp kestirme yoldan hayvanlara ‘’ötenazi’’ yapmaları ihtimal dışı değildir. Buradaki endişe verici asıl nokta, sokak hayvanlarıyla bağlantılı sorunlar söz konusu olduğunda AKP iktidarının aklına ilk gelenin, soruna insanî-medenî bir çözüm aramak yerine, sorunun kaynağı olarak görülen hayvanları yok etmeyi düşünmek olmasıdır. Kamu düzen ve güvenliği meselesinde köpekler lâyık görülen bu mantık doğru olsaydı, kamu düzen ve güvenliğini bozan insanlar için de aynı  ‘’kolay çözüm’’ü uygulamak gerekirdi!

Sokak köpekleri meselesinde başka bir endişe kaynağı da, hükümetin bu vesileyle yaygınlaştırdığı hayvan karşıtı atmosferi, normal olarak CHP’li oldukları varsayılan ‘’lüks zevk sahibi, seçkinci’’ hayvanseverlere karşı bir kampanyaya dönüştürmek, onlara karşı kendi tabanında husumet yaratmak amacı güdüyor olabileceğidir. Bu atmosfer hayvanseverlerin (ve CHP’nin) başka (siyasî) konulara ilişkin görüşlerinin de dikkate almaya değer olmadığı düşüncesine ulaşmak için bir atlama taşı olarak kullanılmaya elverişlidir.

Aslına bakılırsa, iktidarın bu meseledeki hiçbir eleştiri ve öneriyi dikkate almayan ‘’dediğim dedik’’çi tutumu  ülkenin demokratikleşme ümidi açısından da son derece hayal kırıcı, hatta ürkütücüdür. Ürkütücüdür, çünkü muhalefetin görüş ve eleştirileri ile toplumdaki temel eğilimleri göz ardı etmeyi alışkanlık haline getiren bir siyasî ekibin zamanla görüş ve düşüncelerini dikkate almadığı kişilerin haklarını da yok saymaya eğilimine girmesi işten bile değildir.

Her ne hal ise, Erdoğan-Bahçeli iktidarı sokak hayvanları meselesini siyasî gündemin odağına yerleştirmek suretiyle hem ülkenin asıl gündemini oluşturan hayat pahalılığını ve geniş toplum kesimlerinin geçim derdini en azından bir süreliğine unutturmayı, hem de toplumu kutuplaştırarak kendi tabanını bir ölçüde de olsa konsolide etmeyi başarmış görünmektedir.  

Bu arada hükümet 31 Mart seçimlerinde kaybettiği belediyelerin bir anlamda ‘’hıncı’’nı CHP’li belediyelerden çıkarmak için yeni bir formül geliştirmiş görünüyor. Buna göre, belediyelerin birikmiş borçlarının tahsiline başlanacak. Bunun pratik anlamı, AKP’den CHP’ye geçen belediyelerin devraldıkları AKP kalıntısı fahiş miktardaki borçları ödemeleri için onlara baskı yapmaktır. AKP liderliği CHP’li belediyelerin istenen süre içinde bu borçları ödeyememeleri halinde de belediyeleri ‘’borca batıran, beceriksiz’’ CHP’yi afişe etmeyi hedefliyor olsa gerektir.  Pek muhtemeldir ki, sokak hayvanları meselesinde yaptıkları gibi, bunu da kendi tabanını konsolide etmenin bir yolu olarak görmektedirler.

Başka bir dikkat çekici olay, Vatan Partisi lideri ve AKP-MHP koalisyonunun gönüllü ve ateşli destekçisi Doğu Perinçek’in CHP’nin seçimleri kazansa bile iktidar olmasına izin verilmeyeceğine dair sarf ettiği sözlerdir. Şöyle diyor: “CHP iktidar olamaz. İsterse yüzde 90 oy alsın. Buna ne ordu ne de polis razı olur.”  CHP’nin iktidar olmasına izin verilmez, çünkü, Perinçek’e göre, ‘’PKK işbirlikçisi’’ (!) CHP Türkiye’nin bağımsızlık ve egemenliğini tehdit eden bir güçtür.

