Özgürlük GündemiYayınlar

Özgürlük Gündemi Sayı 76

Editörden,

Özgürlük Gündemi yine yüklü bir gündemle karşınızda. Ülke gündeminin aylardır değişmeden kalan ana maddesi malum: PKK’nın tasfiyesi ve Kürt Sorunu’nda yeni bir ‘’Açılım’’ ihtimali.  Ancak DEM Parti heyetinin İmralı’ya yaptığı ziyaret sonrasında Öcalan’dan getirdikleri mesajın ayrıntıları henüz açıklanmış değil. Son günlerde başka gündemlerin ortaya çıkması ana gündemin ayrıntılarının ortaya çıkıp daha hızlı akmaya başlamasını şimdilik engellemiş görünüyor. Yine de öyle anlaşılıyor ki, çok geçmeden Öcalan’la yapılacak olan ikinci görüşmeden sonra hükümetin bu meseledeki ‘’yol haritası’’ biraz daha netleşmiş olacak.

Bu arada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Ocak’ta yaptığı bir açıklama AKP-MHP ikilisinin ‘’çözüm arayışı’’nda kararlı olduğunu teyit etmiş bulunuyor; her ne kadar ‘’çözüm’’den ne kastedildiği tam olarak belli olmasa da… Erdoğan o konuşmasında şöyle diyor: ‘’Tabii biz çözüm arayışından vazgeçmedik. İç siyasetimiz ve bölgede yaşanan bazı kritik değişikliklerden sonra ülkemizin önüne yeni bir fırsat penceresi açıldı. Bunun heder edilmesini doğru bulmuyoruz.’’ Ancak, Suriye’nin yeniden yapılanma dönemine girmiş olmasını Türkiye her ne kadar Suriye’ye ve bölgeye ilişkin kendi vizyonunu gerçekleştirmek ve Kürt Sorununu çözmek için bir ‘’fırsat’’ olarak görse de, şurası kesin ki bu ‘’fırsat’’ı değerlendirebilmesi başta ABD olmak üzere bölgede etkili olan diğer aktörlerle ‘’uyumlu’’ hareket edebilmesine bağlıdır. Malum, Türkiye’nin PKK’ya silâh bıraktırmaya çalışması Kuzey Suriye’deki Kürt varlığından duyduğu endişeyle de yakından bağlantılıdır. Açıkçası, Türkiye yeni Suriye’de PKK’yla ‘’iltisaklı’’ bir özerk Kürt yapılanmasını istemiyor. Ne var ki, ABD ve yeni Suriye yönetimi ile bu konuda makul bir uzlaşmaya varmadığı veya varamadığı sürece, Türkiye’nin PKK’yı tamamen tasfiye etmesi zor görünüyor.   

Bu arada son günlerde ana gündemin bir süreliğine arka plana düşmesine neden olan bazı önemli gelişmeler meydana geldi. Önce Beşiktaş Belediyesi Başkanı’nın yolsuzluk isnadıyla görevden alınıp tutuklanması ve İstanbul Barosu yönetiminin görevden alınıp yöneticilerinin cezalandırılması için açılan davaların yarattığı şaşkınlık geldi, ardından muhalif bir küçük partinin genel başkanının tutuklanması. Son olarak ta 78 kişinin ölümüyle sonuçlanan Bolu-Kartalkaya’daki bir otelde çıkan yangının şoke edici haberiyle çalkalandı ülke.

İstanbul Barosu’nun resmi sosyal medya hesabından PKK üyesi oldukları iddia edilen iki kişiyi öven bir paylaşım yapıldığı gerekçesiyle İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Baro yöneticileri hakkında “terör örgütü propagandası yapmak” ve “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” suçlarından soruşturma başlattı. Savcılığın iddiasına göre, söz konusu paylaşımda, PKK üyesi olan kişilerin ‘’gazetecilik faaliyetleri ve gazeteci kimlikleri nedeniyle öldürüldükleri ve devletin savaş suçu işlediği’’ şeklinde yanıltıcı bilgi yayılmıştır. Soruşturma kapsamında, Baro Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ve yönetim kurulu üyelerinin ifadeleri alınarak, haklarında kovuşturma başlatılması için Adalet Bakanlığı’ndan izin talep edildi. Bu arada, Prof. Kaboğlu ile yönetim kurulu üyelerinin görevden alınarak yeni bir yönetim oluşturulması talebiyle İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’nde de dava açıldı.

