Editörden,

Türkiye’nin önde gelen temel sorunlarından Kürtlerin eşitlik vatandaşlık, özgürlük ve adalet sorununun barışçı-demokratik yoldan çözülmesi konusu gündemden hiç düşmüyor. Ekim başında MHP lideri Devlet Bahçeli’nin TBMM’de DEM Partililerle tokalaşmasıyla işareti verilen ve ardından yine Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a yaptığı silâh bırakma çağrısıyla başlayan bilinen gelişmeler kamuoyunda Kürt sorununun çözümü yönünde bir ümidin doğmasına yol açmıştı. Gazeteler ve televizyonlarda yeni bir ‘’çözüm süreci’’nin başladığını veya başlamak üzere olduğunu varsayan tartışmalar yapılmaya başlandı. Ancak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle yayımladığı mesaj ve AKP Meclis grubunda yaptığı uzun konuşma bu havayı neredeyse tamamen değiştirdi.

Bahçeli’nin yaptığının tersine, doğrudan doğruya Kürt yurttaşlara hitap eden Erdoğan onların özgürlük, adalet ve demokrasiyle ilgili ciddî sorunlarının bulunmadığını varsayan bir konuşma yaptı. Cumhurbaşkanı Kürtlerin Türklerle aralarında var olduğunu düşündüğü, esas olarak dinden ve tarihsel beraberlikten kaynaklanan ‘’kardeşlik hukuku’’na sarılmaları gerektiğini vurguladı. Erdoğan ‘’Bizim Irak ve Suriye’nin kuzeyindeki bölücü terör örgütüne, kandan beslenen Kandil’deki terör baronlarına hiçbir çağrımız yoktur, olamaz da’’ dedi.

Erdoğan bu arada Kürt yurttaşlara ‘’kardeşlik hukuku’’ zemininde ‘’Türkiye Yüzyılı’nı birlikte kurma’’ ve ‘’iç cepheyi dost düşmana karşı güçlendirme’’ çağrısı yaptı. Erdoğan’a göre, söz konusu kardeşlik hukuku Kürtlerin PKK’ya verdikleri varsayılan desteği geri çekmelerini gerektiriyordu. Onun için Kürtlerden, ‘’Türkiyelileşmeye dair istek ve iradesi olmayan’’ ve ‘’kardeşliğe değil husumete hizmet eden’’ siyasî parti olarak nitelediği Kürtlerin önde gelen demokratik-siyasî temsilcisi olan DEM Parti’yi denklem dışına çıkartıp AKP etrafında toplanmalarını ve devlete güvenmelerini istedi. Erdoğan ayrıca ‘’terörü ve terörün ürediği bataklığı kurutmak’’ konusundaki kararlılıklarının devam ettiğini de vurguladı.  

Görülüyor ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın (ve Cumhur İttifakı’nın) Kürt sorununun çözümü için yeni bir barış süreci başlatmak gibi bir niyeti ve planı yok. Erdoğan bunun yerine, kendisi ve partisi için Kürt seçmenlerin desteğini kazanarak, muhtemelen herhangi bir ortağa da ihtiyaç duymayacak ölçüde yeniden güç toplamayı tasarlamaktadır. Kısaca, Kürt sorununun çözümü yine ‘’başka bir bahara kaldı.’’ Devletin böyle bir düşüncesi halâ varsa tabiî.

Son günlerde siyasî gündemi meşgul eden başka bir önemli mesele de hükümetin bir süredir ara verdiği kayyım uygulamasını devam ettirmeye ve CHP’yi de bu çember içine almaya kararlı olduğunu gösteriyor. Malum, birkaç gün önce Esenyurt (İstanbul) Belediyesi başkanı Ahmet Özer ‘’(PKK) terör örgütüne üye olduğu’’ isnadıyla gözaltına alınıp bilahare tutuklandı. Özer’in yerine bir devlet memuru kayyum olarak atandı. Taha Akyol’un yazdığına göre, Özer’in tutuklanması, iki oğlu PKK’ya katılmış olan bir annenin vefatı üzerine, PKK’yla bağı olmayan üçüncü oğluna Özer’in telefonla başsağlığı dilediği gerekçesine dayandırılmış. Yani, eğer bu bilgi doğruysa, kardeşleri ‘’terörist’ olan bir kişiye annesinin ölümü dolayısıyla başsağlığı dilemek bu sistemde suç sayılıyor!