Öte yandan, ikide bir kendisine karşı ‘’darbe’’ yapılmak istendiğinden şikâyet eden ve 2016 Temmuz’unda demokrasiyi koruduklarını söyleyen hükümetin büyük ortağı AKP, şaşırtıcı bir şekilde, bu açıklamaya hiçbir tepki göstermedi. Parti sözcüsü Ömer Çelik Perinçek’i kınayan bir açıklama yapmadığı gibi, olur olmaz her şeyden kendine vazife çıkaran Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı da bu konuda sessiz kalmayı tercih etti.

Bu arada, Perinçek’in sözleri ile MHP başbuğunun CHP hakkındaki değerlendirmesinin aynı kapıya çıktığını da belirtelim. İkisinin de nazarında CHP haindir. Nitekim Bahçeli şöyle diyor: “DEM’lenen CHP milli güvenliğimize zarar vermektedir. DEM’lenen CHP demokrasimize leke sürmekte, milli birlik ve kardeşlik hukukumuzu kundaklamaktadır. CHP’nin şifreleri PKK’nın elinde, DEM’in kullanımındadır.”  Bu Perinçek-Bahçeli eşleşmesi AKP’yi koalisyon iktidarının büyük ortağı yapan ittifakın ideolojik kimliği hakkında bir fikir vermektedir.

Siyasî gelişmeleri hakkında değerlendirme yaptığımız dönem aynı zamanda ‘’Kıbrıs Barış Harekâtı’’nın 50. yıldönümüne de tesadüf etmekteydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu vesileyle yaptığı konuşmada Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak şu ifadelere yer verdi: ‘’Müzakerelerden de hiçbir sonuç çıkmadı. Eski yöntemlerle bir yere varılamayacağını gördük. Federalizme bizim de Kıbrıs Türkü’nün de karnı tok. (…) Hedefimiz KKTC’nin tanınırlığını artırmaktır. Kıbrıs Türk halkının kendi ayakları üzerinde durması için de desteklerimizi, yatırımlarımızı sürdürüyoruz.’’ 

Ancak, Erdoğan’ın sözünü ettiği ‘’KKTC’nin tanınırlığını artırma’’ politikasının uluslararası camia nezdinde ne yazık ki bir karşılığı bulunmamaktadır. Bu haliyle uluslararası hukukta herhangi bir dayanağı olmayan ve uluslararası toplum tarafından dışlanmış olan Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye kendi çabasıyla ancak ‘’ayakta tutabilir’’ ise de, bu durum Kıbrıs Türklerine ne özgürlük ne de refah götürebilir. Kıbrıs Türklerinin özgürlük ve refah garantisi uluslararası topluma açılmaktır ki bu da ancak Kıbrıs Rumlarıyla federal bir çatı altında bir araya gelmekle mümkün olabilir.

Bu bakımdan, Barış Harekâtı’nın 50. yılı kutlamalarına katılmak üzere gittiği Kıbrıs’ta  ‘’Kuzey Kıbrıs’ın da AB üyesi olması’’nı içeren bir ‘’çözüm’’ü savunan  CHP Genel Başkanı Özgür Özel daha sağlam bir zeminde durmaktadır.  Bu arada, CHP lideri Kıbrıs’ta kendisini karşılamayan Türkiye Büyükelçisi Feyzioğlu’na gösterdiği tepkide yerden göğe kadar haklıdır.  Buna karşılık, Feyzioğlu’nun bu ‘’hamlık’’ ve saygısızlığını onun ‘’ meslekten gelmemesi’’ne ve ‘’geldiği makamı hazmedememe’’sine bağlarken Özgür Özel’in aynı sağlam zeminde olduğu söylenemez. Çünkü Feyzioğlu’nun yaptığı münasebetsizliğin asıl nedeni bugünkü CHP’nin AKP-MHP koalisyonunun gayrıresmî ortağı olan ve Feyzioğlu’nun da -en hafif tabirle- sempatizanı olduğu ulusalcılığa eskiden olduğu gibi yakın durmamasıdır. Bu olaydan çok geçmeden Feyzioğlu’nun AKP-MHP iktidarı tarafından adeta ödüllendirilerek Prag büyükelçiliğine atanması bu hükümetin arkasındaki odağın ideolojik kimliğini gösteren başka bir örnek oluşturmaktadır. 