İstanbul Barosu’na yönelik bu görünüşteki yargısal operasyon, şaşırtıcı olmayan biçimde, AKP’liler dışındaki hemen hemen herkese bunun arkasında hükümetin politik bir hesabının yattığını düşündürdü. Şaşırtıcı değil, çünkü Erdoğan Türkiye’sinde yargının yürütmeden bağımsız olmadığı geçenlerde Venedik Komisyonu’nun bir raporuyla da teyit edilmişti. Kaldı ki, AKP-MHP iktidarının ülkede kendi kontrolleri dışında herhangi bir oluşum ve girişimin var olmasından ve hükümet politikalarının konunun uzmanları tarafından bile eleştirilmesinden hoşlanmadığı, bu siyasî kadronun bugüne kadarki istikrarlı icraatından zaten bilinmektedir. Bu sözde yargısal girişimin arkasında, hükümetin muhalif belediyelere kayyım atanmasının arkasındakiyle aynı temel düşünce yatmaktadır. Yani, tabir caizse hükümet İstanbul Barosu’na bir nevi ‘’kayyım’’ atama arayışı içindedir.

Epey bir zamandır vatandaşlar AKP-MHP iktidarının hukuksuzluğu ‘’yol haline getirmiş’’ olmasından haklı olarak o kadar rahatsızdır ki, faşizan görüşleriyle bilinen Zafer Partisi’nin genel başkanı Ümit Özdağ’ın Cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklanması bile ülkede yaygın tepkilere neden oldu! Gerçi tepkilerin şiddetli olmasının arkasındaki ağırlıklı neden, hem konumu gereği hükümetin politikalarına muhalefet etmesi normal olan bir siyasî figürün bu muameleye iktidara yönelik eleştirilerinden dolayı maruz kalmış, hem de kendisinin usulüne uygun bir şekilde ifade vermeye çağrılmak yerine bir lokantada yemek yerken apar topar gözaltına alınmış olmasıdır.  Bu tepkilerin arkasında ilkesel tutarlılık saiki olsa da olmasa da, bir siyasî parti genel başkanının bile siyasî konularda ‘’görevi’’nin zorunlu kıldığı ifade özgürlüğüne sahip olmaması kabul edilebilir bir şey değildir. Bu bakımdan diğer partilerin Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını eleştirmekte birleşmeleri isabetli olmuştur.

Bu arada, bütün ülke ünlü bir kayak merkezi olan Bolu-Kartalkaya’daki bir otelde birkaç gün önce meydana gelen ve 78 kişinin ölümüne yol açan yangın felâketiyle sarsıldı. Herkesi yasa boğan bu yangın,  ulusal bir facia olmasının yanında, siyasî ve hukukî sonuçlarıyla da ülke gündemini işgal ediyor. Bu faciadan kimin sorumlu olduğu konusunda hükümet (Turizm Bakanlığı) ile CHP’li Bolu Belediyesi arasında ortaya çıkan tartışma çok önemli bir ibret dersi de içeriyor. Taraflardan hangisinin otelin denetimi konusunda üstüne düşen görevi ihmal etmek suretiyle bu faciaya yol açtığı konusundaki belirsizlik, daha da vahim olarak, ülkenin başka yerlerinde de her an patlamaya hazır başka facia ihtimallerinin var olduğunu düşündürmektedir.

Bütün bunlar olurken ana muhalefet partisi ülkede yargı teşkilâtının içinde bulunduğu acınası durum hakkında yeni bir ifşaatta bulundu. CHP Grup Başkan Vekili Gökhan Günaydın’ın ilgili sözleri şöyle: ‘’ Bugün Türkiye’de 22 bin hakim savcı var. Bu(nun) 5 bini(ini) daha dün AKP’nin il, ilçe yönetim kurulu üyesiyken uydur kaydır sınavlarla cübbe giydirilmiş insanlar (oluşturuyor).’’ Doğru olması halinde skandal olarak nitelenebilecek olan bu ifşaat daha da kötü olarak kimseyi şaşırtmadı. Kimseyi şaşırtmadı, çünkü neredeyse herkes -zaman zaman ‘’AKP yargısı’’ olarak da anılan- bugünkü yargı örgütündeki partizanlık kadrolaşmanın bundan daha yüksek olduğunu düşünmektedir.