Terörist kavramının bu derece ilgisiz bir bağlantıya dayandırılarak saptırılması Türkiye’de maalesef yeni bir uygulama değil. Arkadaşımız Ali Rıza Çoban aşağıdaki yazısında Türk yargı uygulamasında terör kavramının yorum yoluyla kötüye kullanılmasının arka planını tartışıyor.

Öte yandan, seçilmiş bir görevlinin yerine o yörenin seçimle oluşturulmuş olan meclisinin başka bir üyesi değil de hükümetin bir memurunun atanmasının anti demokratik bir uygulama olduğu açıktır. Bu uygulama, ilgili mevzuatta 2016 yılında bir olağanüstü hal kararnamesiyle yapılan değişikliğin verdiği yetkiye dayandırılmaktadır. Ne var ki, antidemokratik olması bir yana, olağanüstü hal dönemine özgü olan bir yetkinin olağan döneme geçildikten sonra da uygulanmaya devam edilmesi hukukun üstünlüğü ilkesine ve Anayasaya aykırıdır.  

Tahmin edilebileceği gibi, bu keyfî uygulama ülkede yaygın bir hoşnutsuzluğa sebep oldu, pek çok yurttaş ve sivil teşekkül bunu protesto etti. Bu arada 38 baro (neden bütün barolar ve Barolar Birliği değil?) Esenyurt Belediye Başkanı’nın tutuklanmasını ve yerine kayyım atanmasını antidemokratik bir işlem olarak niteleyen eleştirel bir ortak açıklama yaptı. Bu arada, Ahmet Özer’in hukuksuz bir şekilde görevden uzaklaştırılıp hakkında ceza soruşturması başlatılmasını eleştiren CHP genel başkanı Özgür Özel ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanı Ekrem İmamoğlu’na karşı da Cumhurbaşkanı Erdoğan kendisine hakaret ettikleri gerekçesiyle tazminat davası açtı. Bu da bir ironi, ibretlik bir ironi hem de…

Bu arada, hatırlanacağı üzere, siyasî iktidar bahar aylarında ‘’etki ajanlığı’’ adını verdiği eylemleri cezalandırma amaçlı bir yasal düzenleme girişiminde bulunmuş, ama kamuoyundan gelen yaygın tepkiler üzerine bu teklifi geri çekmek durumunda kalmıştı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, aynı yasa teklifi geçenlerde AKP’liler tarafından yeniden işleme kondu ve 24 Ekim’de Meclis Adalet Komisyonu’nda kabul edildi. Bu duruma göre, daha önce 61. sayımızda ele alıp değerlendirdiğimiz, sivil özgürlükler için büyük bir tehdit oluşturan ve ancak totaliter bir rejimde akla gelebilecek olan bu teklifin yasalaşacağına maalesef kesin gözüyle bakılabilir. Arkadaşımız Ö. Faruk Şen aşağıdaki yazısında bu yasa girişimini daha ayrıntılı olarak analiz etmekte ve özgürlükler için ifade ettiği tehlikelere dikkat çekmektedir. Caner Gerek te yazısında özel bir hastaneyle ilgili son skandal münasebetiyle özel hastaneler konusunu irdeliyor.

Özgürlük Gündemi’nin bir sonraki sayısında buluşmak üzere.


Terör Mevzuatının Öngörülemez Yorumu ve Uygulaması

Türkiye’de terör mevzuatının öngörülemez bir şekilde geniş ve keyfî yorumlanması yapısal bir soruna dönüşmüştür. Yargı bağımsızlığına ilişkin sorunlara da işaret eden bu durum, hukuk devleti eksikliğini göstermektedir. Böylece, başta muhalif siyasetçiler, sivil toplum çalışanları, gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları olmak üzere iktidarın hoşuna gitmeyen söz söyleyen herkesin muğlak terör suçlamalarıyla soruşturma ve kovuşturmaya tabi tutulması, tutuklanması ve mahkûm edilmesi mümkün hale gelmiştir. Bu aynı zamanda başta ifade ve örgütlenme özgürlükleri olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin hukuksuz bir şekilde kısıtlanması sonucunu doğurmaktadır.