Son olarak, ekonomiyle ilgili maalesef sevindirici olmayan iki haberle bu yazıyı bitirelim. Financial Times, son dönemde Türkiye’ye yönelen yabancı sıcak paranın, olası küresel veya yerel şoklar karşısında hızla geri çıkabileceğine dikkat çekti. “İşlemciler milyarlarca doları Türk lirasına yatırıyor” başlığı altında, fonların yüksek faizden faydalanmak amacıyla Türkiye’ye yöneldiği ancak bu durumun ani piyasa değişimlerine karşı ülkeyi savunmasız bırakabileceği vurgulandı. Bu arada bir Deutsche Bank Raporunda da, temmuz ve ağustos aylarında yapılan fiyat artışları, akaryakıt, alkol ve tütünde otomatik vergi artışları ve kamu çalışanları ile emeklilere yapılan ücret artışları nedeniyle aylık enflasyonun yükseleceği öngörülüyor. Ekonominin durumu hakkında ayrıntılı bir değerlendirmeyi Caner Gerek’in yazısında bulacaksınız.

Bir sonraki sayımızda buluşmak üzere.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan


Hayvanları Koruma Kanunu Değişikliği ile Ne Amaçlanıyor?

İktidar partisine mensup milletvekillerince 12 Temmuz 2024 tarihinde TBMM’ye sunulan Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, hayvanseverlerin, muhalefet partilerinin ve sivil toplum örgütlerinin yoğun tepkisine rağmen bazı değişikliklerle Tarım, Orman ve Köy İşleri Komisyonunda kabul edildi. Teklifin TBMM Genel Kurulunda görüşülmesinin yeni yasama yılına kalacağı beklenirken, Cumhurbaşkanı Meclis tatile girmeden önce yasanın kabul edileceğini açıkladı. 

Kanun teklifinin gerekçesinde düzenlemenin amacının başıboş sokak köpeklerin doğurduğu sorunları çözmek olduğu ileri sürülüyor. Mevcut sorunun müsebbibinin ise 2004 yılında kabul edilen 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu olduğu ifade ediliyor. Gerekçede belirtildiğine göre “Yaşanan ve gelişen süreç içerisinde bu Kanım sahipsiz hayvanların rahat yaşamı ve can güvenliğini tam anlamıyla sağlayamadığı gibi insanların ve diğer canlıların yaşadıkları sorunları çözmekte de yetersiz kalmıştır.”[1] Sorunun kaynağı olarak, Kanunun öngördüğü tedbirleri almayan ve 20 yıldır iktidarda olan merkezi ve yerel yönetimlerin değil de bizzat Kanunun görülmesi, iktidarın zihniyetini ortaya koyması açısından önemli.

Teklifin gerekçesinde 4 milyon sokak köpeğinin bulunduğu tahmin edilirken, mevcut barınak kapasitesinin ise 105 bin hayvan kapasiteli 322 adet hayvan bakımevi olduğu belirtiliyor. Tarım Bakanlığı verilerine dayanarak, son 20 yılda ancak 2.5 milyon köpeğin kısırlaştırıldığı aktarılan gerekçede, hayvan nüfusunun yüksek olduğu ülkelerde kısırlaştırma yönteminin çözüm olmadığı vurgulanıyor. 5199 sayılı yasanın kabul ettiği yakala-kısırlaştır-sal yönteminin ne ölçüde uygulandığına bakılmaksızın bu yöntemin başarısız olduğu belirtilerek çözümün “itlaf yöntemi” olduğu savunuluyor.