Son olarak, Millî Güvenlik Kurulu’nun 22 Ocak tarihli toplantısı sonrasında yayımladığı bildiriyle tekrar gündeme gelen ‘’Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’’nin (MGSB) yenilenmesine temas edelim. Bilindiği gibi, anayasal dayanağı olmayan, askerî bürokrasinin inisiyatifiyle ve Millet Meclisi’ni dışlayarak hazırlanan bu ‘’partilerüstü’’ belge tam da bu özelliği nedeniyle antidemokratiktir. Bu duruma rağmen MGSB mahiyeti itibariyle de Türkiye’de ‘’hikmet-i hükümeti’’n (raison d’etat, reason of state) hem ülke içinde hem de dış dünyaya dönük olarak izlenmesini gerektirdiği siyasetlerin şifrelerini içinde barındıran çok önemli bir metindir.

Millî Güvenlik Kurulu’nun özel olarak son bildirisinde belirtilen hususlar ise, iç siyasete ilişkin imaları olsa da esas olarak ülke dışında izlenecek (ve izlenmekte) olan siyaset hakkında bazı ipuçlarını içinde barındırmaktadır. Gerçi tahmin ediyorduk ama bu bildiri de teyit ediyor ki, Türkiye Cumhuriyeti ‘’meşru’’ cebir kullanma yetkisinin kapsamını uluslararası hukuk bakımından’’meşru’’ sayılan sınırlarıyla kısıtlı saymamakta, aksine kendisini güneydeki komşularını içine alan bölgede geniş bir nüfuz alanı oluşturmak üzere askerî operasyonlar yapmaya yetkili görmektedir. O kadar ki, bu ‘’nüfuz alanı’’ varsayımı bir yandan Suriye gibi etnik, kültürel ve dinî bakımdan bölünmüş olan çoğulcu bir topluma üniter yapıyı dayatabileceğini düşünme cüretkârlığını ve kendi sınırları dışındaki (‘’bölgemizdeki’’) bütün ‘’terör’’ örgütlerini tasfiye etmeyi kendi misyonu olarak görecek genişlikteki bir kapsayıcılık iddiasını yansıtmaktadır.  Özgürlük Gündemi’nin bu sayısında ayrıca A. Rıza Çoban TBMM’nin ilgili yasama komisyonunda kabul edilen ‘’Siber Güvenlik Kanunu’’ teklifinin temel haklar açısından sakıncalı yönlerine dikkat çekerken, Ö. Faruk Şen son siyasî gelişmelere de temas eden yorumunda esas olarak Kartalkaya’daki otel yangınının siyasî anlamını değerlendiriyor, Caner Gerek ise  etkinlik ve verimliliği esas alan fayda-maliyet analizine dayalı ekonomik büyüme politikalarının insan hayatının korunmasını geri  plana atmasınını sakıncalarını ele alıyor.

* Prof. Dr. Mustafa Erdoğan


Siber Güvenlik Kanunu Teklifi Ne Getiriyor?

10 Ocak 2025 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunulan Siber Güvenlik Kanunu teklifi, çok önemli bir konuyu düzenlemesine ve kamu otoritelerine birey haklarına müdahale bakımından çok geniş yetkiler tanımasına rağmen, kamuoyunun tartışmasına imkân vermeden hemen 15 Ocak tarihinde acele bir şekilde Milli Savunma Komisyonunda görüşülerek kabul edilmiştir.  Teklif TBMM’ye sunulmadan önce de kamuoyuna duyurulmamıştır.

Oysa hem ulusal güvenlik hem de bireysel veri güvenliği bakımından hayati öneme sahip bir konuda yapılacak yasal düzenlemelerin kamuoyunda etraflı bir şekilde tartışılmış olması gerekir. Böyle bir alanda yapılacak düzenlemelerin teknolojik gelişmelere uygun, insan haklarına saygılı, ulusal güvenlik gereklerine cevap veren, yetkilerin kötüye kullanılmasına karşı yeterli güvenceler içeren bir çerçeveye sahip olması gerekir. Bunun için de siyasi partiler, sivil toplum, ilgili uzmanlar ve diğer paydaşlar tarafından kapsamlı bir şekilde tartışılmalıdır. Teklif böyle bir hazırlık sürecine tabi tutulmadığı gibi, parlamentoda da tartışılmasına olanak tanınmadan yasalaştırılmasının amaçlandığı görülmektedir.