Son on yılda pek çok bağımsız gözlemci terör mevzuatının öngörülemez yorumu konusunda sayısız raporlar yazdı ve uluslararası kuruluşlar bu konuda Türk yetkilileri defalarca uyardı. Ne var ki, bu konuda herhangi bir olumlu gelişmenin yaşandığını söylemek mümkün değil. Venedik Komisyonu 2016 yılında Türk Ceza Kanunu’nun bazı maddeleri ile ilgili bir rapor yazdı ve bu maddelerin uygulamada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde güvence altına alınan hakları ihlâl edecek şekilde geniş ve öngörülemez bir şekilde uygulandığını tespit etti. Bu hükümlerin değiştirilmesi ve Sözleşme ilkeleriyle uyumlu bir şekilde uygulanması hususunda gerekli uyarıları yaptı.[1] Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserleri yine son on yıl içinde Türkiye’ye ilişkin pek çok ülke raporu ve memorandumlar yayınladılar ve her birinde terör mevzuatının keyfi uygulamasına ilişkin tespitler yaptılar ve yetkililere uyarı ve tavsiyelerde bulundular.[2]

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Türk Ceza Kanunu’nun kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret suçunu düzenleyen 125/3[3], örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme suçunu düzenleyen 220/6[4], örgüte yardım suçunu düzenleyen 220/7[5], Cumhurbaşkanına hakareti düzenleyen 299[6], Türk milletini ve devletin kurumlarını aşağılama suçunu düzenleyen 301[7] ve terör örgütü üyeliğini düzenleyen 314.[8] maddeleriyle ilgili olarak, söz konusu hükümlerin öngörülemez bir şekilde yorumlandığına ve Sözleşme’de güvence altına alınan haklardan yararlanmaya ilişkin eylemlerin suç kabul edildiğine ilişkin kararlar verdi. Bu kararların uygulanmasının denetimini yapan Bakanlar Komitesi periyodik olarak bunların gerektirdiği genel önlemlerin Türk yetkililerce alınıp alınmadığını denetliyor. Söz konusu kararların denetimi kapsamında henüz hiçbir kararla ilgili genel önlemlerin alındığı yönünde karar verilmedi ve izleme kapsamından çıkarılmadı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 22 Ekim 2024 tarihinde Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesinin öngörülemez bir şekilde uygulanmak suretiyle bir siyasetçinin siyasî konuşmaları yüzünden terör örgütü üyesi olarak suçlanarak tutuklandığını tespit etti ve bu yolla Sözleşme’nin hem ifade özgürlüğünü güvence altına alan 10. maddesinin hem de kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını güvence altına alan 5. maddesinin ihlâl edildiğine karar verdi.[9]

Demokratik Bölgeler Partisi eş başkanı olan başvurucu hakkında, çeşitli siyasî toplantılarda yaptığı konuşmalar ve basına verdiği açıklamalar nedeniyle terör örgütü üyeliği suçundan soruşturma açılmış ve 12 Mayıs 2016 tarihinde gözaltına alınarak daha sonra tutuklanmış, yargılama sonunda da hakkında mahkûmiyet kararı verilmiştir. Karara konu başvuru, tutukluluk nedeniyle yapılan bir başvurudur. AİHM başvurucu hakkındaki suçlamaların tamamının yaptığı siyasî nitelikli konuşmalar olduğunu, bu konuşmalarda hükümetin ve kolluk güçlerinin ağır bir şekilde eleştirildiğini ancak şiddet övgüsü ve şiddet çağrısı barındırmadığını, nefret söylemi içermediğini belirterek bu eleştirilerin ifade özgürlüğünün sınırları içinde söylüyor. AİHM hakkındaki dosyada başvurucunun terör örgütünün talimatları doğrultusunda hareket ettiğini gösteren somut bir delil bulunmadığına ve tutuklama kararlarının böyle bir delile dayanmadığına işaret ederek mevzuatın keyfi ve öngörülemez bir şekilde yorumlandığı sonucuna ulaşıyor.