Yeni düzenlemenin getirdiği çözüm önerisinin, “yakala-rehabilite et- barınakta tut- sahiplendir- (belli bir sürede sahiplenilmezse) ötenazi uygula” formülü olduğu görülüyor.  Mevcut Kanunda yer alan “öldürme” terimleri, “ötenazi” terimiyle değiştiriliyor. Ancak bu değişikliğin uygulanacak eylemi daha masum hale getirmediği açık.  Gelen yoğun tepkiler sonucu Komisyon görüşmelerinde formülün son ayağının belli ölçüde revize edildiği anlaşılıyor. Yani belli bir sürede sahiplenilmeyen bütün hayvanların değil, belli koşulları taşıyan, yani bulaşıcı hastalık taşıyan, insan ve hayvan sağlığı için tehlike oluşturan, tedavi edilemeyen ve sahiplenilmesi yasak olan hayvanlara veteriner hekim kontrolünde “ötenazi” uygulanması öngörülüyor. Ancak teklifte cevabı verilmeyen bir temel soru bulunuyor: “Mevcut 105 bin hayvan kapasiteli 322 barınakta 4 milyon hayvan nasıl tutulacak?” Yerel yönetimlere barınak kapasitesini artırmak ve yeterli hale getirmek için 2028 yılı sonuna kadar bir geçiş süresi öngörülmüş, ancak bu süre boyunca mevcutta bulunduğu iddia edilen 4 milyon hayvana nerede ve nasıl bakılacağına ilişkin bir çözüm teklifte yer almıyor.

Teklifte öngörülen yeni yöntemin uygulanması bazı cezai yaptırımlarla destekleniyor. Öncelikle yerel yönetimler adına toplanan hayvanların bakımevi dışında bir yere bırakılması ve bakımevindeki hayvanların dışarı bırakılması kabahat haline getiriliyor. Belediyelere bütçelerinin belli bir oranını bakımevleri için ayırma yükümlülüğü getiriliyor ve bu kurala uymayanlar için yaptırım öngörülüyor. Sahipli hayvanların kaydedilmesi zorunluluğu getiriliyor ve bu hayvanları sokağa bırakanlar hakkında da yaptırım öngörülüyor. Ancak hayvan ithalatı, üretimi ve satılması konusunda bir yasak ve yaptırım bu teklifte yer almıyor.

İktidar, bu yasa teklifi ile, kendi çıkardığı kanunu 20 yıl boyunca uygulamayarak ürettiği sokak hayvanları sorununu çözmek için bütün sokakları hayvandan arındırmayı amaçladığını iddia ediyor. Bunun için hayvanları toplayıp bakım evlerine almayı ve sahiplenilmeyen hayvanları öldürmeyi öngören radikal bir düzenlemeyi dayatıyor. Alternatif hiçbir çözüm önerisini dinlemeye yanaşmıyor. Teklife eleştiri getirenleri, sanki sokakların çeteleşen köpeklere bırakılmasını savunuyorlarmış ve köpeklerce zarar verilen insanları ve hayvanları dikkate almıyorlarmış gibi itham ediyor. Oysa herkes sorunun farkında, ancak çözüm önerileri farklı. Daha insancıl alternatif çözümler öneriliyor.

 İktidarın bu katı tutumunun, samimi bir şekilde sokak hayvanları sorununu çözme saikine dayandığına inanmak zor görünüyor. Bu tutumu daha ziyade, 31 Aralık 2024 seçim sonuçlarından memnun olmayan ve yerel yönetimlerin çok önemli bir kısmını kaybeden bir partinin, seçimi kazanan muhalefet partili belediyeleri mali ve hukuki yönden sıkıştırma, vatandaş ile belediyeleri karşı karşıya getirme taktiği olarak görmek daha makul görünüyor. Ancak hiçbir siyasi taktiğin, 4 milyon masum cana kıymayı meşru hale getiremeyeceğini akılda tutmak gerekir. 

* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu 


Erdoğan CHP’li Belediyelere Yeni Bir Cephe Açtı: SGK Borçları

Cumhurbaşkanı Erdoğan partisinin grup toplantısında CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e hitaben “Emeklilere faydanız dokunsun istiyorsanız talimat verin, belediyeleriniz SGK’ye olan birikmiş borçlarını ödesin. Şu anda belediyelerin borçlarıyla ilgili Hazine ve Maliye Bakanlığımız tahsiline kaynağında başlayacaktır. Öyle 25 kuruşa simit yok” ifadelerini kullandı. Erdoğan’ın bu sözlerinin hemen ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan belediyelerin SGK’ya olan borcunun 96 milyar liraya ulaştığını ve Bakanlık olarak harekete geçtiklerini söyledi: “31 Mart yerel seçimlerinden önce SGK’ye prim borçları biriken belediyelerin olduğuna dikkati çekmiş ve belediyelerin borçlarını ödemesi için bir çağrı yapmıştık. Bunu sözde bırakmadık, SGK aracılığıyla tüm borçlu belediyelere, herhangi bir parti farkı gözetmeksizin borç bildirimlerini gönderdik.”

CHP Genel Başkanı Özel ise Erdoğan’ın belediyeleri zora sokarak, halka hizmeti aksatarak CHP’yi yıpratmaya çalıştığını ve esasında en borçlu belediyelerin 31 Mart Yerel Seçimlerinde AKP’den CHP’ye geçen belediyeler olduğunu söyledi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, içinde CHP’li belediyelerin de bulunduğu 15 büyükşehir belediyesinin SGK’ya hiç prim borcu olmadığını fakat son seçimde AKP’den CHP’ye geçen Balıkesir, Bursa ve Denizli Büyükşehir Belediyelerinin toplam borcunun 790 milyon lira olduğunu açıkladı.

Daha önceki bültenlerimizde de sıkça yazdığımız gibi, 2019’dan beri AKP hükümeti kayyum, proje finansmanlarına yönelik engeller, bürokratik engeller, idari ve hukuki baskılar vb. çeşitli yöntemlerle muhalif belediyelere yönelik bir baskı uyguluyor. Şimdi ise, sokak hayvanları konusundan sonra, belediye borçları üzerinden muhalefete yönelik yeni bir cephe açıldığını görüyoruz. Hükümetin muhalif belediyelere öteden beri uyguladığı baskıları hatırladığımızda, bu borç tahsili konusunun salt kamu maliyesini toparlamaya yönelik uygulamaları aşan, partizan saiklerle yapıldığını açıkça görüyoruz.

Bakan Işıkhan her ne kadar belediyelerin borçlarına yönelik yaptırımların parti farkı gözetmeksizin uygulanacağını belirtse de, Erdoğan’ın açıklamasında CHP’li belediyeleri kastetmesi ve bakanlığın derhal harekete geçmesi bu çıkışın partizan bir motivasyonla yapıldığını gösteriyor. Bu hamlesiyle Erdoğan birkaç kazanım umuyor olabilir. Örneğin, borçların tahsil edilmesi sürecinde AKP ve MHP’li belediyelere borç bildirimi ile yetinilirken CHP’li belediyelere daha sert uygulamalar dayatılabilir. Hatta hükümet ile belediyeler arasındaki “borç krizi (!)” bir anda gündemin ana maddesi haline gelebilir. Tabii ki, popülist bir lider olarak Erdoğan, bu tür ikilikler, zıtlıklardan kaçınmaz ve yerel yönetimlerin yetkilerinden, merkezi bütçeden ayrılan ödeneğe kadar müdahale edebileceği bir fırsatlar silsilesini karşısında bulabilir. Bu nedenle dikkatli olmak gerektiği kanaatindeyim. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın amaçlarından biri de hükümetin kamu maliyesinde disiplin sağlamaya yönelik çabasının CHP’li belediyeler tarafından engellendiği izlenimini yaratmak olabilir. Birkaç gündür hükümete yakın medyada buna benzer yorumlarla karşılaşmaktayız. Son olarak ve belki de en önemli motivasyon, CHP’li belediyeleri finansal olarak zora sokarak, bu belediyelerin hizmet kapasitesini azaltmak ve böylece CHP’yi yerel yönetimlerde başarısız göstermek. Henüz net bir biçimde kestiremediğimiz birçok siyasi hedefi olabilecek bu çıkış karşısında muhalefetin yapması gereken şey hükümetin kamu yararından çok bir bedel ödetme veya cezalandırma amacı güttüğünü kamuoyuna detaylı ve vurgulu bir biçimde anlatmaktır. 