Teklif Milli Savunma Komisyonunun yanı sıra Adalet, Plan ve Bütçe ve Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonlarına da gönderilmiş olmakla birlikte bu tali komisyonların hiçbirinde teklif görüşülmemiş ve hakkında rapor sunulmamıştır. Bu kanun yapma yönteminin demokratik ve katılımcı olmadığı açıktır.

Yasanın amacı, siber güvenlik alanında çatı mevzuatı oluşturmak ve ilgili politika ve stratejileri belirlemek üzere Siber Güvenlik Kurulunun kurulması olarak belirtilmiştir. Nitekim Kanun kapsamında bir Siber Güvenlik Kurulu oluşturuluyor ve daha önce Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile kurulan Siber Güvenlik Başkanlığının (SGB) görev ve yetkileri düzenleniyor.

Özellikle teklifin 6. maddesinde Başkanlığa görev alanıyla ilgili her türlü bilgi ve veriyi talep etme ve erişim yetkisi tanınıyor. Bu veriler kişilerin sağlık ve finansal verileri gibi kişiler verilerin yanı sıra ulaştığı siteler, okuduğu izlediği içeriklerle ilgili log kayıtlarını da içerebilecektir. Başkanlığın bu kapsamda elde ettiği bilgi, belge, veri ve kayıtların, en fazla iki yıl süreyle çalışmaya konu edilebileceği ve çalışma süresi sonrasında imha edileceği düzenleniyor. Ancak bu şekilde gereksiz bilgilerin elde edilmesi, işlenmesi ve devri ile ilgili kötüye kullanımları engelleyecek hiçbir güvence teklifte yer almıyor. Ayrıca Başkanlığa bilişim sistemlerindeki log kayıtlarını bünyesinde toplama, saklama, değerlendirme ve bunlarla ilgili rapor hazırlayarak ilgili kurum ve kuruluşlarla paylaşma yetkisi de tanınıyor. Ancak kanunda bu şekilde elde edilen verilerin korunmasıyla ilgili tek güvence amaç gerçekleştikten sonra verilerin silineceğine ilişkin bir hükme yer verilmesi. Verilerin kötüye kullanılıp kullanılmadığını denetleyecek, kötüye kullanımı engelleyecek güvenceler yasada yer almadığı gibi, silme yükümlülüğüne uyulmasını güvence altına alacak bir hüküm de bulunmuyor. 

Ayrıca Teklifte, kamu kurumları ve kuruluşları ile kritik altyapılarda kullanılacak siber güvenlik ürün, sistem ve hizmetlerinin Başkanlık tarafından yetkilendirilmiş ve belgelendirilmiş siber güvenlik uzmanları ve şirketlerden tedarik edilmesi yükümlülüğü öngörülüyor. Bu yetkilendirme ve belgelendirmenin objektif ölçülere göre ve tarafsız bir şekilde yapılması hayati bir öneme sahiptir. Ne yazık ki yasada buna yönelik bir güvence de yer almıyor.

Diğer taraftan teklifin 9. maddesinde gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Başkanın yazılı emri ile konutta, işyerinde ve kamuya açık olmayan kapalı alanlarda arama yapılmasına ve kopya çıkarma ve elkoyma işlemi gerçekleştirilmesine yetki verilmektedir. Bu işlemlerin daha sonra hâkim onayına sunulması ve hâkim onay vermezse elde edilen verilerin imhası öngörülüyor. Genel olarak yargının özel olarak da sulh ceza hakimliklerinin durumu dikkate alındığında bu güvencenin ne derece etkili olduğu tartışılır. Kamu kurumları açısından ise arama ve el koyma için hâkim kararı dahi aranmıyor. Bu şekildeki düzenlemelerle bireylerin özel hayatına, kişisel verilerine ve konutuna müdahale yetkisi veren bir düzenlemenin Anayasal hakları ihlal ettiği ve Anayasaya aykırı olduğu açık.