AİHM bu kararda terör mevzuatının Türk yargısı tarafından sistematik bir şekilde Sözleşme ilkeleri dikkate alınmadan uygulandığı yönünde hem Venedik Komisyonu’nun hem de Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin yaptığı tespitlere özellikle atıf yapıyor. AİHM’in bu sorunun yapısal ve sistemik olduğunu tespit etmesinin gelecekte önemli sonuçları olacağı açıktır. Ayrıca bu tespitin ne kadar yerinde olduğu da son günlerdeki gelişmelerle bir kez daha teyit edilmiştir. Türkiye’de hukuk devletine dönüş, ancak yargının evrensel standartlara dönmesi ve araçsallaşmaktan kurtulması ile mümkün olabilir.

* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu


Sivil Topluma ve Gazetecilere Abluka: “Etki Ajanlığı” Düzenlemesi

AK Parti’nin “etki ajanlığı” kavramını Türk Ceza Kanunu’na ekleyen düzenleme önerisi TBMM Adalet Komisyonu’ndan geçti. Torba yasa kapsamında sunulan teklif, “devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenlerin” 3 ila 7 yıl arasında hapisle cezalandırılmasını öngörüyor. Fiilin savaş sırasında veya askerî hareketleri tehlikeye sokabilecek bir süreçte işlenmesi durumlarında ise bu ceza 8 yıldan 12 yıla kadar çıkabiliyor. Yasa teklifinin önümüzdeki günlerde TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi beklenirken bu teklifin son günlerde yoğun olan gündem içinde hak ettiği ilgiyi çekmemektedir.
 
Bu yasa teklifinin hak ve özgürlükler açısından yarattığı tehditleri değerlendirmeden önce AK Parti iktidarının tatbik ettiği illiberal politikaların halkla ilişkileri metodundan bahsetmek gerekiyor. İktidar ve iktidara yakın medya[10], bu kanun maddesinin Batı’da da benzer örneklerinin bulunduğunu iddia ederek, bu düzenlemeyi meşrulaştırmaya çalışıyor. İktidar, esasında oldukça seçici (selective) ve manipülatif bir şekilde oluşturduğu bu “Batı’ya referansla meşrulaştırma” stratejisini daha önce de hayvan hakları yasası, içki satış yasakları vb. gibi birçok konuda uygulamıştı.
 
Ancak bu yaklaşım, Batı’daki uygulamalar ile Türkiye’deki teklifin arasındaki bazı önemli farkları göz ardı ediyor. Liberal demokratik ülkelerde çıkarılan yasalar genellikle şeffaflık, demokratik hesap verebilirlik ve kamuoyunun bilgiye erişimini sağlama amacını taşırken, Türkiye’deki “etki ajanlığı” yasa teklifi ise esas olarak iktidara yönelik eleştirel sesleri susturmaya yönelik. Örneğin, ABD’deki FARA (Yabancı Temsilci Kayıt Yasası) belirli kuruluşların bazı durumlarda yabancı ülkelerden aldıkları fonları ve faaliyetlerini kamuya açıklamalarını gerektirmekte ve bu sayede lobi faaliyetleri hakkında halkın bilgi sahibi olmasına olanak tanımaktadır.
 
Venedik Komisyonu’nun da dikkat çektiği şu önemli detayı da belirtmekte fayda var: FARA kapsamında, yalnızca yabancı kaynaklardan fon almak bir kuruluşun bu yasaya göre kayıt yaptırmasını gerektirmemektedir. Bir kişinin veya kuruluşun FARA kapsamında kayıt olması ancak yabancı bir ana unsurun (foreign principal) doğrudan talimat ve kontrol altında hareket etmesi, yani onun adına veya onun yönlendirmesiyle faaliyet göstermesi durumunda zorunludur. Dolayısıyla yasa, sivil toplum kuruluşları veya medya temsilcilerini özel olarak hedef almak için değil; ticari ya da kâr amacı gütmeyen herhangi bir kuruluşun ya da bireyin, yabancı bir ana unsur adına yasal ajan olarak hareket etmesi durumunda geçerlidir. Başka bir ifadeyle ABD’deki bu düzenleme, yabancı ana unsur ile ajan arasında çok yüksek bir kontrol düzeyi olmasını gerektiren bir yapıya sahiptir​.[11] Avrupa Birliği’ndeki benzer direktifler de özellikle şeffaflık üzerine odaklanmakta ve kamuya açık veri tabanları ile bu faaliyetlerin demokratik sistem içinde saydam bir şekilde yürütülmesini amaçlamaktadır.
 