 *  Ömer Faruk Şen – Ph.D. – Missouri Üniversitesi


Dövize Kamu Müdahalesi ve Sonuçları

2021 Eylül ayında başlayan Merkez Bankası faiz indirimleriyle Türkiye dövizde büyük bir yükseliş yaşadı. Bu yükseliş, TL’den kaçışın ve hızlı bir dolarizasyon sürecinin sonucuydu. Doların kısa sürede hızla yükselmesine rağmen bugünlerde TL’nin değerlenmesi ve doların değersizleşmesi tartışmaları gittikçe artıyor. TL’nin dolar karşısında oldukça değer kaybetmesine rağmen hâlâ değerli bulunmasının altında yatan neden ise dövizden daha hızlı artan enflasyon.

Aşağıdaki Tablo 1’de Türkiye ekonomisinin yakın dönemdeki en büyük kırılma noktası olan 2021 Eylül ayı faiz artırımından itibaren kur ve fiyatlardaki değişim sunulmuştur. 2021 Ağustos ayı için TÜİK ve İTO fiyat endeksi ve dolar/TL kurunun 100 kabul edildiği durumda  fiyat hareketlerinin seyrine baktığımızda, TÜİK’e göre fiyatı 100TL olan bir ürünün bugünkü fiyatı 411TL olurken 1 dolar 395 TL olacak şekilde artmıştır. Böylece fiyatlardaki artış kurdaki artıştan bir miktar fazla gerçekleşmiştir. TÜİK yerine verileri daha tutarlı olan İTO’nun İstanbul için hazırladığı Ücretliler Geçinme Endeksi’ne göre ise 100TL’lik ürünün fiyatı 530TL olmuştur. İTO verilerine göre ortaya çıkan enflasyon, kurdaki artışa göre oldukça yüksek gözükmektedir. Böylelikle ekonomik kırılmaya yol açan kur hareketinden çok daha fazla bir enflasyon artışı gerçekleşmiştir.

Enflasyonun döviz kuruna göre daha fazla artmasının en önemli nedenlerinden birisi ise kamunun dövize yaptığı müdahalelerdir. Bu müdahaleler Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi ekonomiyi stabil göstermek için yapılırken seçim sonrasında enflasyonu düşürmek için yapılmaktadır. Ancak gelinen noktada enflasyonun kurdan daha fazla artması, piyasaya yapılan bu müdahalenin TL’nin değerlenmesine ve iktisadi göstergelerin gösterge özelliğini yitirmesine neden olmaktadır.