Diğer taraftan teklif yeni suçlar da ihdas ediyor. Bu çerçevede Başkanlık tarafından talep edilen bilgileri vermeyenler, siber saldırıda bulunanlar, sır saklama yükümlülüğüne uymayanlar, siber sızıntı yoluyla elde edilen verileri pazarlayanlar hakkında cezaî hükümler öngörülmektedir. Ayrıca tuhaf bir şekilde “siber uzayda veri sızıntısı olmadığı halde veri sızıntısı yapılmış gibi bu yönde algı oluşturmak suretiyle kurumları veya şahısları hedef almaya yönelik faaliyet yürütenlerin” cezalandırılması öngörülüyor. Bu fıkradaki “algı oluşturmak” ibaresi Komisyonda “veri sızıntısı yapılmış gibi içerik oluşturma” şeklinde değiştirilmiş olsa da bu hükmün basın özgürlüğüne yönelik ciddî bir tehdit oluşturduğu açıktır.

Belirtilen mazurları nedeniyle teklifin geri çekilerek ancak kapsamlı bir katılım süreci sonucunda ve temel haklara yönelik müdahalelere karşı yeterli güvencelere sahip bir yasanın yapılması gerekir.

* Doç. Dr. Ali Rıza Çoban – Anayasa Hukukçusu


Grand Kartal Otel, Devlet Kapasitesi ve Hükümetin Öncelikleri

İlginç bir iki haftayı geride bıraktık. Önce iktidarın bazı muhalif siyasetçiler ve belediyeler üzerine, istikameti Ekrem İmamoğlu olan bir gözaltına alma, tutuklama ve kayyum atama kampanyası ile yoğun bir gündem yaşadık. Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat tutuklandı. CHP Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın gözaltına alındı ve ifadesinin ardından serbest bırakıldı.  Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ da Antalya’da yaptığı bir konuşmada cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle Ankara’da bir restoranda gözaltına alındı, İstanbul’a getirildi ve iki gün sonra bu sefer de, halkı kin ve nefrete tahrik etme gerekçesiyle tutuklandı. Tüm bu politik hengâme sürerken, Kartalkaya’da Grand Kartal Hotel’de çıkan yangında toplamda 79 vatandaşımızı kaybettik. Sömestr tatilinde olunması nedeniyle otelde konaklayan çocuk sayısının fazla olması ve hayatını kaybedenlerin yarısının 18 yaş altında olması yaşadığımız acıyı katladı.

Yangından önce zirveye ulaşan kutuplaşma ve hamasi söylem ve eylemler daha yangının ilk saatlerinde eksen değiştirerek devam etti. “Kim sorumlu?” sorusu yalnızca sosyal medyada değil devlet kurumlarının birbirlerini suçlayıcı ifadelerinin asıl odağı haline geldi. CHP’li Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan otelin bulunduğu yerin (mücavir alan) belediyenin yetki alanının dışında yer aldığını söyledi. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy otelin “itfaiye tarafından verilmiş yangın yeterlilik belgesi olduğunu söyledi. Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan bu iddiayı da reddetmişti. Özcan otelin başvurusu sonrasında Aralık 2024’te bir denetim yapıldığını ve bu denetimde yangın güvenliğiyle ilgili birçok eksikliğin tespit edildiğini fakat otelin başvurusunu çektiği için belediyenin yasal olarak bir şey yapamadığını belirtti. Özcan’a göre bundan birkaç gün sonra da otel, bakanlık tarafından onaylanmış bir şirketten rapor almış. Otel sahibi Halit Ergül de ifadesinde “Turizm Bakanlığı 15 Aralık 2024’te oteli denetledi, kapılarla ilgili eksiklik buldular ama yangın önlemleriyle ilgili eksiklik bulmadılar” dedi. Bu yazının yazıldığı tarihte belediye başkan yardımcısı dahil 19 kişi yangından dolayı gözaltına alındı.

78 kişi hayatını kaybettikten sonra yapılan bu tartışmalar ne kadar anlamlı? Şüphesiz, sorumlunun kim olduğunun tespiti ve hak ettiği cezayı alması açısından bu önemli. İdare hukukçuları büyük ölçüde bu yetki alanı ve sorumlulukla ilgili bu tartışmada sarih bir görüş ortaya koyuyorlar. Fakat, facia ortaya çıktıktan sonra sorumluların cezalandırılıp cezalandırılamayacağı ile ilgili kamuoyunda haklı bir önyargı var.