Türkiye’deki düzenleme ise bir kayıt (registration) sistemi getirmiyor. Zaten Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının aldıkları fonlar yasal sistem içinde kayıtlara düşüyor. Bu düzenleme ile yapılan şey yeni bir suç icat etmek ve bunun olabildiğince geniş yorumlanmasına imkân vermek olarak özetlenebilir. Dolayısıyla, Batı’daki örneklerle Türkiye’deki bu düzenlemeyi kıyaslamak hem içerik hem de amaç bakımından yanıltıcı olacaktır. Bu bakımdan, bu düzenlemeyi Batı ülkelerindeki düzenlemelerden çok Rusya’daki “yabancı ajan yasası” gibi iktidarın hoşuna gitmeyen kişileri ve faaliyetleri bastırmak için çıkarılan düzenlemeler ile kıyaslamak daha doğru olacaktır.
 
Türkiye’deki yasa teklifine benzer en yakın tarihli örnek olan Gürcistan’da 2024 Mayıs ayında geniş çaplı protestolara rağmen “yabancı etki yasası” yürürlüğe girmişti. Muhaliflerin “Rus yasası” olarak adlandırdığı bu yasa fonlarının yüzde 20’sinden fazlasını yurt dışından alan kuruluşların “yabancı etki ajanı” olarak kaydedilmesini öngörüyor. Bu düzenlemeye dair Venedik Komisyonu da yasanın içerdiği geniş kapsamlı ve belirsiz ifadeler nedeniyle ciddî insan hakları ihlalleri riskine dikkat çekmişti.[12]
 
Türkiye’deki düzenlemedeki en kritik sorun, “yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları” gibi son derece muğlak ifadelerin kullanılmasıdır. Yabancı bir devletin veya organizasyonun stratejik çıkarlarına göre hareket etmek suçlaması, doğası gereği ispatı zor ama öne sürülmesi kolay bir ithamdır. Üstelik Türkiye gibi millî güvenlik, iç ve dış siyasal yarar tanımlarının iktidarın günlük hesaplarına göre sürekli değiştiği bir ülkede belirsizlik ve keyfilik kaçınılmazdır. Geçmiş yıllarda yürürlüğe giren birçok yasanın iktidarın politik hesapları doğrultusunda ve muhalefeti sindirmeye yönelik uygulandığına şahit olduğumuz için, bu düzenlemenin de muhalefeti abluka altına alma amacı taşıdığını net biçimde ifade edebiliriz.
 
Teklifin gerekçesi, devletin “iktisadî, malî, askerî, millî savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji” gibi pek çok alandaki çıkarlarına zarar verebilecek faaliyetlerin cezalandırılmasını amaçladığını belirtmektedir. Böylece, Türkiye’deki her türlü eleştirel haberciliği, Türkiye’nin dış yararları aleyhine ve yabancı bir ülkenin çıkarına olduğu gerekçesiyle potansiyel suç kapsamında değerlendirmek mümkün olabilecektir. Öte yandan, gerekçede “yargı yetkisi altında bulunmayan organizasyonlar” gibi geniş tanımlamalar yapılmakta, böylece özellikle bağımsız medya kuruluşları, uluslararası partnerleri olan STK’lar ve hatta akademik çevreler bile potansiyel hedef haline getirilmektedir.
 