            Tablo 1: Fiyat ve Kur Hareketleri

            Kaynak:TÜİK, TCMB, İTO

Enflasyonun kura göre çok daha fazla artmasıyla Türkiye’nin dolar bazlı milli geliri de hızla arttı.  Tablo 2’de gösterildiği üzere, kişi başına düşen milli gelire bakıldığında, ekonomik sorunların hızla arttığı 2019 sonrasında dolar bazlı milli gelir sürekli artarken 2022 ile beraber artış daha da hızlanmaktadır. Bu hızlı artış ile beraber Türkiye, kişi başına düşen milli hasılayı yaklaşık 750 dolar arttırdığında yüksek gelirli gelişmiş ülkeler kategorisine girecektir. Zorlu ekonomik koşullardan geçen Türkiye, milli gelir göstergelerine göre hızla zenginleşen ve gelişmiş bir ülke olmaya doğru ilerlemektedir. Bu durumun Türkiye gerçeklerlerinden oldukça uzak olduğu ise aslında yalın bir gerçektir. Bu çarpık  durumu sağlayan ise döviz kuruna yapılan müdahalelerdir. Bu müdahaleler yapılmasaydı kişi başına milli gelir ve diğer uluslararası birçok iktisadî gösterge bu derece yanıltıcı olmayacaktı.

Tablo 2: Kişi Başına Düşen Milli Gelir ($)

              Kaynak:TÜİK

Kurlara yapılan müdahalenin etkileri sadece milli gelirde değil, yerli ve ithal ürün fiyatlarının karşılaştırmasında da dikkat çekmektedir. Enflasyonun kura göre daha hızlı artması, yerli mal ve hizmetlerin ithal mal ve hizmetlere göre gittikçe daha pahalı hale gelmesine yol açmaktadır. Türkiye’de yemek fiyatlarının Londra fiyatlarına denk gelmesi ya da Yunanistan tatilinin Türkiye’den ucuz kalmasının en önemli nedenlerinin başında kura yapılan müdahalelerle kurun sabit kalması ve enflasyonun yüksek seyretmesi gelmektedir. Bu pahalılaşmayı tüm yerli ve yabancı mallar üzerinden düşündüğümüzde Türkiye’nin kura dayalı olan rekabetçiliği gittikçe düşmektedir. Maliyetlerin enflasyonla hızla arttığı dönemde kurun sabit kalması sonucu gelirin artmaması ihracat ve turizm firmalarını zor durumda bırakmaktadır. Rekabetlerini verimlilik artışı üzerinden geliştiremediklerinden dolayı da iktidara sürekli kur baskısı yapmaktadırlar.

Serbest piyasanın işlemesi

Dünya pratiğine bakıldığında genel olarak kurun tamamen serbestçe dalgalanmasına izin verilmemektedir. Ülkeler kurun belirli bir aralıkta dalgalanmasına izin vermektedir. Türkiye ise geçici de olsa adı konulmamış bir sabit döviz kuru rejimi uyguluyor. Bu kamu müdahalesi, enflasyonu düşürmek için oldukça önemli ama bir yandan da yukarıda bahsi geçen zararları da vermektedir. O nedenle enflasyonun düşme süresi uzadıkça TL’nin değerlenmesi ve yurtiçi mal ve hizmetlerin pahalılaşması devam edecektir. Olumlu yanı ise bazı firmaların kurun artmadığı bir ortamda verimlilik artıracak yatırımlara yönelmeleridir. Çözümü iktidardan bekleyenlerle verimlilik artışına gidecekler ilerde ayrışacaktır. Ama nihayetinde kura müdahale, doğru fiyatlamayı engellemekte ve risk birikimine yol açmaktadır. Zaman, kur üzerinden iktidarın ve Merkez Bankası’nın aleyhine işlemekte.

* Dr. Caner Gerek



[1] Teklif metnine şuradan erişilebilir: https://cdn.tbmm.gov.tr/KKBSPublicFile/D28/Y2/T2/WebOnergeMetni/df2c98ac-4cb1-4003-9c07-935b00f06b0e.pdf

Önceki İçerikJAMES BUCHANAN VE ROMANTİZMDEN ARINMIŞ SİYASET
Sonraki İçerikADALETİN BU DİYARDA ‘’ESAMESİ OKUNMUYOR’’