Bu facia, bir yanıyla ülkede tüketilen adil yargı ihtiyacını diğer yanıyla da devlet kapasitesi eksikliğini ortaya koydu. İdarenin düzenleyici işlemler, idari işlemler ve denetleme faaliyetleriyle bu tür faciaların ortaya çıkmasını önleme yükümlülüğü var. Zira bu, gayrı-şahsi, partizan olmayan ve devletin devlet olmaktan kaynaklanan birincil önceliği olan vatandaşlarının güvenliğini sağlama vazifesinin asli unsurudur. Bunu yapamayan devleti devlet olarak adlandırabilir miyiz? Kanunlarını uygulamayan devlet devlet midir?

Şiddet tekeline sahiplik zorunlu ama yeterli bir şartı değildir. Oysa Türkiye’de iktidarlar, devletin en çok şiddet kullanma tekelini elinde bulundurma özelliğini severler fakat bunun bir düzen tesis eden bir araç olmaktan çıkıp ele geçirilmesi gereken bir amaca dönüşmesi ve demokratik rakiplerini elimine etme aracı olarak kullanılması durumunda devlet olma vasfını yavaş yavaş yitirdiklerini anlamazlar. Günün sonunda, muhalif politikacıya 1 saat önce ettiği bir sözünden dolayı anında soruşturma açma iradesi ve kapasitesini gösteren bir idarenin, yargının ya da devletin, yüzlerce insanın kaldığı bir otelin yangın alarmının çalışmadığının tespit edilmesi üzerine hiçbir somut adım atmadığı bir manzara ortaya çıkıyor. Gerçek anlamda bir devletin, idarenin, hükümetin önceliği ne olmalı? Mevcut devlet kapasitesini ne için kullanmalı? Muhalif politikacı tutuklamak için mi vatandaşın güvenliğini sağlamak için mi?

 *  Dr. Ömer Faruk Şen – Missouri Üniversitesi


Maliyet Minimizasyonu ve İnsan Hayatının Önemsizleşmesi

Ekonomik büyümenin temelinde yatan ana faktörlerden birisi verimliliğin artmasıdır. Verimliliğin artmasıyla aynı popülasyon ile daha fazla üretim yapılabilmektedir. Daha fazla üretim ise yine aynı popülasyonun daha fazla mal ve hizmet tüketimi yapabilmesine ve böylelikle de refahın artmasına yol açar. Bu doğrultuda ünlü iktisatçı Paul Krugman verimliliğin önemini meşhur “Verimlilik her şey değildir, ancak uzun vadede neredeyse her şeydir. Bir ülkenin zaman içinde yaşam standardını iyileştirme yeteneği neredeyse tamamen işçi başına üretimi artırma yeteneğine bağlıdır” sözleriyle dile getirir. Fakat verimliliği ve devamında ekonomik büyümeyi artırmak için sarf edilen çabalar aceleye getirilip doğru yapılmadığında ya da verimlilik artışıyla büyüme bir araç olmaktan çıkıp amaç haline getirildiğinde genellikle insan hayatının önemi geri plana itilmekte ve devamında yaşama dair bedeller ödenmesine yol açabilmektedir. Geçtiğimiz hafta Kartalkaya’daki yangın faciası ve öncesinde yaşananlar da bu durumun son örnekleri oldu.