Bu düzenlemenin toplum üzerindeki etkisi geniş çaplı olacak; özellikle medya kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve akademisyenler, otosansür uygulamak zorunda kalacaklardır. Cesur kalem sahipleri de ağır cezalarla karşılaşacaklardır. Toplum olarak bu konunun yakın takibinde olmak, ifade özgürlüğünü savunmak ve hukukun üstünlüğüne sahip çıkmak, demokratik değerlerin korunması adına bir zorunluluktur.


 *  Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi


Özel Hastaneler ve ‘’Kâr Hırsı’’

Türkiye kamuoyunu sarsan ‘’Yenidoğan çetesi’’ olayıyla birlikte, özel hastanelerin kapatılması ve sağlıkta piyasalaşma eleştirisi gündemde önemli bir yer işgal etmekte. Kapatma taraftarları ve özelleştirme karşıtları, sağlık gibi son derece önemli ve hassas bir konunun piyasa koşullarına bırakılmaması gerektiğini, kâr hırsının özel hastaneleri insanların sağlığıyla oynamaya yönelttiğini ileri sürerek, Yenidoğan çetesini örnek gösterip özel hastanelerin kamulaştırılmasını talep etmektedirler. Ancak olayın korkunç boyutu, sağlıklı bir tartışma yapmayı zorlaştırmaktadır; özel hastanelerin kapatılması ve çözümleri bu yönde aramak oldukça sorunlu bir yaklaşımı yansıtmaktadır.

Özel hastanelerin kapatılması tartışmasından kısa bir süre önce, sosyal medya uygulaması Discord’a erişim engeli getirilmişti. Discord’a erişim engeli, uygulamayı kötü amaçlı kullananlara yönelik alınan bir önlem olarak gerekçelendirildi ve böylece bu uygulamadan faydalanan birçok kişi mağdur edildi. Türkiye’de sorunlar sıklıkla bu şekilde, olumsuzluklara odaklanarak tüm herkesi cezalandırma yöntemiyle sözümona çözülmeye çalışılmakta. Özel hastanelerin kapatılması veya kamulaştırılması talebi de bu yaklaşımın bir başka örneği. Özel hastaneler sayesinde birçok insan, kendileri için son derece önemli olan zamanlarını daha az sağlık sorunu için harcamakta ve daha uygun zamanda hizmetlerden faydalanabilmektedir. Buralarda tedaviler daha kişiye özgü olabilmekte, daha yüksek kalitede hizmet alınabilmekte ve insanlar doktorlarını seçebilmektedir. Kullanılan en son teknolojiler sayesinde birçok hastalığa daha doğru ve hızlı çözümler üretilmektedir. Tüm bunlar, daha yüksek ücret ödenmesine rağmen özel hastanelerin tercih edilmesine neden olmaktadır. Özel hastaneler bu denli tercih edilirken, aslında tercih edilmeyen kamu hastaneleri kamuda verilen sağlık hizmetlerinin ne kadar sorunlu olduğuna dair güçlü sinyaller vermektedir.

Özel hastanelerin yukarıda saydığım avantajlarının altında yatan faktörlerin başında ise (yüksek ölçüde) kâr amacı güdülmesi gelmektedir. Tıpkı ilaç firmalarının toplumsal faydayı öncelemektense kâr elde etme motivasyonuyla birçok tedavi için ilaç geliştirmesi gibi, burada da kâr motivasyonu toplumsal fayda sağlamakta. Ancak kâr amacının ‘’kâr hırsı’’na dönüşmesinin, Yenidoğan çetesi örneğinde olduğu gibi, bizi götürebileceği son derece riskli bir durum da var. Kâr motifi sayesinde özel hastanelerden faydalanılabilirken, bu istek hırs boyutuna ulaştığında insanların hayatlarını tehlikeye atabilmektedir. Bu da açıkça gösteriyor ki, kâr hırsının bir denetime tabi tutularak kontrol edilmesi gerekmektedir. Sanırım sorunun çözümünde en zorlayıcı kısım da bu denetim sorunudur.

Özel sağlık kuruluşları denetimden geçmeyen kuruluşlar değildir. Ancak, denetimlerin oldukça göstermelik olduğu da açıktır. Denetleyici kuruluş kâr hırsının en kötü şekilde ortaya çıkmasını engelleyecek bir anlayışla denetim yapmadığı için, bu denetimlerden anlamlı bir sonuç beklemek de anlamsızlaşmaktadır. Dolayısıyla burada sistemsel bir sorun olduğu ortadadır. Denetleyenle denetlenen ortak çıkar doğrultusunda hareket etmektedir. Sistemdeki bu problem çözülmeden, sorunu gidermek oldukça zor. Zira sorun tamamen çözülemez; çünkü asimetrik bilgiden ve doktorun takdirinden kaynaklanan belli miktarda sorun her zaman olacaktır. İktidar ile özel sağlık kuruluşları arasındaki ortaklık ortadan kaldırılmadıkça köklü bir sistemsel çözüm üretilemez. Bu ortaklık sonlandığında ise özel hastanelerin yarattığı sorunlar azaltılabilir.

Bu kısmî çözümlerden biri kamu denetiminin ve özel denetimin güçlendirilmesidir. Sağlık sektöründe hızla artan ancak doğru modellenmiş yapay zekâ kullanımı ile birçok anormal durumu tespit etmek oldukça kolaydır. Örneğin, yoğun bakımdaki bebek sayısındaki anormal artışlar yapay zeka ile, hatta ona bile gerek kalmadan kolayca tespit edilebilir. Bunun yanında, hastanelerin daha şeffaf hale gelmesi ve tedavi kalitesi raporlaması, özel hastane ve doktor tercihinde sağlık sorunu yaşayanların etkin tercih yapmasına katkı sağlayacaktır. Türkiye’de hastanelerin zincir haline gelerek rekabetten uzaklaşmasına karşı, rekabeti destekleyici ve teşvik edici adımların atılması da riskin dağıtılmasına, doğru fiyatlama ve daha kaliteli hizmete ulaşılmasına katkıda bulunacaktır. Ancak tüm bu önlemler iktidar ile özel hastaneler arasında çıkar işbirliğinin olmadığı bir ortamda sorunun çözümüne katkıda bulunabilir. Şu anki durum, özel hastanelerin denetleniyor gibi görünüp aslında denetlenmediği ve hatta olabildiğince kaynakların buraya aktarıldığı bir sistemdir. Denetleniyor gibi görünmesi, insanların doğru tercih yapmasını da oldukça engellemekte ve bizi özelleştirmenin en kötü formuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Ortaya çıkan sonuç bu yönüyle özelleştirmelere karşı liberallerin de daha kuşkulu bir gözle bakması gerektiğine de işaret etmektedir.

* Dr. Caner Gerek



1 Venedik Komisyonu, “Türk Ceza Kanununun 216, 299, 301 ve 314 Maddelerine İlişkin Görüş” 11-12 Mart 2016, İngilizce metne şuradan erişilebilir: https://www.venice.coe.int/webforms/documents/?pdf=CDL-AD(2016)002-e#

2İfade ve Basın Özgürlüğü, İnsan Hakları Savunucuları ve Sivil Topluma ilişkin son Memorandum için bkz: https://rm.coe.int/memorandum-on-freedom-of-expression-and-of-the-media-human-rights-defe/1680aebf3d

3Ömür Çağdaş Ersoy/Türkiye, no. 19165/19, 15.06.2021

4 Işıkırık/Türkiye, no. 41226/09, 14.11.2017

5 İmret/Türkiye (No. 2), no. 57316/10, 10.07.2018

6 Vedat Şorli/Türkiye, no. 42048/19, 19.10.2021 

7 Altuğ Taner Akçam/Türkiye, no. 27520/07, 25.10.2011

8 Selahattin Demirtaş/Türkiye (No. 2), [BD], no. 14305/17, 22.12.2020

9 Yüksek/Türkiye, no. 4/18, 22.10.2024, https://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-237430

10https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bati-basta-olmak-uzere-cok-sayida-ulkede-etki-ajanligiyla-mucadele-yasal-zemine-sahip/3234991

11 https://www.venice.coe.int/webforms/documents/default.aspx?pdffile=CDL-PI(2024)013-e

12https://www.venice.coe.int/webforms/documents/default.aspx?pdffile=CDL-PI(2024)013-e

Shares:

Okumaya Devam Edin