1970’li yıllarda Amerikada engelli insanlar federal yönetimce fonlanan hizmetlere eşit erişim hakkı kazandı. Bu haklar ile örneğin toplu ulaşıma erişimde eşitliği elde ettiler. Fakat yine de New York metrosunda ve diğer birçok metroda engellilerin metro hizmetine ulaşacağı imkânlar sağlanmadı. ABD Başkanı Jimmy Carter’a yakın iktisatçılar bunu gereksiz bulmuştu çünkü fayda maliyet analizine göre bu hizmetin maliyeti faydasına göre oldukça yüksekti (1). İktisatçıların sıklıkla başvurduğu bu fayda-maliyet analizi verimliliği artırmak için oldukça önemli olsa da, insanı arka plana iten ve neredeyse tamamen maliyete odaklanan bir yaklaşım haline gelebilmekte. Zaten dünyada verimlilik artışı aynı maliyetlerle daha fazla üretmektense aynı üretimi daha düşük maliyetle üretmeye, dolayısıyla maliyet minimizasyonuna daha fazla odaklanmış durumda. Bu maliyet minimizasyonu bakışı verimliliğin artışına önemli katkıda bulunsa da, bir süre sonra parasal maliyetler diğer görünmeyen ya da hesaplanamayan maliyetlerin göz ardı edilmesine yol açmakta. Bu bakış açısının ileri seviyelerinde ise artık insan hayatı da ikinci plana atılabilmektedir. Çünkü insan hayatını korumanın da parasal maliyeti vardır. Halbuki bu maliyete katlanılmazsa daha düşük maliyetle üretim yapılabilmektedir. Üstelik bu insan hayatını korumadığınızda bir olumsuzlukla karşılaşılması olasılığı düşük görülmektedir, dolayısıyla faydası azdır ya da yoktur. Tıpkı American Factory belgeselinde Amerika’ya fabrika açan Çin’li işadamına açılış seromonisini açık alanda yapmak istiyorsunuz ama o gün yağmur yağarsa ne yapacağız sorusuna verdiği “Yağmur yağmaz” cevabında olduğu gibi.

Firmaların üretiminin artışıyla ekonomik büyümenin artmasının öncelendiği bir ekonomide fayda-maliyet analizi rahatlıkla kendine bir yer bulabilmektedir. İktidarlar iktisattaki bu yaklaşımı benimsediğinde ve buna konsantre olduğunda ekonomik büyümenin faydasını olduğundan daha fazla görürken insan hayatının korunmasını düşürülmesi gereken bir maliyet olarak görmekte. Bu nedenle de ekonomik büyümeyi önceleyen düzenlemelere gitmekte. Bu doğrultuda modern sistemde firmaları denetleme yetkisine sahip olan devlet, bu denetimleri büyümeyi artıracak şekilde düzenlemekte, daha doğrusu geri plana atmakta. Denetleme yetkisini kamuya devretmiş vatandaş ise (doğal olarak) kamunun denetlemesine dayanarak aldığı mal veya hizmeti ayrıca denetlemeye gerek görmemekte. Tüm bu maliyet minimizasyonu, denetim devri ve büyüme öncelikli politikalarsa ölümlere davetiye çıkarmakta. Geçen hafta yediği kumpirden zehirlenen vatandaşın vefatı, ondan önceki hafta tavuktan zehirlenerek yaşamını kaybeden vatandaş ve 79 kişinin ölümüne sebep olan Kartalkaya otel yangını sadece fayda ve maliyete odaklanmanın getirdiği insan ölüm örnekleridir. Keza bu çağın en büyük küresel sorunu olan iklim krizine katkıda bulunan fabrikaların çevreyi kirletme maliyetini toplumun geneline yüklerken faydayı sadece kendi elde etmesi de fayda maliyet analizinin denetimsizlikle birleştiğinde bize getirdiği bir diğer sonuçtur.

Fayda ve maliyet açısına bu yönüyle bakıldığında piyasa sistemi doğru işlemiyorsa düzenleyici kurumların devreye girmesi ve firmaları denetlemesi beklenir. Fakat ekonomik büyüme saplantısı denetimleri etkisizleştirerek büyümeyi kolaylaştırmaya çalışmakta. İki tarafın da kısa vadeli kazanca odaklandığı bu durum uzun dönemli istikrarı ve toplum güvenliğini tehlikeye atmakta ve karşımıza bu felâketleri çıkarmakta. Piyasanın regüle edilmesine kuşkuyla bakmak, regülasyonların birçoğunun gereksiz olduğunun altını çizmek ve ekonomik büyümenin refah artışı için olmazsa olmaz olduğunu savunmakla birlikte, başta yaşam ve güvenlik hakkı da dahil olmak üzere deregülasyonların temel haklar pahasına olması gerekmiyor.

* Dr. Caner Gerek


  1. Berman, Elizabeth P. (2022). Thinking Like an Economist: How Efficiency Replaced Equality in US Public Policy, 2023.
Shares:

Okumaya Devam Edin